Türkiye İşçi Sınıfı, kendisi için sınıf olma bilincine ulaşmasının
önemli köşe taşlarından birisi de “15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi”
olarak tarihe geçen eylemlerdir.
O tarihte (1970) Adalet Partisi tek başına iktidardaydı. Süleyman Demirel de başbakan koltuğunda oturuyordu. Sonraki yıllarda bu döneme ilişkin anıları yazan saygın bir gazeteci ağabey, şöyle yazacaktı:
“DİSK, Süleyman Demirel’i yıkmak için 15-16 Haziran’ı düzenledi!”
Böylesi büyük kitle eylemleri hükümetleri devirebilir mi?
Evet devirebilir. Ama durup dururken Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) “can sıkıntısından” böyle bir eylem çağrısı yapmadı ki…
Tam tersine “can havliyle” sadece üyelerini değil, bütün işçileri “Anayasal Haklarını Savunmaya” çağırdı.
Çünkü Demirel hükümetinin sendikalar yasasında yapacağı bir değişiklikle işkolunda var olan işçilerin yüzde 10’unu üye yapamamış sendikaların toplu sözleşme yapma hakları ellerinden alınacaktı.
• • •
13 Şubat 1967’de kurulmuş olan DİSK henüz 3 yaşındaydı. En fazla da DİSK etkilenecekti. Böylece Anayasa’da var olan, işçilerin grev ve toplu sözleşme yapabilmeleri fiilen kaldırılmış olacaktı.
Fabrikalarda “Anayasal Direniş Komiteleri” kuruldu.
Yani eylem Demirel’i yıkmak için değil, Demirel’in işçilerin boynuna geçirdiği yağlı urganı fırlatıp atmak için yapıldı.
Büyük kitle eylemlerin içindeki her aşama, gelişme ve sonuçlar önceden saptandığı gibi olmayabilir. Başka dinamikler ortaya çıkar, kitleler yöneticilerinin bile üstlerinden atlayabilirler.
O tarihte DİSK’in başında son derece iyi yetişmiş bir işçi lideri olan Kemal Türkler vardı. Tarih bazen insanları getirip büyük bir sorumluluk duvarının üzerine yerleştirir. Bu sorumluluğa layık olanlar, gelişip önder haline gelirler, arkasından sürükledikleri kitleleri zaferlere taşırlar.
Bazen de göze alamazlar. Hem hareket sönümlenir, hem de yenilgi kaçınılmaz hale gelir.
Kemal Türkler, tarihi anlarda sorumluluk alarak gerçek bir işçi önderi olduğunu kanıtlamıştı. 15-16 Haziran 1970’te böyle davranmıştı.
DİSK’in aldığı direniş kararıyla fabrikalarda iş bırakılacak, en fazla fabrikalar etrafında kısa yürüyüşlerle haklı direniş halka anlatılacaktı.
Zaten eylemin ilk günü Otosan işçileri (İstanbul Koşuyolu’ndaydı. Şimdi yerinde Akasya AVM var) Taksim’e değil, Gebze’ye doğru yürüdüler. Hatta fabrikanın yemekhanesinden sorumlu müdür, işçilerin öğle yemeklerini kazanlarla Ankara Asfaltı’nda (sonradan adı E-5 olacak) yürüyen Otosan işçilerine götürüp dağıttı. Bu ince ayrıntıyı o zaman Otosan işyerinde işçi temsilcisi olan Mehmet Karaca, İZTV’deki belgeselde anlatmıştı. Karaca daha sonraki yıllarda DİSK Genel Sekreteri ve Maden-İş Genel Başkanlığı’na kadar yükselmiş bir militan işçidir.
Eylemin ikinci günü (16 Haziran) işçilerin ayak sesleri İstanbul’un dört bir yanında duyulmuştu. Türk-İş’e bağlı fabrikaların işçileri de işyerlerini terk edip sokağa çıktılar. Bu sefer bir hedef de konulmuştu:
-Taksim’de buluşalım!
En büyük işçi kitlesini Gebze’den Kadıköy’e doğru yürüyen işçi kolu oluşturuyordu. Bostancı’dan Bağdat Caddesi’ne yönelen işçileri karşılamak için Maltepe Zırhlı Tugay birlikleri, Fenerbahçe Stadı’nın yanındaki Kurbağalıdere Köprüsü üzerinde zırhlı araçlarla barikat oluşturdular. Köprüdeki birliğin başında bir üsteğmen vardı. İşçiler yaklaşıyordu. Arkada “Savaş Karargahı”düzeneği kurulmuştu. İstanbul Emniyet Müdürü, Zırhlı Tugay Komutanı general ve diğer rütbeliler yer alıyordu.
Emniyet müdürü, “ateş açın paşam” dedi. Paşa emir subayıyla köprüdeki genç üsteğmene emri iletti. Üsteğmen kaygılarını iletti. Emir subayı geri döndü, aynı emri alıp geldi:
-Ateş açacaksınız Üsteğmen, komutanın emri!
Üsteğmen, “emir tekrarı” yaparak mermilerin bulunduğu zırhlı araca doğru yürümeye başladı. Yürüdü, yürüdü, yürüdü… O kadar ağır ve gönülsüz yürüyordu ki, o mermi taşıyan araca ulaşamadan işçiler zırhlı araçların üstüne çıkmışlar, “işçi-asker el ele” sloganları eşliğinde geride duran polislere doğru koşmaya başlamışlardı. Emniyet müdürü ve paşa sinirden deliye dönmüşlerdi. Üsteğmen resmen emri uygulamamış, bu şekilde büyük bir katliamı önlemişti.
• • •
Büyük eylemler böylesi gelişmelerin önceden hesaplanmasına imkân tanımaz. O sırada köprü üzerinde devrimci bir subayın görevlendirileceğini hiç kimse önceden bilemez. Hatta üsteğmenin kendisi bile…
Tıpkı daha sonra yaşayacaklarını bilemediği gibi… O üsteğmen sekiz ay sonra gelen 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası sonrasında, tutuklanacaktı. Erenköy Zihni Paşa Köşkü’ndeki işkence tezgâhından geçecekti.
Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanıp 15 yıl hapis cezası alacaktı. 1974 Af Kanunu ile tahliye olacaktı. Sonra da Babıali’ye gelecekti. Çalıştığı her gazetede işçilerin, emekçilerin sosyal haklarını savunacaktı. Konu üzerine uzmanlaşacak, “Emek ve İnsan” armasını bütün büyük gazetelerin en tepesine çakacak ve Atilla Özsever olacaktı!
Ama o gün bunların hiçbirini bilmiyordu. Sadece kesin olan bir gerçek vardı. İşçi sınıfı büyük bir sınav vermiş, hakların nasıl savunulacağını görmüş, göstermiş, öğrenmiş ve öğretmişti. Tarihe de yazılmıştı:15-16 Haziran 1970
Nazım Alpman / BİRGÜN
O tarihte (1970) Adalet Partisi tek başına iktidardaydı. Süleyman Demirel de başbakan koltuğunda oturuyordu. Sonraki yıllarda bu döneme ilişkin anıları yazan saygın bir gazeteci ağabey, şöyle yazacaktı:
“DİSK, Süleyman Demirel’i yıkmak için 15-16 Haziran’ı düzenledi!”
Böylesi büyük kitle eylemleri hükümetleri devirebilir mi?
Evet devirebilir. Ama durup dururken Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) “can sıkıntısından” böyle bir eylem çağrısı yapmadı ki…
Tam tersine “can havliyle” sadece üyelerini değil, bütün işçileri “Anayasal Haklarını Savunmaya” çağırdı.
Çünkü Demirel hükümetinin sendikalar yasasında yapacağı bir değişiklikle işkolunda var olan işçilerin yüzde 10’unu üye yapamamış sendikaların toplu sözleşme yapma hakları ellerinden alınacaktı.
• • •
13 Şubat 1967’de kurulmuş olan DİSK henüz 3 yaşındaydı. En fazla da DİSK etkilenecekti. Böylece Anayasa’da var olan, işçilerin grev ve toplu sözleşme yapabilmeleri fiilen kaldırılmış olacaktı.
Fabrikalarda “Anayasal Direniş Komiteleri” kuruldu.
Yani eylem Demirel’i yıkmak için değil, Demirel’in işçilerin boynuna geçirdiği yağlı urganı fırlatıp atmak için yapıldı.
Büyük kitle eylemlerin içindeki her aşama, gelişme ve sonuçlar önceden saptandığı gibi olmayabilir. Başka dinamikler ortaya çıkar, kitleler yöneticilerinin bile üstlerinden atlayabilirler.
O tarihte DİSK’in başında son derece iyi yetişmiş bir işçi lideri olan Kemal Türkler vardı. Tarih bazen insanları getirip büyük bir sorumluluk duvarının üzerine yerleştirir. Bu sorumluluğa layık olanlar, gelişip önder haline gelirler, arkasından sürükledikleri kitleleri zaferlere taşırlar.
Bazen de göze alamazlar. Hem hareket sönümlenir, hem de yenilgi kaçınılmaz hale gelir.
Kemal Türkler, tarihi anlarda sorumluluk alarak gerçek bir işçi önderi olduğunu kanıtlamıştı. 15-16 Haziran 1970’te böyle davranmıştı.
DİSK’in aldığı direniş kararıyla fabrikalarda iş bırakılacak, en fazla fabrikalar etrafında kısa yürüyüşlerle haklı direniş halka anlatılacaktı.
Zaten eylemin ilk günü Otosan işçileri (İstanbul Koşuyolu’ndaydı. Şimdi yerinde Akasya AVM var) Taksim’e değil, Gebze’ye doğru yürüdüler. Hatta fabrikanın yemekhanesinden sorumlu müdür, işçilerin öğle yemeklerini kazanlarla Ankara Asfaltı’nda (sonradan adı E-5 olacak) yürüyen Otosan işçilerine götürüp dağıttı. Bu ince ayrıntıyı o zaman Otosan işyerinde işçi temsilcisi olan Mehmet Karaca, İZTV’deki belgeselde anlatmıştı. Karaca daha sonraki yıllarda DİSK Genel Sekreteri ve Maden-İş Genel Başkanlığı’na kadar yükselmiş bir militan işçidir.
Eylemin ikinci günü (16 Haziran) işçilerin ayak sesleri İstanbul’un dört bir yanında duyulmuştu. Türk-İş’e bağlı fabrikaların işçileri de işyerlerini terk edip sokağa çıktılar. Bu sefer bir hedef de konulmuştu:
-Taksim’de buluşalım!
En büyük işçi kitlesini Gebze’den Kadıköy’e doğru yürüyen işçi kolu oluşturuyordu. Bostancı’dan Bağdat Caddesi’ne yönelen işçileri karşılamak için Maltepe Zırhlı Tugay birlikleri, Fenerbahçe Stadı’nın yanındaki Kurbağalıdere Köprüsü üzerinde zırhlı araçlarla barikat oluşturdular. Köprüdeki birliğin başında bir üsteğmen vardı. İşçiler yaklaşıyordu. Arkada “Savaş Karargahı”düzeneği kurulmuştu. İstanbul Emniyet Müdürü, Zırhlı Tugay Komutanı general ve diğer rütbeliler yer alıyordu.
Emniyet müdürü, “ateş açın paşam” dedi. Paşa emir subayıyla köprüdeki genç üsteğmene emri iletti. Üsteğmen kaygılarını iletti. Emir subayı geri döndü, aynı emri alıp geldi:
-Ateş açacaksınız Üsteğmen, komutanın emri!
Üsteğmen, “emir tekrarı” yaparak mermilerin bulunduğu zırhlı araca doğru yürümeye başladı. Yürüdü, yürüdü, yürüdü… O kadar ağır ve gönülsüz yürüyordu ki, o mermi taşıyan araca ulaşamadan işçiler zırhlı araçların üstüne çıkmışlar, “işçi-asker el ele” sloganları eşliğinde geride duran polislere doğru koşmaya başlamışlardı. Emniyet müdürü ve paşa sinirden deliye dönmüşlerdi. Üsteğmen resmen emri uygulamamış, bu şekilde büyük bir katliamı önlemişti.
• • •
Büyük eylemler böylesi gelişmelerin önceden hesaplanmasına imkân tanımaz. O sırada köprü üzerinde devrimci bir subayın görevlendirileceğini hiç kimse önceden bilemez. Hatta üsteğmenin kendisi bile…
Tıpkı daha sonra yaşayacaklarını bilemediği gibi… O üsteğmen sekiz ay sonra gelen 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası sonrasında, tutuklanacaktı. Erenköy Zihni Paşa Köşkü’ndeki işkence tezgâhından geçecekti.
Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanıp 15 yıl hapis cezası alacaktı. 1974 Af Kanunu ile tahliye olacaktı. Sonra da Babıali’ye gelecekti. Çalıştığı her gazetede işçilerin, emekçilerin sosyal haklarını savunacaktı. Konu üzerine uzmanlaşacak, “Emek ve İnsan” armasını bütün büyük gazetelerin en tepesine çakacak ve Atilla Özsever olacaktı!
Ama o gün bunların hiçbirini bilmiyordu. Sadece kesin olan bir gerçek vardı. İşçi sınıfı büyük bir sınav vermiş, hakların nasıl savunulacağını görmüş, göstermiş, öğrenmiş ve öğretmişti. Tarihe de yazılmıştı:15-16 Haziran 1970
Nazım Alpman / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder