Yirminci yüzyılda, hele onun ikinci çeyreğinden sonra doğup büyüdüğü
halde sinemayla ilgilenmemiş, hatta sıradan bir ilginin ötesinde ona
hayranlık duymamış insan var mıdır acaba? Kendimi de o büyük kitlenin
içinde sayabilirim rahatlıkla.
Yazı başlığının öyle bir insanın elinden çıktığını anlatmak için belirtmek gereğini duydum.
Ayrıca, her ne kadar, bir zamanlar özellikle lise öğrencilerinin birçok bakımdan yetişmesinde katkı sağladığı bugünden bakıldığında açıkça görülebilen o eski “münazara”larda, “tiyatro mu üstündür, sinema mı” konusunda yarışılırken hep tiyatrocuların ekibinde yer almışsa da, git gide, ikincinin olağanüstülüğünü kabullenmek durumunda kalmış biri olarak söylüyorum bunu.
Aslında bu tür bir seçimin, özellikle o sıralar, tiyatro konusunda süregiden bir pratiğimin varlığıyla bağlantılı olduğu söylenebilir. Biz liseli gençlerin, İstanbul’da üniversite okumakta olan devrimci ağabeylerimizin gözetiminde , onlar kasabamıza/kentimize tatile ya da tatil matil de yokken kaçıp geldiklerinde buluşarak gerçekleştirdiğimiz bir pratikten söz ediyorum. Bizim Yalçın Hoca’nın, o dönemin içinde yetiştiğim için kesinlikle katıldığım deyişiyle, “görkemli altmışlar”ın ilk yarısı henüz bitmemişti. Ülkenin birçok yöresinde benzer okulların kurulduğu, oluştuğu mu demeliyim yoksa, oralarda gençlerin kendilerinden olsa olsa beş altı yaş büyük başka gençlerden, siyaseti, solu, sosyalizmi, devrimi, o arada, tiyatroyu, sinemayı, romanı, şiiri öğrendikleri bir zamandı. Okul dediysem, belki de “kendiliğinden okul” diye bir terim uydurmalı; öylece oluşturuluvermiş, kendi kurallarını, kendi disiplinini kendisi yaratmış ve onlara hiç tutsak olmamış, düzensiz, kurulup bozulan, yeniden kurulan, yeniden bozulan yapılar, yapı sözcüğünün aşırı iyimser sayılacağı toplaşmalar, bir araya gelişler işte. Görkemli altmışlar yıkıcı bir sarsıntı ile sona erdi; belki, kısa bir aradan sonra, farklı biçimlerde, az çok benzerlik taşıyan bir tekrar da oldu. Ama bir daha öyle zamanlar yaşamadık. Bunu nostaljik bir takıntının ürünü olarak söyleyip söylemediğimdense pek emin değilim. Yine de, öyle zamanların getirdiklerini içererek aşmayı beceremediğimizden midir nedir, bir daha tekrar etmek de mümkün olmadı. Tekrarı ne mümkün ne de gerekliydi, aşmamız gerekirdi, aşarak başka bir evreye ulaşamadığımız için gök kubbemizde bir hoş seda olarak kaldı, demek istiyorum.
Sadece bir hoş seda değil elbet, o kadarını söylemek haksızlık olur, hem haksızlık hem gerçeklere uygunsuzluk…
Her neyse, sinemadan söz etmekti asıl niyetim. Oraya geliyorum.
Aynı altmışlı yılların ikinci yarısında, yazarlığa başlayışım sinema sayesinde olmuştur. Artık üniversitedeydik. Devrimci öğrencilerdik. Partiliydik. Bir gün Partiden bir çağrı aldım; daha doğrusu, çağrı demek biraz hafif kaçar, basbayağı bir görevlendirme. Parti üyesi bir büyüğümüz, üye miydi yoksa o günlerin deyişiyle “sempatizan” mı çok iyi hatırlamıyorum, bir günlük gazete çıkarmaya başlamış, ona yazı desteği vereceğiz. Artık adıyla sanıyla yazalım ki, yazdıklarımız biraz daha “hatırat” kategorisine uygun düşsün, biraz daha tarih yazacaklara kaynaklık edebilir duruma gelsin: Partili ağabeyimizin adı Kemal Bayram Çukurkavaklı, gazetesinin adıysa “Yenigün”.
Neyse, görüştük, ettik. Ben tiyatro yazıları, oyun eleştirileri yazabilirim, diyorum. O film eleştirilerinin daha çok okuyucu çekeceğini söylüyor. Sonunda “hem onu, hem ötekini yaparsın” dedi; anlaştık. Özel tiyatroların biletleri pahalı geliyor; devlet tiyatrolarının oyunlarını seyredip yazmaya çabalıyorum. Sinemalarda gösterilen filmlerden kendimce seçmeler yapıp seyrediyorum. Okuldu derslerdi, üstelik ülkedeki toplumsal hareketliliğin olağandışı bir yükselme gösterdiği, devrimci gençlik hareketinin yaygınlığının ve etkilerinin çok arttığı bir dönem; bunlara bir tür gençlik ihtiyacı olarak dalgacılık ve avarelik de eklendiğinde, günün yalnız 24 saat olması işleri bozuyor. Neye vakit yeter ki!
Artık yettiği kadar: O yetmezliğin yarattığı düzensizlikle, fırsat buldukça yazıp götürüyorum. Tek çizgili dosya kâğıdına, koyu kurşun kalemle yazıyorum; çünkü, daktilo etme imkânım yok ve sık sık, lastik silgiyle silmem gerekiyor. Götürüp dizgicilere teslim edip çıkıyorum matbaadan. Orada kalıp düzeltileri de yapar mıydım, o kadarını hatırlamıyorum. Herhalde yapmazdım.
Yazdığım filmlerden yalnız biri kalmış belleğimde. Araştırdığım kaynaklarda “İntikam Ateşi” adıyla gösterime girdiği belirtiliyor. Benim aklımda kalansa özgün adı: Behold A Pale Horse. Avusturya asıllı ünlü Amerikalı Yahudi yönetmen Fred Zinnemann’ın, kendisinin de “pek bir şey ortaya çıkaramamıştık” dediğini sonradan öğrendiğim, hem eleştirmen gözünde hem gişede başarısızlık yaşamış, 1964 yapımı bir filmi. İç Savaş’ın ardından kaçıp yaşamakta olduğu Fransa’dan 20 yıl sonra ölüm döşeğindeki annesini son kez görmek üzere yeniden İspanya’ya dönen eski bir cumhuriyetçi gerilla önderinin (Gregory Peck) ve onun peşindeki faşist polis şefinin (Anthony Quinn) öyküsü anlatılıyor. Yazarken de, tanınmış eleştirmenlerin yazılarından görüp öğrenerek, oyuncuların adlarını böyle ayraç içinde belirtirdik. Bir de alanının ünlülerinden Maurice Jarre tarafından bestelenmiş film müziğinden söz ettiğimi hatırlıyorum. Herhalde beğenmiş olmalıyım; ama şu anda ezgisinin en küçük bir bölümünü bile hatırlamam imkânsız.
İşte böyle! Sinema sanatına hayranlığı on milyonlarca benzerinden hiç aşağı kalmayan, üstelik çok uzun geçmişinden beri bu tür öyküleri bulunan birinin sinemaya haksızlık etmesi düşünülebilir mi? Oysa, yaklaşık son 2 hafta içinde sinema salonlarına gidip izlediğim 3 film, başka bazı verilerle, örneğin, düpedüz tiksindirici bayağılıkların seyirci rekorları kırması türünden gerçeklerle de birleşince, nicedir kafamda oluşmaya başlamış bir yargıyı pekiştirdi; bir bakıma, bardağı taşıran son damla işlevi gördü.
İsteyen, öteki sanatsal alanlar çok mu farklı durumda sanki, sorusunu gündeme getirebilir, önüme koyabilir, bunda bir haksızlık yahut yersizlik görmem; ama şu kadarını dile getirmekten de vazgeçmem: Sinemadaki gerileme onu sefalet sözcüğüyle anlatılabilecek bir duruma getirmiştir. Bu yargıya, ya da önyargıya diyelim, yol açan başlıca nedeni yazının sonuna bırakıp şu bardak taşırıcılarla ilgili üç beş söz edelim.
İlkin, İtalya’da Türk Türkiye’de İtalyan olarak göklere çıkarılan Ferzan Özpetek’in filmi İstanbul Kırmızısı. Aslında bu filmden umduğumu üç aşağı beş yukarı buldum, denebilir. Turistik bir film olacağını umuyordum, şöyle bolca İstanbul manzaralı… Ne de olsa İstanbul’u özlüyor insan, hele benim gibi çoktandır gezip dolaşamayınca… Öyle de çıktı sayılır. Arada bir yoksul kâğıt toplayıcının bahtsızlığı, bir iki Cumartesi anneleri görüntüsüyle işin “sosyal içerik” boyutu da eksik edilmemiş olarak bu beklentimi karşılamış oldu film. Bir de, latifeyi bir kenara bırakırsak, Çiğdem Selışık’ı yeniden seyretme fırsatını bulduk. Onyıllar öncesinin bu adı gibi kendi de güzel tiyatro oyuncusunu biraz yaşlanmış bir hanımefendi olarak yeniden seyretmek hoştu doğrusu.
Seyretme sırasıyla ikinci film, Neruda idi. Büyük şairin adını almış filmi atlamak olur mu? Şilili yönetmen Larrain’in filmiyle ilgili olarak, geçenlerde buradaki “Kent, Kültür, Sanat” bloğunda yazan Gülcan Beyaz’ın bilgilendirici ve doğru yazısına sözü bırakmakta sakınca görmüyorum:
“Üçüncü Sinema olarak sinema tarihinde yerini alan ekol, tüm kıtada elbette homojen değildi, nüanslar barındırıyordu ama yine de şu çok açıktır: Latin Amerika'da Üçüncü Sinema başlığı altında toplanabilecek tüm filmlerin ortak özelliği,
i) mülksüzleştirilmiş emekçi yoksul halka bağlanma,
ii) başta emperyalizm olmak üzere o halkın verili haline neden olanlara dönük büyük bir öfke ve
iii) bu durumu değiştirmeye kararlı bir irade ve iyimserlik ufkunda ortaklaşmalarıydı.
“(…)Üçüncü sinemacıların ‘ne pahasına olursa olsun, yoksul halkı anlatmak, onların penceresinden dünyaya bakmak, onların sesini duyulur hale getirmek’ tutumları, yerini piyasaya eklemlenerek söz söylemek gibi bir tutuma bıraktı. Gerekiyorsa kendi gösterim ağını yaratmak, Holivudçu ve festivalci mükemmeliyetçiliğe karşı ‘mükemmel olmayan bir sinema’yı savunmak çabaları, sesini duyurmak için ya dağıtım tekellerinden ya da festivallerden övgü alma refleksine yerini bıraktı. Beğeni kaygısı, film yapacak parasal-teknik olanaklara yakın durabilme arayışı, toplumsal sorumluluğun önüne geçti.
“Hal böyle olunca, aynı bizdeki 12 Eylül filmleri ve dizileri gibi, gerçek bir toplumsal kurtuluş için verilen mücadelelerin ezilmesinin toplumda yol açtığı gerçek yaralara dokunmaya çalışan ama tam da o gerçek toplumsal kurtuluş fikrine uzaklığı nedeniyle, buna ancak tarihsel dekor ve kostüm çerçevesinde yaklaşabilen yapımlar kapladı ortalığı. Aynı bizde Yılmaz Güney'in sinemasının şu an sahipsiz kalışındaki gibi, Üçüncü Sinema mirası da, biçimsel olarak da içeriksel olarak da sahipsiz kalmış oldu.”
Ders almayı bilmemekten olacak, üçüncü bir seyir deneyimi daha yaşadım; tuttum, son Oscar ödüllerinin talihlilerinden Ay Işığı’nı da seyrettim. Barry Jenkins adlı ve 38 yaşındaki yönetmenin filmi, Florida eyaletinde doğup büyümüş yoksul bir siyah çocuğun hayatından 10-15 yıllık bir dilimi anlatıyor. Biraz yoksulluk, yoksulluk olunca onun ayrılmaz parçası olarak biraz çaresizlik, biraz da eşcinsellik… Sinema endüstrisinin dev merkezinin, siyahlar için birkaç yüzyıl boyunca cehennem olmuş ülkenin gerçekte ne kadar demokrat, ne kadar özgürlükçü olduğunu ya da olabileceğini göstermeyi ihmal etmeme eğilimine her zamankinden daha özenli bir uyum içine girdiği söyleniyordu. Bu eğilime de uygun biçimde, endüstrinin siyah mensuplarını öne çıkarma kaygısının göze çarpmaya başladığı bir başka iddiaydı. Film, yönetmeninden en önemsiz oyuncusuna kadar siyahlardan oluşan kadrosuyla, varlığı ileri sürülen bu eğilim ve kaygının uzantısı sayılabilir herhalde. Ancak, çok genç yönetmeninin hayatından izler de taşıdığı belirtilen filmin, ezilen bir ırka karşı duyulan basit insancıl yakınlıklar devreye girmese ne kadar seyredilebilir olduğunu sormadan edemedim kendime. Bir de, böyle bir öykünün bundan fazla daha ne kadar çarçur edilebileceğini…
Uzunca süredir iyi bir izleyici olmaktan çıkmış bulunsam da sinema sanatının bu hal-i pür melali nedendir, bu hüzün veren durum nereden kaynaklanmaktadır, sorusunu sormak haddini bilmemek sayılmaz umarım. Sorunun yanıtı üzerinde kalem oynatmaya kalkmaksa hadsizlik suçlamasını hak etmek anlamına gelebilir. Ancak, şunu olsun söyleyebileceğimi sanıyorum: Bütün sanatların en ileri düzeyde endüstrileşmiş, devasa bir kapitalist sektöre dönüşmüş olanı sinemadır; dolayısıyla, çok esaslı değişiklikler olmadıkça, artık oradan beklenen ve beklenebilecek olan yaratıcılık için sanatsal yerine, parasal nitelemesinin uygun düşmesi doğaldır.
Mesut Odman / SOL
Yazı başlığının öyle bir insanın elinden çıktığını anlatmak için belirtmek gereğini duydum.
Ayrıca, her ne kadar, bir zamanlar özellikle lise öğrencilerinin birçok bakımdan yetişmesinde katkı sağladığı bugünden bakıldığında açıkça görülebilen o eski “münazara”larda, “tiyatro mu üstündür, sinema mı” konusunda yarışılırken hep tiyatrocuların ekibinde yer almışsa da, git gide, ikincinin olağanüstülüğünü kabullenmek durumunda kalmış biri olarak söylüyorum bunu.
Aslında bu tür bir seçimin, özellikle o sıralar, tiyatro konusunda süregiden bir pratiğimin varlığıyla bağlantılı olduğu söylenebilir. Biz liseli gençlerin, İstanbul’da üniversite okumakta olan devrimci ağabeylerimizin gözetiminde , onlar kasabamıza/kentimize tatile ya da tatil matil de yokken kaçıp geldiklerinde buluşarak gerçekleştirdiğimiz bir pratikten söz ediyorum. Bizim Yalçın Hoca’nın, o dönemin içinde yetiştiğim için kesinlikle katıldığım deyişiyle, “görkemli altmışlar”ın ilk yarısı henüz bitmemişti. Ülkenin birçok yöresinde benzer okulların kurulduğu, oluştuğu mu demeliyim yoksa, oralarda gençlerin kendilerinden olsa olsa beş altı yaş büyük başka gençlerden, siyaseti, solu, sosyalizmi, devrimi, o arada, tiyatroyu, sinemayı, romanı, şiiri öğrendikleri bir zamandı. Okul dediysem, belki de “kendiliğinden okul” diye bir terim uydurmalı; öylece oluşturuluvermiş, kendi kurallarını, kendi disiplinini kendisi yaratmış ve onlara hiç tutsak olmamış, düzensiz, kurulup bozulan, yeniden kurulan, yeniden bozulan yapılar, yapı sözcüğünün aşırı iyimser sayılacağı toplaşmalar, bir araya gelişler işte. Görkemli altmışlar yıkıcı bir sarsıntı ile sona erdi; belki, kısa bir aradan sonra, farklı biçimlerde, az çok benzerlik taşıyan bir tekrar da oldu. Ama bir daha öyle zamanlar yaşamadık. Bunu nostaljik bir takıntının ürünü olarak söyleyip söylemediğimdense pek emin değilim. Yine de, öyle zamanların getirdiklerini içererek aşmayı beceremediğimizden midir nedir, bir daha tekrar etmek de mümkün olmadı. Tekrarı ne mümkün ne de gerekliydi, aşmamız gerekirdi, aşarak başka bir evreye ulaşamadığımız için gök kubbemizde bir hoş seda olarak kaldı, demek istiyorum.
Sadece bir hoş seda değil elbet, o kadarını söylemek haksızlık olur, hem haksızlık hem gerçeklere uygunsuzluk…
Her neyse, sinemadan söz etmekti asıl niyetim. Oraya geliyorum.
Aynı altmışlı yılların ikinci yarısında, yazarlığa başlayışım sinema sayesinde olmuştur. Artık üniversitedeydik. Devrimci öğrencilerdik. Partiliydik. Bir gün Partiden bir çağrı aldım; daha doğrusu, çağrı demek biraz hafif kaçar, basbayağı bir görevlendirme. Parti üyesi bir büyüğümüz, üye miydi yoksa o günlerin deyişiyle “sempatizan” mı çok iyi hatırlamıyorum, bir günlük gazete çıkarmaya başlamış, ona yazı desteği vereceğiz. Artık adıyla sanıyla yazalım ki, yazdıklarımız biraz daha “hatırat” kategorisine uygun düşsün, biraz daha tarih yazacaklara kaynaklık edebilir duruma gelsin: Partili ağabeyimizin adı Kemal Bayram Çukurkavaklı, gazetesinin adıysa “Yenigün”.
Neyse, görüştük, ettik. Ben tiyatro yazıları, oyun eleştirileri yazabilirim, diyorum. O film eleştirilerinin daha çok okuyucu çekeceğini söylüyor. Sonunda “hem onu, hem ötekini yaparsın” dedi; anlaştık. Özel tiyatroların biletleri pahalı geliyor; devlet tiyatrolarının oyunlarını seyredip yazmaya çabalıyorum. Sinemalarda gösterilen filmlerden kendimce seçmeler yapıp seyrediyorum. Okuldu derslerdi, üstelik ülkedeki toplumsal hareketliliğin olağandışı bir yükselme gösterdiği, devrimci gençlik hareketinin yaygınlığının ve etkilerinin çok arttığı bir dönem; bunlara bir tür gençlik ihtiyacı olarak dalgacılık ve avarelik de eklendiğinde, günün yalnız 24 saat olması işleri bozuyor. Neye vakit yeter ki!
Artık yettiği kadar: O yetmezliğin yarattığı düzensizlikle, fırsat buldukça yazıp götürüyorum. Tek çizgili dosya kâğıdına, koyu kurşun kalemle yazıyorum; çünkü, daktilo etme imkânım yok ve sık sık, lastik silgiyle silmem gerekiyor. Götürüp dizgicilere teslim edip çıkıyorum matbaadan. Orada kalıp düzeltileri de yapar mıydım, o kadarını hatırlamıyorum. Herhalde yapmazdım.
Yazdığım filmlerden yalnız biri kalmış belleğimde. Araştırdığım kaynaklarda “İntikam Ateşi” adıyla gösterime girdiği belirtiliyor. Benim aklımda kalansa özgün adı: Behold A Pale Horse. Avusturya asıllı ünlü Amerikalı Yahudi yönetmen Fred Zinnemann’ın, kendisinin de “pek bir şey ortaya çıkaramamıştık” dediğini sonradan öğrendiğim, hem eleştirmen gözünde hem gişede başarısızlık yaşamış, 1964 yapımı bir filmi. İç Savaş’ın ardından kaçıp yaşamakta olduğu Fransa’dan 20 yıl sonra ölüm döşeğindeki annesini son kez görmek üzere yeniden İspanya’ya dönen eski bir cumhuriyetçi gerilla önderinin (Gregory Peck) ve onun peşindeki faşist polis şefinin (Anthony Quinn) öyküsü anlatılıyor. Yazarken de, tanınmış eleştirmenlerin yazılarından görüp öğrenerek, oyuncuların adlarını böyle ayraç içinde belirtirdik. Bir de alanının ünlülerinden Maurice Jarre tarafından bestelenmiş film müziğinden söz ettiğimi hatırlıyorum. Herhalde beğenmiş olmalıyım; ama şu anda ezgisinin en küçük bir bölümünü bile hatırlamam imkânsız.
İşte böyle! Sinema sanatına hayranlığı on milyonlarca benzerinden hiç aşağı kalmayan, üstelik çok uzun geçmişinden beri bu tür öyküleri bulunan birinin sinemaya haksızlık etmesi düşünülebilir mi? Oysa, yaklaşık son 2 hafta içinde sinema salonlarına gidip izlediğim 3 film, başka bazı verilerle, örneğin, düpedüz tiksindirici bayağılıkların seyirci rekorları kırması türünden gerçeklerle de birleşince, nicedir kafamda oluşmaya başlamış bir yargıyı pekiştirdi; bir bakıma, bardağı taşıran son damla işlevi gördü.
İsteyen, öteki sanatsal alanlar çok mu farklı durumda sanki, sorusunu gündeme getirebilir, önüme koyabilir, bunda bir haksızlık yahut yersizlik görmem; ama şu kadarını dile getirmekten de vazgeçmem: Sinemadaki gerileme onu sefalet sözcüğüyle anlatılabilecek bir duruma getirmiştir. Bu yargıya, ya da önyargıya diyelim, yol açan başlıca nedeni yazının sonuna bırakıp şu bardak taşırıcılarla ilgili üç beş söz edelim.
İlkin, İtalya’da Türk Türkiye’de İtalyan olarak göklere çıkarılan Ferzan Özpetek’in filmi İstanbul Kırmızısı. Aslında bu filmden umduğumu üç aşağı beş yukarı buldum, denebilir. Turistik bir film olacağını umuyordum, şöyle bolca İstanbul manzaralı… Ne de olsa İstanbul’u özlüyor insan, hele benim gibi çoktandır gezip dolaşamayınca… Öyle de çıktı sayılır. Arada bir yoksul kâğıt toplayıcının bahtsızlığı, bir iki Cumartesi anneleri görüntüsüyle işin “sosyal içerik” boyutu da eksik edilmemiş olarak bu beklentimi karşılamış oldu film. Bir de, latifeyi bir kenara bırakırsak, Çiğdem Selışık’ı yeniden seyretme fırsatını bulduk. Onyıllar öncesinin bu adı gibi kendi de güzel tiyatro oyuncusunu biraz yaşlanmış bir hanımefendi olarak yeniden seyretmek hoştu doğrusu.
Seyretme sırasıyla ikinci film, Neruda idi. Büyük şairin adını almış filmi atlamak olur mu? Şilili yönetmen Larrain’in filmiyle ilgili olarak, geçenlerde buradaki “Kent, Kültür, Sanat” bloğunda yazan Gülcan Beyaz’ın bilgilendirici ve doğru yazısına sözü bırakmakta sakınca görmüyorum:
“Üçüncü Sinema olarak sinema tarihinde yerini alan ekol, tüm kıtada elbette homojen değildi, nüanslar barındırıyordu ama yine de şu çok açıktır: Latin Amerika'da Üçüncü Sinema başlığı altında toplanabilecek tüm filmlerin ortak özelliği,
i) mülksüzleştirilmiş emekçi yoksul halka bağlanma,
ii) başta emperyalizm olmak üzere o halkın verili haline neden olanlara dönük büyük bir öfke ve
iii) bu durumu değiştirmeye kararlı bir irade ve iyimserlik ufkunda ortaklaşmalarıydı.
“(…)Üçüncü sinemacıların ‘ne pahasına olursa olsun, yoksul halkı anlatmak, onların penceresinden dünyaya bakmak, onların sesini duyulur hale getirmek’ tutumları, yerini piyasaya eklemlenerek söz söylemek gibi bir tutuma bıraktı. Gerekiyorsa kendi gösterim ağını yaratmak, Holivudçu ve festivalci mükemmeliyetçiliğe karşı ‘mükemmel olmayan bir sinema’yı savunmak çabaları, sesini duyurmak için ya dağıtım tekellerinden ya da festivallerden övgü alma refleksine yerini bıraktı. Beğeni kaygısı, film yapacak parasal-teknik olanaklara yakın durabilme arayışı, toplumsal sorumluluğun önüne geçti.
“Hal böyle olunca, aynı bizdeki 12 Eylül filmleri ve dizileri gibi, gerçek bir toplumsal kurtuluş için verilen mücadelelerin ezilmesinin toplumda yol açtığı gerçek yaralara dokunmaya çalışan ama tam da o gerçek toplumsal kurtuluş fikrine uzaklığı nedeniyle, buna ancak tarihsel dekor ve kostüm çerçevesinde yaklaşabilen yapımlar kapladı ortalığı. Aynı bizde Yılmaz Güney'in sinemasının şu an sahipsiz kalışındaki gibi, Üçüncü Sinema mirası da, biçimsel olarak da içeriksel olarak da sahipsiz kalmış oldu.”
Ders almayı bilmemekten olacak, üçüncü bir seyir deneyimi daha yaşadım; tuttum, son Oscar ödüllerinin talihlilerinden Ay Işığı’nı da seyrettim. Barry Jenkins adlı ve 38 yaşındaki yönetmenin filmi, Florida eyaletinde doğup büyümüş yoksul bir siyah çocuğun hayatından 10-15 yıllık bir dilimi anlatıyor. Biraz yoksulluk, yoksulluk olunca onun ayrılmaz parçası olarak biraz çaresizlik, biraz da eşcinsellik… Sinema endüstrisinin dev merkezinin, siyahlar için birkaç yüzyıl boyunca cehennem olmuş ülkenin gerçekte ne kadar demokrat, ne kadar özgürlükçü olduğunu ya da olabileceğini göstermeyi ihmal etmeme eğilimine her zamankinden daha özenli bir uyum içine girdiği söyleniyordu. Bu eğilime de uygun biçimde, endüstrinin siyah mensuplarını öne çıkarma kaygısının göze çarpmaya başladığı bir başka iddiaydı. Film, yönetmeninden en önemsiz oyuncusuna kadar siyahlardan oluşan kadrosuyla, varlığı ileri sürülen bu eğilim ve kaygının uzantısı sayılabilir herhalde. Ancak, çok genç yönetmeninin hayatından izler de taşıdığı belirtilen filmin, ezilen bir ırka karşı duyulan basit insancıl yakınlıklar devreye girmese ne kadar seyredilebilir olduğunu sormadan edemedim kendime. Bir de, böyle bir öykünün bundan fazla daha ne kadar çarçur edilebileceğini…
Uzunca süredir iyi bir izleyici olmaktan çıkmış bulunsam da sinema sanatının bu hal-i pür melali nedendir, bu hüzün veren durum nereden kaynaklanmaktadır, sorusunu sormak haddini bilmemek sayılmaz umarım. Sorunun yanıtı üzerinde kalem oynatmaya kalkmaksa hadsizlik suçlamasını hak etmek anlamına gelebilir. Ancak, şunu olsun söyleyebileceğimi sanıyorum: Bütün sanatların en ileri düzeyde endüstrileşmiş, devasa bir kapitalist sektöre dönüşmüş olanı sinemadır; dolayısıyla, çok esaslı değişiklikler olmadıkça, artık oradan beklenen ve beklenebilecek olan yaratıcılık için sanatsal yerine, parasal nitelemesinin uygun düşmesi doğaldır.
Mesut Odman / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder