12 Eylül 2017 Salı

Tarımda ne oldu ve ne yapmalı? - OĞUZ OYAN

1980'lerdeki programın başlarında, sanayisizleştirme sürecine sokulan ve ithalat bağımlılığı yükseltilen Türkiye'de geriye 3-T (Tarım-Ticaret-Turizm) üzerinde uzmanlaşma alanı bırakılıyor diye yazmıştım. Ama 1980 sonlarına gelmeden bu saptamaya önemli dipnotlar da düşerek: Bunların da geçici görülmesi gerektiğini, tarımda desteklemelerin azaltılmasının ve tarımsal KİT'lerin özelleştirilmesinin dışa bağımlılığı pekiştireceğine, büyük perakende devlerinin iç ticaret pazarını sadece yerli sermayeye bırakmayacağına, turizmde de sonuçta tur operatörlerinin iç piyasayı denetleyeceğine dikkati çekmiştim.


1989'da dış dünyayla sermaye hareketlerine serbesti getirilirken  3-T'yi olumsuz etkileyen yukarıdaki gelişmeler 1990'larda iyice yerleşmeye başlamıştı. Ama uluslararası finans kuruluşlarının daha fazla yüklendiği alan tarımdı.  Bunların telkinleriyle tarıma yönelik neoliberal bir program ekonomi bürokrasisine aşılanmaya başlanmış, zaten neoliberalizmin savunucusu olan siyasilerin 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı'na (1996-2000) damga vurmaları da sağlanmıştı. (T. Çiller'in,  önüne getirilen ilk plan tasarısını geri çevirip, IMF patentli bir neoliberal anlayışla yeniden yazılmasını sağladığı iyi biliniyor). Bu plana göre tarımsal desteklerin yükü taşınamayacak boyutlara gelmişti ve destek biçimleri de piyasaya müdahaleleri içerdiğinden değiştirilmeliydi. Temmuz 1998'deki IMF Yakın İzleme Anlaşması'ndan sonra 9 Aralık 1999 tarihli Niyet Mektubu ile 1 Ocak 2000'den itibaren yürürlüğe sokulan IMF İstikrar Programı da bunları söylüyordu.

Ve gereği yapıldı. Tarım, tüm sektörler içinde en büyük altüst oluşa sahne olan sektör oldu. Bu, tarımın kendi tarihine kıyasla da en büyük ikinci (birincisi 1950'lerde) dönüşümü geçirdiği dönem oluyordu.

Dönüşümün ana ekseni şunlardı:
(i) Tarımsal desteklerin miktarı köklü bir biçimde daraltılacaktı;
(ii) girdi ve ürün fiyatlarına müdahale eden destek biçimleri derhal uygulamadan kaldırılacaktı;
(iii) bu bağlamda, girdi fiyatlarını üretici lehine etkileyen tarımsal KİT'ler (örneğin TÜGSAŞ, İGSAŞ, TİGEM, Yem Fabrikaları gibi) özelleştirilecek veya tasfiye edilecek (bunlara kredi girdisi sağlayan TC Ziraat Bankası da dahildi kuşkusuz); ürün fiyatlarını gene üretici lehine etkileyen destekleme kuruluşu niteliğindeki KİT'ler (örneğin, TEKEL, Şeker Fabrikaları AŞ. gibi) özelleştirilir veya faaliyetleri sınırlandırılırken (TMO), kooperatif ortakları lehine fiyat ve girdi düzeylerine müdahale eden Tarım Satış Kooperatif Birlikleri-TSKB'ler de küçültülecek, işlevsizleştirilecek ve mümkün olduğunda tasfiye edilecekti; (iv) bütün bu tahribatları bir geçiş dönemi boyunca katlanılabilir kılmak üzere üreticiye üretiminden bağımsız olarak ödenecek bir doğrudan gelir desteği (DGD) sistemi getirilecekti.

Programın ana hedefi ise Türkiye tarımının dıştan gelen ekonomik saldırılara karşı kendini korumaya ayarlanmış destek ve iç pazarı koruma mekanizmalarının berhava edilmesiydi. Tarımsal KİT'lerin tasfiyesi yoluyla hem yabancı girdi (tohum, gübre, ilaç, yem) tekellerinin hem de tarımsal ürün fazlalarını akıtacak kanallar arayan tekellerin önü açılmış olacaktı. Küçük/zayıf üreticinin yükselen girdi maliyetleri, maliyetleri karşılamayan fiyat oluşumları ve oturduğu yerden DGD alınabildiğine ve bunun sürebileceğine dair illüzyonlar yaratılması yollarıyla üretimden çekilmesinin sağlanması ve böylece yabancı sermayenin tarıma doğrudan/dolaylı nüfuzunun yollarının açılması da bir diğer beklentiydi.

Bu program AKP öncesi son koalisyon döneminde (Ecevit'in 57. Hükümeti) başlatılmıştı, ama programı en uzun süre ve harfiyen uygulayan AKP hükümetleri oldu.  AKP, neoliberalizmi hem kendine özgü sermaye birikim süreçlerini oluşturmak ve böylece partileşme sürecini hızlandırmak hem kendi siyasi programını uygulamak adına, ama hem de Erbakan'ın "Adil Düzen" programının olumsuz etkilerini silecek şekilde kapitalizmin merkezi güçlerine güvenilir ve sadık bir müttefik izlenimi vermek adına büyük bir şevkle benimsemişti. Özelleştirme şampiyonluğu ile tarımdaki büyük altüst oluştaki ödünsüz uygulamaları, Batı'nın övgülerini uzun süre arkasına almasına yetecekti.

IMF/DB'nın Tarım Reformu Uygulama Programı (TRUP) adını verdikleri program, aslında hiçbir ülkede uygulanmamış radikallikte Türkiye'de sahneye konulmaktaydı. 2000'de ilk pilot projeleri uygulanan DGD sisteminin  toplam tarımsal destekler içindeki payının 2002'de yüzde 79'a, 2003'te yüzde 83'e çıkması, Türkiye'nin, çok uluslu tekellerin yol açıcısı olan uluslararası finans kuruluşları elinde nasıl bir oyuncağa (veya deneme tahtasına) dönüştürülmüş olduğunun hazin sonucuydu.
TRUP, bir dizi sahte/uydurulmuş gerekçe üzerine inşa edilmişti. (Sadece iktidarın emrindeki savcılar sahte iddianame yazmazlar, sahte/yalan gerekçe yazma yarışında kimse düzenin ekonomik tetikçilerinin ellerine su dökemez!). Yalanlardan birincisi, tarımsal destek yükünün aşırılığıydı. Öylesine ki, tarımsal destekleri MG'in yüzde 3'ünden yüzde 10'una kadar götüren resmi rakamlar üretilmekte ve IMF'ye sunulmaktaydı. Bunun en alt seviyesi bile bir abartıdan ibaretti ve abartılar tam da IMF/DB'nın talep ettiği gibiydi. İkincisi, mevcut sistemde destekleme paralarının hedefe ulaşamadığı, sistemde sızıntılar olduğu "kanısı" vardı, ama bunlar için bilimsel kanıt yoktu. Dolayısıyla bir kanıt icat edilmeliydi. Uydurulan masal, 1994'te Ziraat Bankası'ndan pamuk primi ödemeleri için 315 milyon dolar borçlanan Hazine'nin bu borcunu takla attırılan faizlerle 1998 yılında 18 milyara çıkarmış olmasıydı. Aslında Hazine'nin işlemi Ziraat Bankası'nı kurtarmak adına yapılmıştı; ama işte şimdi tarımsal desteklemeyi lanetlemek için bu örnek fırsata çevrilebilirdi.


Demek ki neymiş? Çiftçinin eline 315 milyon geçmiş ama aslında devletin cebinden 18 milyar çıkmışmış! Sızıntıya bakar mısınız? Çiftçi ise herşeyden habersiz, kendisinin parasının çalındığına inandırılıp IMF/DB programına destek vermesin de ne yapsın? Yaratılan üçüncü efsane, mevcut desteklemenin sadece zengin çiftçilere yarar sağladığıydı. İyi de zengin çiftçiler artık hakim tarımsal katmanı oluşturmuyormuş ne gam. Kaldı ki, ticarete açılmış üreticileri kapsadığınız ölçüde geçimlik kesimde kalanları fazla kollayamazsınız, ama bu bir kusur mudur? Ya ne yapılsaydı, öztüketim mi desteklenseydi? Daha ironik olanı şudur: DGD sistemi, mülkiyet esaslı ve dönüme göre sabit miktarlı uygulandığından, iddianın aksine, en yoksul köylülere daha az ulaşmaktaydı. Bunu henüz işin başında, Mart 2004 tarihli DB raporu bile DGD sisteminin tarımda eşitsizlikleri arttırdığını saptayarak kabulleniyordu. Ama olan olmuş, Türkiye tarımı deney kobayı olarak piyasanın tek belirleyici olduğu bir sistem içine çekilmişti. (Bu konularda daha fazla bilgi için şu makalemize gönderiyoruz: "Tarım'da IMF Gözetiminde 2000'li Yıllar", Kriz ve Maliye Düşüncesinde Değişim: İzzettin Önder'e Armağan, 2011 içinde, s.60-88).

                                                                          ***

Bu programda sonradan zorunlu zikzaklar oldu, DGD sistemi 2007/2008 sonrasında uygulanamaz oldu. Ama tortuları sistemde kaldığı gibi, yapılabilecek tahribatın (hepsi başarılamasa bile) önemli bir bölümü de gerçekleştirildi.

Programın en önemli sonuçları özetle şunlardır:
(i) Eğitimde 8 yıllık kesintisiz eğitim programıyla 2000 yılında tarımsal istihdamın payı yüzde 45'ten bir çırpıda yüzde 35'e düşmüşken, IMF/DB programının bu defa ekonomik/toplumsal etkileriyle birkaç yıl içinde bu oranda yeniden 10 puanlık bir azalma meydana geldi. Tarımsal istihdamdaki çözülme daha sonra da sürmeye devam etti. Program amacına ulaşmış, hem tarımsal aktif iş gücü, hem de ekilen biçilen alanlarda (30 milyon dönüm gibi) ciddi gerilemeler ortaya çıkmıştı.

(ii) Tarımda işçileşme, topraksızlaşma/mülksüzleşme süreçlerine eşlik eden eğilim ise, işletmelerin ufalanması yanında belirli ellerde yoğunlaşmasıydı. Sermayenin hem yerlisi hem de yabancısı tarıma daha fazla girmişti. Sözleşmeli çiftçilik de daha önce görülmemiş bir yaygınlığa ulaşmıştı. Tohum ve damızlıklar bakımından dışa bağımlılık konusunda da amaçlara ulaşılmıştı. Diğer girdiler için zaten bu yönde işleyen süreç daha da pekişmişti. Tarımsal kredilerde Ziraat Bankası'nın hegemonyası kırılmış, Tarişbank tasfiye edilerek Denizbank'a satılmış, yabancı bankalar tarımsal kredi alanına önemli bir giriş yapmıştı. Küçük çiftçiye, özel uygulamalar ve ürünler dışında, yaşam hakkı tanımayan bir yapı oluşmuştu. Dönem boyunca iç ticaret hadleri tarım aleyhine dönmeye başlamıştı. Tarımda üretici olarak tutunmak giderek güçleşiyordu.

(iii) Tarımın dışa karşı korunmasında büyük gedikler açılmıştı. Ama bu gedikler olmaksızın dahi, tarımın dış ticaret bilançosu genel olarak negatife dönmüştü. Bir zamanların net ihracatçı sektörü, şimdi son 17 yılın bilanço toplamı olarak ithalat ağırlıklı bir sektöre dönüşmüştü. TRUP hanesine "başarı" olarak yazılabilecek bir sonuç da buydu.

(iv) Tarımsal KİT'ler özelleştirilmiş, tasfiye edilmiş veya işlevleri daraltılmıştı. TSKB'ler için de benzer bir durum söz konusuydu. TSKB'ler zaten özel kooperatif kuruluşları olmakla birlikte, bunların çoğu taşınmazlarını satarak mali sektöre ve  devletin Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu'na olan mali yükümlülüklerinden kurtulmanın çaresini aramışlardı. Dolayısıyla ciddi anlamda küçülmüşlerdi ve gelecekte kaynak sorununu çözememeleri durumunda ortaklarından ürün almayı sürdürmeleri giderek güçleşecekti.

(v) Bütün bu olumsuzluklar ortaya çıkmışken, iktidar tarımı milli gelirin yüzde yarımı civarında bir toplam destekleme tutarına mahkum ederek, üreticiyi iyice dayanaksız bırakmayı seçmişti. Bu yüzde yarımlık desteği bile yönetmekten aciz kalarak (son tarım bakanının itiraf ettiği gibi, hak etmeyenlere dahi sahte belgeyle destek aktararak) tarımı iyice gözden çıkardığını da belli etmiştir.
Peki ne yapmalı? Bu yazının sözcük sınırı esasen çok aşıldığı için bu sorunun yanıtını da izleyen yazımızda ele almaya çalışalım.


                                                                            ***

Bugün 12 Eylül, iki uğursuz tarihin yıldönümü: 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ve AKP'nin darbeler sürecini başlatan 12 Eylül 2010 Referandumunun... Hem 1980'ler hem de onun tamamlayıcısı olan 2000'ler ve 2010'lar Türkiye'nin kapitalist merkezlere ekonomik/mali bağımlılığının perçinlendiği dönemler olarak tarihe geçti. Bize düşen görev bu bağımlılık ilişkilerini tarihin çöp sepetine atana kadar mücadeleye devam etmektir.

Oğuz Oyan / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder