Erdoğan yeniden partisinin başına geçti.
Ama zaten o mevkiyi hiç bırakmamıştı ki. Cumhurbaşkanlığı zaten partiliydi ve rejim de zaten başkanlıktı. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra şu lafı eden kendisiydi: “İster kabul edilsin, ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir.” Rejimi daha anayasa değişmeden değiştirmişti.
Bütün bunlara rağmen, tek adamın artık edebileceği tek bir yeni laf bulunmuyor. Kendileri de itiraf ediyorlar. AKP’nin hikayesinin kalmadığını belirtiyorlar. Durum budur.
Erdoğan’ın dünkü kongre konuşmasına yeniden göz atın isterseniz.
Üstelik daha kongre kapanmadan yandaşlar arasında son MKYK hakkında atışmalar başlamıştı bile.
*
AKP hem dünyanın hem de Türkiye’nin çok özel bir dönemecinde doğdu ve iktidara taşındı.
ABD büyük Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek istiyordu. Kendisine yeni bir aktör lazımdı.
AKP bu amaçla yaratıldı. Arap Baharı’nın başlangıç noktası aslında Tunus değil, Türkiye’dir.
*
2002’de AKP’nin en önemli hikayesi arkasındaki emperyalist destekti. Hikayeyi emperyalizm yazmıştı. AKP o hikayenin kendisiydi.
Bu parti 2011 yılına kadar iki konu üzerinden parlatıldı. Birisi demokratikleşme, vesayet rejiminden ve ordunun tasallutundan kurtuluştu. AKP demokrasi kahramanı olarak pazarlandı.
Türkiye’nin salaklaşmış sivil toplumcuları, liberalleri, bu konuda kendisine hiç beklemediği desteği sundular. Ajandasında toplumsal yaşamı dinselleştirmekten, kamuyu tasfiye etmekten, ABD’nin verdiği görevleri yerine getirmekten başka hiçbir şey yazmayan bu partiyi hep birlikte demokrat, insan hakları savunucusu yaptılar. Kürt partisinin lideri Türkiye tarihinin gördüğü en büyük halk ayaklanmasını bile Erdoğan’a darbe girişimi olarak karalayabildi.
AKP’ye siyasi hareket alanı sağlayan ilkiyle ilintili ikinci konu AB üyeliğiydi. Öyle ki, çok geniş bir çevre, özellikle de borsa simsarları, finans şirketleri AB projesini Türkiye’nin en önemli çıpası olarak kutsadılar.
Hikaye işte buydu: Demokratikleşme ve AB üyeliği.
İkisinin de olamayacağını en başından ve defalarca yazdık: AKP eliyle Türkiye otoriterleşecektir. Türkiye’nin AB’ye üye olması imkansızdır. AB çıpası emperyalistlerin Türkiye’yi, AKP’nin de emekçi sınıfları oyalama taktiğidir.
*
Bir de o dönemde uluslar arası piyasalarda likidite bolluğu söz konusuydu. Üstelik 2008 kriz sürecinde bütün büyük merkez bankaları piyasalara daha da çok para pompalamıştı. AKP’nin politikası ise mali oligarşiyi cezp edebilmek için dünyanın en yüksek faizini ödemek üzerine kurulmuştu.
Demek ki hikayenin diğer ayağını borca dayalı tüketim çılgınlığı oluşturuyor, haneler tüketici kredileriyle konutlanır, otomobillenirken, şirketler de aldıkları borcu betona yatırıyordu.
Şimdi ise, Türkiye’deki siyasi ortam likit sahiplerince riskli olarak değerlendiriliyor, sermaye girişi yavaşlıyor. Normal. Piyasa denilen, emme basma tulumba misali parayı bir oraya bir buraya pompalayıp, paradan para kazanmaktan başka nedir ki.
*
Sonuç şudur: Türkiye, 2002’de üfürülen iddiaların tam tersine: Diktayla yönetilmektedir, muhtemelen 2019 seçimlerine OHAL rejimiyle ulaşılacaktır; AB hikayesi fiyaskoyla nihayete ermiş, AKP Avrupa’nın tamamıyla kavga etmeyi başarmıştır; demokratikleşme denilen süreç AKP’nin devletleşmesiyle sonuçlanmıştır; ekonominin hali ise işsizlik, faiz ve borçluluk durumlarından bellidir.
Hiç söz etmedik ama Kürt meselesi gerçekten de çözümsüzdür. O artık yerli bir konu olmaktan çıkmış, büyük güçlerin müdahalesine muhtaç bir kıvam kazanmıştır.
*
Hikayenin hazin sonu AKP’ye biçilen bölgesel rolün bitişiyle ilişkilidir.
AKP başında kim olursa olsun; daha da baskıcı bir yönetim sistemine yönelecek, AB ile ilişkiler düzelmeyecek, ekonomideki göstergeler olumsuz yönde değişecektir.
Zaten partili başkanlık sistemine mecburiyetleri de bunlarla ilişkilidir.
İlker Belek /SOL
Ama zaten o mevkiyi hiç bırakmamıştı ki. Cumhurbaşkanlığı zaten partiliydi ve rejim de zaten başkanlıktı. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra şu lafı eden kendisiydi: “İster kabul edilsin, ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir.” Rejimi daha anayasa değişmeden değiştirmişti.
Bütün bunlara rağmen, tek adamın artık edebileceği tek bir yeni laf bulunmuyor. Kendileri de itiraf ediyorlar. AKP’nin hikayesinin kalmadığını belirtiyorlar. Durum budur.
Erdoğan’ın dünkü kongre konuşmasına yeniden göz atın isterseniz.
Üstelik daha kongre kapanmadan yandaşlar arasında son MKYK hakkında atışmalar başlamıştı bile.
*
AKP hem dünyanın hem de Türkiye’nin çok özel bir dönemecinde doğdu ve iktidara taşındı.
ABD büyük Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek istiyordu. Kendisine yeni bir aktör lazımdı.
AKP bu amaçla yaratıldı. Arap Baharı’nın başlangıç noktası aslında Tunus değil, Türkiye’dir.
*
2002’de AKP’nin en önemli hikayesi arkasındaki emperyalist destekti. Hikayeyi emperyalizm yazmıştı. AKP o hikayenin kendisiydi.
Bu parti 2011 yılına kadar iki konu üzerinden parlatıldı. Birisi demokratikleşme, vesayet rejiminden ve ordunun tasallutundan kurtuluştu. AKP demokrasi kahramanı olarak pazarlandı.
Türkiye’nin salaklaşmış sivil toplumcuları, liberalleri, bu konuda kendisine hiç beklemediği desteği sundular. Ajandasında toplumsal yaşamı dinselleştirmekten, kamuyu tasfiye etmekten, ABD’nin verdiği görevleri yerine getirmekten başka hiçbir şey yazmayan bu partiyi hep birlikte demokrat, insan hakları savunucusu yaptılar. Kürt partisinin lideri Türkiye tarihinin gördüğü en büyük halk ayaklanmasını bile Erdoğan’a darbe girişimi olarak karalayabildi.
AKP’ye siyasi hareket alanı sağlayan ilkiyle ilintili ikinci konu AB üyeliğiydi. Öyle ki, çok geniş bir çevre, özellikle de borsa simsarları, finans şirketleri AB projesini Türkiye’nin en önemli çıpası olarak kutsadılar.
Hikaye işte buydu: Demokratikleşme ve AB üyeliği.
İkisinin de olamayacağını en başından ve defalarca yazdık: AKP eliyle Türkiye otoriterleşecektir. Türkiye’nin AB’ye üye olması imkansızdır. AB çıpası emperyalistlerin Türkiye’yi, AKP’nin de emekçi sınıfları oyalama taktiğidir.
*
Bir de o dönemde uluslar arası piyasalarda likidite bolluğu söz konusuydu. Üstelik 2008 kriz sürecinde bütün büyük merkez bankaları piyasalara daha da çok para pompalamıştı. AKP’nin politikası ise mali oligarşiyi cezp edebilmek için dünyanın en yüksek faizini ödemek üzerine kurulmuştu.
Demek ki hikayenin diğer ayağını borca dayalı tüketim çılgınlığı oluşturuyor, haneler tüketici kredileriyle konutlanır, otomobillenirken, şirketler de aldıkları borcu betona yatırıyordu.
Şimdi ise, Türkiye’deki siyasi ortam likit sahiplerince riskli olarak değerlendiriliyor, sermaye girişi yavaşlıyor. Normal. Piyasa denilen, emme basma tulumba misali parayı bir oraya bir buraya pompalayıp, paradan para kazanmaktan başka nedir ki.
*
Sonuç şudur: Türkiye, 2002’de üfürülen iddiaların tam tersine: Diktayla yönetilmektedir, muhtemelen 2019 seçimlerine OHAL rejimiyle ulaşılacaktır; AB hikayesi fiyaskoyla nihayete ermiş, AKP Avrupa’nın tamamıyla kavga etmeyi başarmıştır; demokratikleşme denilen süreç AKP’nin devletleşmesiyle sonuçlanmıştır; ekonominin hali ise işsizlik, faiz ve borçluluk durumlarından bellidir.
Hiç söz etmedik ama Kürt meselesi gerçekten de çözümsüzdür. O artık yerli bir konu olmaktan çıkmış, büyük güçlerin müdahalesine muhtaç bir kıvam kazanmıştır.
*
Hikayenin hazin sonu AKP’ye biçilen bölgesel rolün bitişiyle ilişkilidir.
AKP başında kim olursa olsun; daha da baskıcı bir yönetim sistemine yönelecek, AB ile ilişkiler düzelmeyecek, ekonomideki göstergeler olumsuz yönde değişecektir.
Zaten partili başkanlık sistemine mecburiyetleri de bunlarla ilişkilidir.
İlker Belek /SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder