Esas olan Türkiyeci, Atatürkçü ve çağdaş uygarlıktan yana olabilmektir.
Atatürk bu nedenle “Ne mutlu Türküm diyene” sözü ile kendi kimliğimizi, kültürümüzü etnik ayrımcılıklardan soyutlamış: çağdaş, uygar, laik ve demokratik bir tanımlama getirmiştir.
Osmanlı’nın son dönemindeki İngilizci, Amerikancı ya da Almancı ifadelerinden hiçbir farkları yoktur, bugünkü “çakma” sözcüklerin.
İçeride biz kendimiz olmadıkça, Türkiye “Türkiye” olmadıkça, Amerikancı ya da Rusçu olmak kötü sonucu değiştirmez.
Meseleye sadece “ideolojik olarak ya da her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak” diye bakanlar Amerikancılığa, Rusçuluğa ya da Arapçılığa soyunurlar.
Türkiye’nin bu coğrafyadaki konumu, ülkeyi bu tür, kaotik yaklaşımların hep içinde tutmuştur. Örtülü ve açık mandacılık hep var olmuştur.
De Gaulle, “Uluslararası ilişkilerde ideolojiler değil ulusal çıkarlar esastır” dememiş miydi? Bunu ondan önce de en iyi uygulayan insan büyük Atatürk olmuştur: Kurtuluş Savaşı’nda ve Cumhuriyetin kuruluşunda Sovyetler Birliği’ni arkasına alarak (kullanarak) Avrupa’nın Sevr dayatmasını önlemiş ve Lozan’a ulaşmıştır.
Moskova’ya veya Londra’ya dayanmamış: Amerikan ya da İngiliz mandacılığına karşı çıkmıştır. Batı ile Doğu arasında denge kurarak Türkiye’nin bütünlüğünü ve ulusal çıkarlarını korumuştur.
40’lar ve 90’lar
Türkiye 40’ların sonunda Atatürk Türkiye’sinin politikasından uzaklaşmış, “Batı kulübünün eşit üyesi değil, bağımlısı” durumuna sokulmuştur.
90 sonrası Sovyetler dağılınca da, İslamcılar aracılığı ile BOP’un uygulayıcısı haline getirildik. Bu iki darbe, ülkeyi bugünkü kaosun içine soktu.
Dün Gülen ve PKK ile yakın duranlar, 15 Temmuz 2016’da ABD ve FETÖ’den darbe yiyince, ardından Avrupa ile kriz yaşayınca şaşırdılar;
“Bizim de siyasal İslamcı olarak Batı’dan kopmak işimize gelir”, Rusya’ya dönelim demeye başladılar. Oysa ABD, AB, Rusya ve Çin “Ortadoğu’da ve Pasifik’te çok daha büyük pazarlıkların içindeler”.
Eğer yarın ABD ve Rusya, Ortadoğu’da yakınlaşırsa birini bırakıp diğerine yanaşan iktidar (ve Türkiye) yeniden ortada kalmaz mı?
İdeolojik boyut
İşin ideolojik boyutunu Türkiye’de Turgut Özal’dan Doğu Perinçek’e, Prof. Zeyyat Hatipoğlu’ndan Prof. Özer Ertuna’ya kadar pek çok kişi ve dost ile 40-50 yıldır tartışan bir insanım. Çok da kavgasını yaptım.
50’lerden sonra Türkiye’de üç temel ideoloji etkili oldu. Radikal kapitalistler, katıksız Asyacı sosyalistler ve siyasal İslamcılar. Üçü de birleştirici değil kutuplaştırıcı etki yaptı.
Düşünürlerin ve siyasetçilerin kafalarındaki şahsi tercihleri ile uluslararası ilişkilerin ulusal çıkarlara hizmet eden “akılcılığı” ayrı şeylerdir, çok kere de çatışırlar.
Siyasilerle birebir görüşme ve tartışmalarımda da bunu gördüm. Demirel, Ecevit, Özal, Çiller, Yılmaz, Gül ve Erdoğan ile bu konuları aynı masada, yüz yüze konuşmuş bir insan olarak bunları “Yolumun Kesiştiği Ünlüler” kitabımda tek tek yazdım, ortaya çıkardım.
Ve Atatürk’ün büyüklüğünü daha iyi gördüm. Bir denge insanı olarak Türkiye’nin politikasını, ekonomisini, kültürünü “ulusal çıkarları ve kimliği ile, çağdaş uygarlık değerlerini bütünleştirerek bir sentez yapmıştır”.
Doğu ve Batı arasında karşılıklı çıkarlarımızı dengeli bir biçimde korumuştur.
Amerikancılık, Rusçuluk ve Arapçılıktan önce bizim “biz olmamız” gerekir: siyasal partilerimizle, parlamentomuzla, demokrasimizle, çağdaş uygarlık değerleri ile bütünleştirdiğimiz ulusal kimliğimizle... Kendimizi Amerikanlaştırmadan, Ruslaştırmadan, Araplaştırmadan, biz kendimiz olalım ve Atatürk’te birleşelim, tek çıkış yolumuz budur, gerisi mandalaşma ve sömürgeleşmedir, hangi uçtan olursa olsun.
İdeolojik öncelikler ve dinci saplantılar yerine ulusal çıkarlar, çağdaşlaşma ve hukukun üstünlüğü için varımızı yoğumuzu artık ortaya koymalıyız.
Erol Manisalı / CUMHURİYET
Atatürk bu nedenle “Ne mutlu Türküm diyene” sözü ile kendi kimliğimizi, kültürümüzü etnik ayrımcılıklardan soyutlamış: çağdaş, uygar, laik ve demokratik bir tanımlama getirmiştir.
Osmanlı’nın son dönemindeki İngilizci, Amerikancı ya da Almancı ifadelerinden hiçbir farkları yoktur, bugünkü “çakma” sözcüklerin.
İçeride biz kendimiz olmadıkça, Türkiye “Türkiye” olmadıkça, Amerikancı ya da Rusçu olmak kötü sonucu değiştirmez.
Meseleye sadece “ideolojik olarak ya da her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak” diye bakanlar Amerikancılığa, Rusçuluğa ya da Arapçılığa soyunurlar.
Türkiye’nin bu coğrafyadaki konumu, ülkeyi bu tür, kaotik yaklaşımların hep içinde tutmuştur. Örtülü ve açık mandacılık hep var olmuştur.
De Gaulle, “Uluslararası ilişkilerde ideolojiler değil ulusal çıkarlar esastır” dememiş miydi? Bunu ondan önce de en iyi uygulayan insan büyük Atatürk olmuştur: Kurtuluş Savaşı’nda ve Cumhuriyetin kuruluşunda Sovyetler Birliği’ni arkasına alarak (kullanarak) Avrupa’nın Sevr dayatmasını önlemiş ve Lozan’a ulaşmıştır.
Moskova’ya veya Londra’ya dayanmamış: Amerikan ya da İngiliz mandacılığına karşı çıkmıştır. Batı ile Doğu arasında denge kurarak Türkiye’nin bütünlüğünü ve ulusal çıkarlarını korumuştur.
40’lar ve 90’lar
Türkiye 40’ların sonunda Atatürk Türkiye’sinin politikasından uzaklaşmış, “Batı kulübünün eşit üyesi değil, bağımlısı” durumuna sokulmuştur.
90 sonrası Sovyetler dağılınca da, İslamcılar aracılığı ile BOP’un uygulayıcısı haline getirildik. Bu iki darbe, ülkeyi bugünkü kaosun içine soktu.
Dün Gülen ve PKK ile yakın duranlar, 15 Temmuz 2016’da ABD ve FETÖ’den darbe yiyince, ardından Avrupa ile kriz yaşayınca şaşırdılar;
“Bizim de siyasal İslamcı olarak Batı’dan kopmak işimize gelir”, Rusya’ya dönelim demeye başladılar. Oysa ABD, AB, Rusya ve Çin “Ortadoğu’da ve Pasifik’te çok daha büyük pazarlıkların içindeler”.
Eğer yarın ABD ve Rusya, Ortadoğu’da yakınlaşırsa birini bırakıp diğerine yanaşan iktidar (ve Türkiye) yeniden ortada kalmaz mı?
İdeolojik boyut
İşin ideolojik boyutunu Türkiye’de Turgut Özal’dan Doğu Perinçek’e, Prof. Zeyyat Hatipoğlu’ndan Prof. Özer Ertuna’ya kadar pek çok kişi ve dost ile 40-50 yıldır tartışan bir insanım. Çok da kavgasını yaptım.
50’lerden sonra Türkiye’de üç temel ideoloji etkili oldu. Radikal kapitalistler, katıksız Asyacı sosyalistler ve siyasal İslamcılar. Üçü de birleştirici değil kutuplaştırıcı etki yaptı.
Düşünürlerin ve siyasetçilerin kafalarındaki şahsi tercihleri ile uluslararası ilişkilerin ulusal çıkarlara hizmet eden “akılcılığı” ayrı şeylerdir, çok kere de çatışırlar.
Siyasilerle birebir görüşme ve tartışmalarımda da bunu gördüm. Demirel, Ecevit, Özal, Çiller, Yılmaz, Gül ve Erdoğan ile bu konuları aynı masada, yüz yüze konuşmuş bir insan olarak bunları “Yolumun Kesiştiği Ünlüler” kitabımda tek tek yazdım, ortaya çıkardım.
Ve Atatürk’ün büyüklüğünü daha iyi gördüm. Bir denge insanı olarak Türkiye’nin politikasını, ekonomisini, kültürünü “ulusal çıkarları ve kimliği ile, çağdaş uygarlık değerlerini bütünleştirerek bir sentez yapmıştır”.
Doğu ve Batı arasında karşılıklı çıkarlarımızı dengeli bir biçimde korumuştur.
Amerikancılık, Rusçuluk ve Arapçılıktan önce bizim “biz olmamız” gerekir: siyasal partilerimizle, parlamentomuzla, demokrasimizle, çağdaş uygarlık değerleri ile bütünleştirdiğimiz ulusal kimliğimizle... Kendimizi Amerikanlaştırmadan, Ruslaştırmadan, Araplaştırmadan, biz kendimiz olalım ve Atatürk’te birleşelim, tek çıkış yolumuz budur, gerisi mandalaşma ve sömürgeleşmedir, hangi uçtan olursa olsun.
İdeolojik öncelikler ve dinci saplantılar yerine ulusal çıkarlar, çağdaşlaşma ve hukukun üstünlüğü için varımızı yoğumuzu artık ortaya koymalıyız.
Erol Manisalı / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder