Halit ağabey yaşlanacak, yatağa bağlı kalacak adam değildi. Bir gün
geçmişten söz açtım ona; Hababam Sınıfı günlerinden, Kemal Sunal’dan…
Gözleri bulutlandı ama yanıtı keskindi: “Ben geçmişte yaşamam, geleceğe
bakarım” demişti. Yaşsız adamlardan biriydi Halit Akçatepe ağabey
1
Bursa’ya giderken duygularım daima ikircikli. Bir yandan kültür, sanat, düşün ortamının üzerine titreyen insanlar tanıdım, öte taraftan azgın bir gericilikle karşı karşıyayım. Bursa’nın destansı güzelliği yitmiş, yerine betondan yapılar kurulmuş, berbat bir şehir mimarisi söz konusu. Muhafazakârlar diye andıklarımız, aslen betona tapanlar Selçuklu’ya, Osmanlı’ya, Cumhuriyet’e en büyük darbeyi vurmuş durumda. İnsanların acısı yüzlerinden okunuyor. Hangi insanların? Nâzım’ın mahpus tutulduğu şehri bilen, Aziz Nesin’in sürgünlüğünden haberdar, Tanpınar’dan Bursa’yı dinlemiş olanlar. Diğerleri? Bataklığın içinde olup, nerede yüzdüğünün farkında olmayanlar…
Erken saatte yayınevi çalışanlarıyla kahvaltı ettik, ardından fuarın yolunu tuttuk. Eskiden futbol maçlarının kapısında rastladığımız tükürük köfteciler, sucuk ekmekçiler arasından sıyrılıp girdik içeri. Büyük bir tenhalık karşıladı bizi. Saygı Öztürk imzada komşum. Arada söyleştik. Büyük siyasal meselelerin içinde boğulmuşuz. Mesleğin etik ölçülerinden söz ettik. Ben: “Hakan Çelik, Hande Fırat hiç utanmıyor mu?” diye sordum. Anlaşılan utanmak bize mahsus, onlar adına utanıyoruz… Söyleşi salonuna giderken tedirgindim, kimsecikler yok fuarda, kendi kendime mi konuşacağım diye düşündüm. Garip, bir anda beliriverdi insanlar. Günün erken saatinde içten bir dost kalabalığa konuştum. Bursa’ya dair biraz sitemli konuşunca, Bursalı devrimci, cumhuriyetçi dostlar “Aşk olsun biz buradayız” dediler. İnsan bir mucize…
İmza zamanları güzel geçiyor. Sırada ısrarla bekleyen, ardından üç beş dakika içinde sevgisini, kaygılarını açan okurlardan ne çok bilgi alıyorum, paylaşıyorum. Bir türbanlı genç kadın kitaplarıma nasıl sevdayla sarılmıştı. Ah o önyargı yok mu? Kaç fuardır muhafazakâr kadın okurlarla karşılaşıyorum, nasıl da kitap kurdu olmuş ve dostlukla geliyorlar yanıma… İnsan boyun eğmiyor işte…
2
Mersin ve Adana’ya “Mırıldandıklarım/ Haykırdıklarım” turnesi için yola koyulduk. Adana’yı çocukluğumdan tanırım. İstanbul’dan Antakya’ya aile ziyaretlerine otobüsle gidilirdi. Yol yirmi dört saat sürerdi. Belleğimde gecenin en koyu anında, uykunun en yumuşak zamanında verilen molalar kalmış. Dar alanda üst üste onlarca insan… O zamanlar sigara içilirdi otobüslerde. Çocuk ağlamaları, bazen kavgalar. Kulağıma çalınan Arapça… Toroslar’dan geçerken uyandırırdı babam beni. Dağları gösterir, öyküler anlatırdı. Günün doğumunu ilkin bu yolculuklarda gördüm. Karanlıktan aydınlığa geçişi… Toroslar’ın tepesi hep karlı… Kimi zaman dar yollardan geçilir, riskli, beceri isteyen dönemeçlerden dönülürdü. Adana Otogarı’nı anımsıyorum. Yarım saat mola verilir, kapı açılır açılmaz satıcılarla tanışılırdı. Bici Bici’yi orada tanıdım. Artık Antakya yakın sayılırdı değil mi, oysa o son birkaç saat tüm yolculuktan beterdir…
3
Akşam gösteri pek kalabalık değildi. Bizim “Nazım Hikmet Kültür Merkezi” çevresi her yerde çölde vaha. Düşünsel seviyeleri, komünizme olan bağları tam… Bir avuç insan, birlikte olmanın tadına vardık. İnsanlar kitaplarıma da yoğun ilgi gösterdiler. Özellikle okurun soruları beni mutlu ediyor. İçinde soru olmayan, bir başka kitabın kapısını aralamayan yapıtlar çöptür. Her gittiğim yerde ölçüt sorunundan söz ediyorum. Gösteri sonrası kurulan sofraların keyfi başkadır. Gece geç saate kadar oturduk. Elbet kebaplar geldi, rakı şalgamla içildi. Nereye baksak, artık gına getiren ‘evet’ pankartlarını gördük. Buna tepki vereceğini gözlüyorum insanların. Düşünmek, yaşamak, sevmek yasak! Sabah Mersin’e doğru yola koyulacağımız için pek de serserilik edemedik…
Orhan Kemal’in şehrinde uykuya dalmak ne güzel…
4
İlkin Tarsus’a doğru yola koyulduk. Sabah erken kalkıp yazılarımı tamamladım. Yazarlık işçilik. Gençler cefasına katlanmak istemiyor yazarlığın, hemen alkış peşindeler. Öğleden sonra şahane bir Tarsus evi avlusunda söyleşi yapacağız. Gün ortasında kim gelir diye de kaygılanıyorum. Uğur’un anneanneden kalan evi burası… Avlusu genişçe, yazlık sinema ve atölye mekânı yapmış. Bu güzel evin iki odası kütüphane olmuş. Gençlere tiyatro dersi de veriyorlar. İmece usulü çıkarsız bir yapılanma… Tarsuslu filozofların büstlerini görünce seviniyorum. Burası da çölde vaha! Eskiden ilericiydi buralar. Adı “Aratos” bu merkezin. Bir de yerel dergi var, geçmişi uzunca zamana yayılan… Uğur, okuma yazma bilmeyen kadınlara da ders veriyor. İnsan bir mucizedir. Direniş her yanda…
Çok sevdiğim Mersin’e geldik. İtiraf edeyim arsızca yumulduk tantuniye. Çocukluğumdan beri sıkça gelirim Mersin’e. Hep sevgiyle karşıladı insanlar bizi. Yazarlığıma, tiyatroculuğuma dair şahane anılarım var. Yenişehir Belediye Başkanı İbrahim ağabeyi çok severim. Bana uygun biri, aykırı. Yürekli bir sosyalist… Belki Türkiye’nin en güzel kültür merkezlerinden birini yaptı. Keyif duyuyorum her gittiğimde. Mersin memleketin sinir uçlarından biri… Farklı Alevi gruplar, Kürtler, milliyetçiler, siyasal İslamcılar iç içe ve bıçak sırtında yaşanıyor. Hep korktum bu barışa darbe vurulur diye… Gösteriyi yine bir avuç yürekli seyirciye yaptık. Yine içten bir bağ ile sarıldı boynuma dostlar.
Galiba artık yığınların alkışına ben de tepkiliyim. Yüzünü aynı yana dönmüş yoldaşlarla olmak istiyorum. Tarsus’ta yaşı ilerlemiş devrimcilerle umut buldum, Mersin’de on yedi yaşında “Boyun Eğmeyen” gençlerle. İnsan tükenmez… Tükenmiyor…
5
Çok koşturuyorum ve halen yirmi yaşında olduğumu sanıyorum. Bazen ağır bir yük binmiş gibi sırtıma, aşılması güç yorgunluğa yeniliyorum. “Hayır” kampanyalarına ucundan da olsa katkı yapmak için çırpınır haldeyim. TED İstanbul’dan davet almıştım, sabah sekizde koyulduk yola. Biraz da kızdım kendime. İnsanları kıramıyorum, söz veriyorum, sonra da neden bir kez bile ret edemediğimi soruyorum kendime davetleri. İyi ki de etmemiştim dediğim, şahane bir gün yaşadım ama…
Liselilerin, üniversiteli öğrencilerden daha incelikli, duyarlı olduğunu düşünürüm çoğu zaman. Elbet devlet liselerinde baskı, gericilik daha belirgin… Çöken üniversitelerden sonra, etkili oluyor bu buluşmalar. TED gençleri karşıladı önce, ardından şahane gazeteci gençlerle söyleşi yaptık. Bugün havuz medyasında görev yapan, hatta merkezde olduğunu savlayan meslektaşların utanç hallerini görünce, bu gençlere hayran oldum. Hakkımda iyi bir çalışma, okuma yapmışlar, Soruları çok etkileyiciydi. Ardından büyük salondaki söyleşiye geçtim.
Kalabalıklarda gençlere yapılan konuşmalar çok önemli. Konumuz edebiyat! Yazarlık, okurluk… Zaten bunca uyarıcı altında ezilen bu gençlere ulaşmak gerek. Öteden beri edebiyatı can sıkıcı bir uğraş gibi sundu eğitim düzenimiz. Gençlerle soru cevap bölümüne geçince çok güzel konuşmalar tanık oldu. Ardından ben bir soru sordum: “Siz ne okuyorsunuz bu sıra?” diye. Sait Faik, Sabahattin Ali, Cemal Süreya adlarını işitmek mutlu etti beni. Ama bir genç kız büyüledi. “Yusuf Atılgan okuyorum” dedi. Ben o an kanat çırpmaya başladım…
İnsan bir mucizedir, tükenmez…
6
Kaç zamandır çıkmıyorum Taksim’e. İstiklal Caddesi’ne küskünüm sanırım. Gezi Direnişi’nden sonra biz çekildik oralardan. Beton cumhuriyetinin mimarları başarmışlar. AKM çürümüş, dökülüyor artık. Bilerek ve isteyerek anılarımızı sildiler. İstiklal sadece Arap turistlere yönelik korkunç bir pazara dönmüş. Otantik olacağız diye, İstanbul’u anlatmayan bir Ortadoğu çarşısına dönmüş cadde. Oysa Halep’te güzeldir bu duygu.
Yerleri beton kaplamışlar, tramvay bir bahaneyle yok edilmiş, bir gürültü halinde mehter marşı çalınmakta. Esnaf korkunç bir yararcılıkla, nezaketten uzak üstüne atılıyor gezenlerin. Eskiden salaş bildiğimiz meyhaneler kimliğini yitirmiş tuhaf bir kılığa bürünmüşler. Kitapçıları şöyle bir gezdim, eskiden saatler geçirmek istediğim yerler ya kapanmış ya piyasaya uymuş. İçim daraldı.
Tünel’e doğru vaziyet az da olsa daha iyi. Sokak müzisyeni diye eline aldığı çalgıyı, gürültü olarak bize sunanlara cadde terk edilmiş. “Şampiyon” kokoreci bozmuş. Ya da ağzımızın tadı yok. Yapı Kredi Yayınları’na girdim, göz gezdirirken kitaplara, bir adam ve kadının gözleri parladı beni görünce. “Samsun’dan geldik, beş dakika önce sizin kitabı aldık” dedi adam. Meğer okumuş “Gece Bekçisinin Rüyası”nı, hediye etmiş kadına. Soluk oldu, umut oldu bu. İmzaladım.
İnsan sıcağı ne güzel!
Ben de bir Gülten Akın kitabı aldım kendime.
7
Halit Akçatepe öldü. Sizin için “Güdük Necmi”, benim için “Halit abi.” İçim burkuldu ama bir yandan da sevindim. Halit ağabey yaşlanacak, yatağa bağlı kalacak adam değildi. Bir gün geçmişten söz açtım ona. Hababam Sınıfı günlerinden, Kemal Sunal’dan… Gözleri bulutlandı ama yanıtı keskindi: “Ben geçmişte yaşamam, geleceğe bakarım” dedi. Yaşsız adamlardan biriydi Halit ağabey.
Bizim komşumuzdu aynı zamanda. Mahallemizin güzel insanı Kazım’ın eczanesine gelirdi her gün. Kahvesini orada içer, sohbet ederdi gelen gidenle. Kazım onun şifacısı, ilacıydı. Yalnızlık canını yakıyordu. Kızına çok düşmüştü. Sevdasıydı. Yaşlanmadı diyorum ya, bundan. Ölüm haberini alınca, son ve gerçek dostu Kazım’ı aradım.
İnsan sahiden bir mucize… Bize Halit Akçatepe’yi güzel anımsattı Kazım.
Borçluyuz ona…
Enver Ayseven / BİRGÜN
1
Bursa’ya giderken duygularım daima ikircikli. Bir yandan kültür, sanat, düşün ortamının üzerine titreyen insanlar tanıdım, öte taraftan azgın bir gericilikle karşı karşıyayım. Bursa’nın destansı güzelliği yitmiş, yerine betondan yapılar kurulmuş, berbat bir şehir mimarisi söz konusu. Muhafazakârlar diye andıklarımız, aslen betona tapanlar Selçuklu’ya, Osmanlı’ya, Cumhuriyet’e en büyük darbeyi vurmuş durumda. İnsanların acısı yüzlerinden okunuyor. Hangi insanların? Nâzım’ın mahpus tutulduğu şehri bilen, Aziz Nesin’in sürgünlüğünden haberdar, Tanpınar’dan Bursa’yı dinlemiş olanlar. Diğerleri? Bataklığın içinde olup, nerede yüzdüğünün farkında olmayanlar…
Erken saatte yayınevi çalışanlarıyla kahvaltı ettik, ardından fuarın yolunu tuttuk. Eskiden futbol maçlarının kapısında rastladığımız tükürük köfteciler, sucuk ekmekçiler arasından sıyrılıp girdik içeri. Büyük bir tenhalık karşıladı bizi. Saygı Öztürk imzada komşum. Arada söyleştik. Büyük siyasal meselelerin içinde boğulmuşuz. Mesleğin etik ölçülerinden söz ettik. Ben: “Hakan Çelik, Hande Fırat hiç utanmıyor mu?” diye sordum. Anlaşılan utanmak bize mahsus, onlar adına utanıyoruz… Söyleşi salonuna giderken tedirgindim, kimsecikler yok fuarda, kendi kendime mi konuşacağım diye düşündüm. Garip, bir anda beliriverdi insanlar. Günün erken saatinde içten bir dost kalabalığa konuştum. Bursa’ya dair biraz sitemli konuşunca, Bursalı devrimci, cumhuriyetçi dostlar “Aşk olsun biz buradayız” dediler. İnsan bir mucize…
İmza zamanları güzel geçiyor. Sırada ısrarla bekleyen, ardından üç beş dakika içinde sevgisini, kaygılarını açan okurlardan ne çok bilgi alıyorum, paylaşıyorum. Bir türbanlı genç kadın kitaplarıma nasıl sevdayla sarılmıştı. Ah o önyargı yok mu? Kaç fuardır muhafazakâr kadın okurlarla karşılaşıyorum, nasıl da kitap kurdu olmuş ve dostlukla geliyorlar yanıma… İnsan boyun eğmiyor işte…
2
Mersin ve Adana’ya “Mırıldandıklarım/ Haykırdıklarım” turnesi için yola koyulduk. Adana’yı çocukluğumdan tanırım. İstanbul’dan Antakya’ya aile ziyaretlerine otobüsle gidilirdi. Yol yirmi dört saat sürerdi. Belleğimde gecenin en koyu anında, uykunun en yumuşak zamanında verilen molalar kalmış. Dar alanda üst üste onlarca insan… O zamanlar sigara içilirdi otobüslerde. Çocuk ağlamaları, bazen kavgalar. Kulağıma çalınan Arapça… Toroslar’dan geçerken uyandırırdı babam beni. Dağları gösterir, öyküler anlatırdı. Günün doğumunu ilkin bu yolculuklarda gördüm. Karanlıktan aydınlığa geçişi… Toroslar’ın tepesi hep karlı… Kimi zaman dar yollardan geçilir, riskli, beceri isteyen dönemeçlerden dönülürdü. Adana Otogarı’nı anımsıyorum. Yarım saat mola verilir, kapı açılır açılmaz satıcılarla tanışılırdı. Bici Bici’yi orada tanıdım. Artık Antakya yakın sayılırdı değil mi, oysa o son birkaç saat tüm yolculuktan beterdir…
3
Akşam gösteri pek kalabalık değildi. Bizim “Nazım Hikmet Kültür Merkezi” çevresi her yerde çölde vaha. Düşünsel seviyeleri, komünizme olan bağları tam… Bir avuç insan, birlikte olmanın tadına vardık. İnsanlar kitaplarıma da yoğun ilgi gösterdiler. Özellikle okurun soruları beni mutlu ediyor. İçinde soru olmayan, bir başka kitabın kapısını aralamayan yapıtlar çöptür. Her gittiğim yerde ölçüt sorunundan söz ediyorum. Gösteri sonrası kurulan sofraların keyfi başkadır. Gece geç saate kadar oturduk. Elbet kebaplar geldi, rakı şalgamla içildi. Nereye baksak, artık gına getiren ‘evet’ pankartlarını gördük. Buna tepki vereceğini gözlüyorum insanların. Düşünmek, yaşamak, sevmek yasak! Sabah Mersin’e doğru yola koyulacağımız için pek de serserilik edemedik…
Orhan Kemal’in şehrinde uykuya dalmak ne güzel…
4
İlkin Tarsus’a doğru yola koyulduk. Sabah erken kalkıp yazılarımı tamamladım. Yazarlık işçilik. Gençler cefasına katlanmak istemiyor yazarlığın, hemen alkış peşindeler. Öğleden sonra şahane bir Tarsus evi avlusunda söyleşi yapacağız. Gün ortasında kim gelir diye de kaygılanıyorum. Uğur’un anneanneden kalan evi burası… Avlusu genişçe, yazlık sinema ve atölye mekânı yapmış. Bu güzel evin iki odası kütüphane olmuş. Gençlere tiyatro dersi de veriyorlar. İmece usulü çıkarsız bir yapılanma… Tarsuslu filozofların büstlerini görünce seviniyorum. Burası da çölde vaha! Eskiden ilericiydi buralar. Adı “Aratos” bu merkezin. Bir de yerel dergi var, geçmişi uzunca zamana yayılan… Uğur, okuma yazma bilmeyen kadınlara da ders veriyor. İnsan bir mucizedir. Direniş her yanda…
Çok sevdiğim Mersin’e geldik. İtiraf edeyim arsızca yumulduk tantuniye. Çocukluğumdan beri sıkça gelirim Mersin’e. Hep sevgiyle karşıladı insanlar bizi. Yazarlığıma, tiyatroculuğuma dair şahane anılarım var. Yenişehir Belediye Başkanı İbrahim ağabeyi çok severim. Bana uygun biri, aykırı. Yürekli bir sosyalist… Belki Türkiye’nin en güzel kültür merkezlerinden birini yaptı. Keyif duyuyorum her gittiğimde. Mersin memleketin sinir uçlarından biri… Farklı Alevi gruplar, Kürtler, milliyetçiler, siyasal İslamcılar iç içe ve bıçak sırtında yaşanıyor. Hep korktum bu barışa darbe vurulur diye… Gösteriyi yine bir avuç yürekli seyirciye yaptık. Yine içten bir bağ ile sarıldı boynuma dostlar.
Galiba artık yığınların alkışına ben de tepkiliyim. Yüzünü aynı yana dönmüş yoldaşlarla olmak istiyorum. Tarsus’ta yaşı ilerlemiş devrimcilerle umut buldum, Mersin’de on yedi yaşında “Boyun Eğmeyen” gençlerle. İnsan tükenmez… Tükenmiyor…
5
Çok koşturuyorum ve halen yirmi yaşında olduğumu sanıyorum. Bazen ağır bir yük binmiş gibi sırtıma, aşılması güç yorgunluğa yeniliyorum. “Hayır” kampanyalarına ucundan da olsa katkı yapmak için çırpınır haldeyim. TED İstanbul’dan davet almıştım, sabah sekizde koyulduk yola. Biraz da kızdım kendime. İnsanları kıramıyorum, söz veriyorum, sonra da neden bir kez bile ret edemediğimi soruyorum kendime davetleri. İyi ki de etmemiştim dediğim, şahane bir gün yaşadım ama…
Liselilerin, üniversiteli öğrencilerden daha incelikli, duyarlı olduğunu düşünürüm çoğu zaman. Elbet devlet liselerinde baskı, gericilik daha belirgin… Çöken üniversitelerden sonra, etkili oluyor bu buluşmalar. TED gençleri karşıladı önce, ardından şahane gazeteci gençlerle söyleşi yaptık. Bugün havuz medyasında görev yapan, hatta merkezde olduğunu savlayan meslektaşların utanç hallerini görünce, bu gençlere hayran oldum. Hakkımda iyi bir çalışma, okuma yapmışlar, Soruları çok etkileyiciydi. Ardından büyük salondaki söyleşiye geçtim.
Kalabalıklarda gençlere yapılan konuşmalar çok önemli. Konumuz edebiyat! Yazarlık, okurluk… Zaten bunca uyarıcı altında ezilen bu gençlere ulaşmak gerek. Öteden beri edebiyatı can sıkıcı bir uğraş gibi sundu eğitim düzenimiz. Gençlerle soru cevap bölümüne geçince çok güzel konuşmalar tanık oldu. Ardından ben bir soru sordum: “Siz ne okuyorsunuz bu sıra?” diye. Sait Faik, Sabahattin Ali, Cemal Süreya adlarını işitmek mutlu etti beni. Ama bir genç kız büyüledi. “Yusuf Atılgan okuyorum” dedi. Ben o an kanat çırpmaya başladım…
İnsan bir mucizedir, tükenmez…
6
Kaç zamandır çıkmıyorum Taksim’e. İstiklal Caddesi’ne küskünüm sanırım. Gezi Direnişi’nden sonra biz çekildik oralardan. Beton cumhuriyetinin mimarları başarmışlar. AKM çürümüş, dökülüyor artık. Bilerek ve isteyerek anılarımızı sildiler. İstiklal sadece Arap turistlere yönelik korkunç bir pazara dönmüş. Otantik olacağız diye, İstanbul’u anlatmayan bir Ortadoğu çarşısına dönmüş cadde. Oysa Halep’te güzeldir bu duygu.
Yerleri beton kaplamışlar, tramvay bir bahaneyle yok edilmiş, bir gürültü halinde mehter marşı çalınmakta. Esnaf korkunç bir yararcılıkla, nezaketten uzak üstüne atılıyor gezenlerin. Eskiden salaş bildiğimiz meyhaneler kimliğini yitirmiş tuhaf bir kılığa bürünmüşler. Kitapçıları şöyle bir gezdim, eskiden saatler geçirmek istediğim yerler ya kapanmış ya piyasaya uymuş. İçim daraldı.
Tünel’e doğru vaziyet az da olsa daha iyi. Sokak müzisyeni diye eline aldığı çalgıyı, gürültü olarak bize sunanlara cadde terk edilmiş. “Şampiyon” kokoreci bozmuş. Ya da ağzımızın tadı yok. Yapı Kredi Yayınları’na girdim, göz gezdirirken kitaplara, bir adam ve kadının gözleri parladı beni görünce. “Samsun’dan geldik, beş dakika önce sizin kitabı aldık” dedi adam. Meğer okumuş “Gece Bekçisinin Rüyası”nı, hediye etmiş kadına. Soluk oldu, umut oldu bu. İmzaladım.
İnsan sıcağı ne güzel!
Ben de bir Gülten Akın kitabı aldım kendime.
7
Halit Akçatepe öldü. Sizin için “Güdük Necmi”, benim için “Halit abi.” İçim burkuldu ama bir yandan da sevindim. Halit ağabey yaşlanacak, yatağa bağlı kalacak adam değildi. Bir gün geçmişten söz açtım ona. Hababam Sınıfı günlerinden, Kemal Sunal’dan… Gözleri bulutlandı ama yanıtı keskindi: “Ben geçmişte yaşamam, geleceğe bakarım” dedi. Yaşsız adamlardan biriydi Halit ağabey.
Bizim komşumuzdu aynı zamanda. Mahallemizin güzel insanı Kazım’ın eczanesine gelirdi her gün. Kahvesini orada içer, sohbet ederdi gelen gidenle. Kazım onun şifacısı, ilacıydı. Yalnızlık canını yakıyordu. Kızına çok düşmüştü. Sevdasıydı. Yaşlanmadı diyorum ya, bundan. Ölüm haberini alınca, son ve gerçek dostu Kazım’ı aradım.
İnsan sahiden bir mucize… Bize Halit Akçatepe’yi güzel anımsattı Kazım.
Borçluyuz ona…
Enver Ayseven / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder