4 Mayıs 2017 Perşembe

Enseyi karartma zamanı - Nilgün Cerrahoğlu

İki hafta süresince Türkiye’de “bilinmeyen nedenlerden ötürü” gözaltında tutulan İtalyan gazeteci ve yönetmen Gabriele Del Grande, geçen hafta ülkesine döndü. 



Vatanına ayak basarken bir dizi açıklamada bulunan gazeteci; “İki hafta süresince özgürlüğümden niye alıkonduğumu hâlâ bilmiyorum” diyerek ekledi: “Bu sürede evet kişisel şiddet görmedim. Saçımın kılına dahi dokunulmadı. Ama gördüğüm kurumsal şiddetti!”
İnsanların hukuki gerekçe gösterilmeden böyle keyfi biçimde özgürlüklerinden mahrum bırakılmasını ‘kurumsal şiddet’ olarak betimleyen Del Grande’nin bu ifadelerini Çizme basını “ağır sözler” diye tanımladı.
Neden? Çünkü Del Grande soyut biçimde dile getirdiği “kurumsal şiddet” sözleriyle “arkasına hukukun gücünü almayan bir devlet şiddeti”ni ima etmekteydi. “Şiddet görmek için illa doğrudan fiziki şiddet görmek şart değil. Kurumsal şiddet, zaten şiddetin en büyüğü değil mi?” demeye getirmekteydi.
 
İlk çağların anlayışı
 
“Aldatıldık” diye geçiştirilen Ergenekon sürecinde ve bugün Silivri’de tutsak bulunan arkadaşlarımızın yaşadıkları “kâbus”u, “kurumsal şiddet”ten daha iyi anlatan bir ifade bulunamaz...
Geçmiş haksızlıkların hesabı asla sorulmuyor, “asla bir daha böyle hukuksuzluklar olmayacak” denmiyor... Bu cehennemin içine sürüklenişteki her yeni aşama, arkadan yeni hukuksuzluklar yaratıyor. Bu durum, süreçte toplum tarafından içselleştirilerek kanıksanıyor.
“Kurumsal şiddet” bu kadar kanıksanmış ve yerleşmiş olmasa, Silivri’de altı aydır bulunan Kadri Gürsel’in 10 yaşındaki oğlunu şimdiye dek -misal!- sade iki kez görmüş olmasına, kamuoyundan güçlü bir itiraz dalgası yükselmez miydi?
Güray Öz’ün torununun, dedesi için çizdiği bir “kelebek” resmine dahi ambargo konarak yok edilmesi, kamuoyunca bunca rahat kabullenilebilir miydi?
“Kurumsal şiddet” nasıl bu kerte yaygın olabiliyor?
Ülkemizde nasıl büyük tedirginlikler, rahatsızlıklar, altüst oluş duyguları yaratmadan sistemli biçimde hayata geçirilebiliyor?
Kafamda tam yanıtlayamadığım bu sorular dönerken Erdoğan’ın AKP’ye geri dönüş konuşmasında söylediği sözlerle yüz yüze geldim...
“Önünüze gelip gözyaşı dökenler de olabilir!” diyordu RTE; “Ben şuna inanıyorum. Acırsak, acınacak hale gelebiliriz!”
“Mors tua vita mea/Senin ölümün benim yaşamımdır!” diyen eski Roma sözünün başka bir ifadesi.
Basitleştirirsek karşılığı “Ya sen, ya ben!”/“Ya biz, ya onlar!” anlayışı oluyor.
Bu sözleri aslına bakarsanız Erdoğan ilk kez de söylememiş. Daha önce de farklı vesilelerle dile getirmiş. Ancak büyük kitlesel tasfiyelerin yapıldığı ve ülke hapishanelerine “hiç gözünün yaşına bakmadan” önüne gelenin girip çıktığı bir dönemde, her tür empati duygusundan yoksun bu ifadelerin insanın beyninde ve yüreğindeki yansımaları tabii ki çok derin katmanlı oluyor.
 
Korku rejimlerinin komutu
 
Araştırıp baktığımda bu “özdeyişin” yalnız Erdoğan söylemleriyle de sınırlı olmadığını, gerçekte bunun bir yaşam duruşuna karşılık geldiğini fark ettim. Çevremde hiç tanık olmasam da sosyal medyada bu ifadenin basbayağı bir toplumsal karşılığı olduğunu keşfettim.
Bundan kısa süre önce BBC ve CNN gibi küresel kanallardan birinde, Kamboçya’daki Pol Pot rejiminin eski işkencecilerinden biriyle yapılan bir söyleşi izlemiştim. İşkenceci kendisine dikta rejimi tarafından verilen ilk talimatın; “kimseye acımamak!” olduğunu anlatmıştı. En zor şeyin bu “acımamayı öğrenmek” olduğunu ifade etmişti.
Bizde hasseten böyle bir talimata da uzun boylu gerek yok galiba. İnsanlar nasılsa kendiliklerinden başlarını öte yana çeviriyorlar. Bunca haksızlık ve hukuksuzlukların bu kerte göz önünde yaşandığı bir yerde, ülkenin yarısı aksi durumda mevcut iktidara hâlâ oy vermeye başka nasıl devam edebilir?
Bütün bunlar nedeniyle kolaylıkla “enseyi karartmayın” diyemiyorum. Diyemediğim gibi diyenlere şaşıyorum.
Ense karartmak için bu ülkede bunca çok neden hiç bir araya gelmedi.
Enseyi bugün karartmayacaksak, ne zaman karartacağız?

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder