31 Ekim 2017 Salı

Hanginiz daha zengin? - HAYRİ KOZANOĞLU

Servet raporuna göre dünyada 1542 kişinin 1 milyar doların üzerinde serveti var. Buna rağmen, raporun sorumluları zengin-yoksul uçurumunun “geri tepeceği” uyarısında da bulunuyor.

İsviçre Yatırım Bankası UBS ve çokuluslu danışmanlık şirketi Pricewaterhouse Coopers (PwC)’ın 2017 servet raporu geçen hafta yayımlandı. Geride bıraktığımız yıl dolar milyarderlerinin servetlerine servet kattıkları, toplam varlıklarının tam %17 sıçradığı ortaya çıktı.
Gerçi düşük faiz ve vergilerin kamçılamasıyla tüm dünyada borsalar yükseldi ama, 2017’de hisse senetleri ortalama % 8.5 artarken, milyarderlerin serveti bu performansı ikiye katladı. Dünyada tam 1542 kişinin 1 milyar doların üzerinde serveti bulunuyor. “Milyarderler kulübü”, toplam 6 trilyon dolarlık malvarlığını kontrol ediyor.

2017’de Çin öncülüğünde Asya’daki milyarder sayısı ABD’yi solladı. Ama hâlâ, toplam servetin neredeyse yarısı, 2.8 trilyon dolar Amerikalı süper zenginlere ait.
Raporu hazırlayan kuruluşların gelirleri, büyük ölçüde bu ultra zenginlerden elde edilen komisyonlardan ve danışmanlık hizmetlerinden kaynaklanıyor. Buna rağmen, raporun baş sorumlusu Joseph Stadler, zenginler ve yoksullar arasında açılan uçurumun “geri tepeceği” uyarısında bulunmaktan çekinmiyor.

Belli ki, UBS ve PwC velinimetlerinin varlığına yönelik bir toplumsal patlamaya karşı, uyarıda bulunma sorumluluğu hissediyorlar.

Stadler, “Bir kırılma noktasındayız. Servet yoğunlaşması Amerika’da ‘Gilded Age’ (Yaldızlı Çağ) diye bilinen dönem kadar yüksek” diyerek, 19. Yüzyıl’ın “tekeller dönemine” gönderme yapıyor.

Yine tekeller çağındayız
1870’lerden 1900’lerin başına kadar süren söz konusu zaman diliminde, ABD’de hızlı sanayileşme ve aşırı zenginleşme sosyal patlamaları getirmişti. Petrol, çelik, şeker ve pamuk az sayıda tröst tarafından kontrol edilirken; “hırsız baronlar” lakabıyla anılan Cornelius Vanderbilt demiryollarını, Andrew Carnegie çeliği, JP Morgan finansı tekelleri altına almıştı. 1901’de Theodore Roosevelt’in seçilmesiyle, “İlerici Çağ” adı verilen dönemde ise tekeller parçalara ayrılmış, servet vergileri konulmuştu.Şimdi de, ilaç, telekomünikasyon, sosyal medya, internet arama sektörleri başta olmak üzere, küresel bir tekelleşme söz konusu. Haliyle de servet, bu işkollarının “baronlarında” yoğunlaşıyor. Microsoft patronu Bill Gates’in malvarlığı 88 milyar dolar, Amazon CEO’su Jeff Bezos’un malvarlığı ise sırf perşembe günü 7 milyar dolar artışla, 90 milyar dolar olarak hesaplanıyor.
Bugün, dolar milyarderlerinin yaş ortalaması 63 iken, rapor 20 yıl içerisinde 70’e yükseleceğini öngörüyor. Haliyle zenginlerin en önemli kaygıları, vergi ödemeden bu serveti veliahtlarına aktarmak.

ABD’de “çaresizlik ölümleri”
Madem küresel milyarderlerin yoğunlaştığı başlıca merkezler ABD ve Çin, geçen haftanın buralardaki gündemlerine bir göz atmakta yarar var.
26 Ekim Perşembe günü, ABD Başkanı Donald Trump, geçen yıl ülkesinde uyuşturucu bağımlılığından 64 bin kişinin öldüğünü açıkladı. Bunlar sırf yaşamını kaybedenler; düzeni altüst olan, işini kaybeden, ailesi dağılan milyonlar da cabası. 2015 Nobel ödülü sahibi Angus Deaton’un, Anne Case ile yürüttüğü araştırma, “çaresizlik ölümlerine”, yani alkol, uyuşturucu, intihar kaynaklı vakalara, en fazla, orta yaşlı, lise ve daha az eğitimli beyazlar arasında rastlandığını gösterdi.
Peki Trump bu sosyal sorunlara çözüm aramakla mı meşguldü? Ne gezer! Aynı saatlerde Temsilciler Meclisi, Kurumlar Vergisi’ni %35’ten %20’ye indirecek, yani zenginlerin ceplerini dolduracak yasayı geçirmek çabasındaydı. Nitekim, uzlaşma sağlanıp da, Trump’ın ekonomi politikalarının rayına girdiği algısı oluşunca dolar yükseldi, TL’nin 3.80’nin üzerine fırladığı gözlendi.
Trump’ın vergi paketinin en kritik bir maddesi de, büyük toprak ve gayri menkullerin intikal vergisi. Diğer bir ifadeyle, Bill Gates benzerlerinin, milyar dolarlık mal varlıklarını varislerine kuruş vergi ödemeden geçirmelerini kolaylaştıran düzenleme.
Özetle, Trump’ın ülkesindeki dolar milyarderlerini denetim altına alacak hiçbir önleme başvurmaya, niyeti bulunmuyor. Aslında bu durum, temsil ettiği sınıf çıkarları göz önüne alınırsa şaşırtıcı değil; garip olan, seçimlerde kendisine en büyük desteğin “alkol, uyuşturucu, intihar” batağına sürüklenmiş, “yanlış bilinç” tutsağı, mavi yakalı beyaz işçilerden gelmesi.

Çin’in 318 milyarderi var
UBS ve PWC’nin araştırmasına göre, Çin’de ise, tam 318 dolar milyarderi bulunuyor. Raporun yayımlanmasından bir hafta önce toplanan Çin Komünist Partisi (ÇKP) 19. Kongresi Başkan Xi Jinping’in gücünü pekiştirmesine sahne oldu. Xi, Mao Zedung ve Deng Xiaoping’le aynı “ayar” kabul edilerek, ismi parti tüzüğünde zikredildi. Xi, kongrede özetle, Çin’in “büyük güç” haline geldiğini, artık dünya sahnesine arz-ı endam ettiğini vurguladı.
Hızlı büyüme temposuyla, Çin’de mutlak yoksulluğun gerilediği doğru. Ama bu ülkede gelir ve servet dağılımının hızla bozulduğu gerçeğini değiştirmiyor. ÇKP’nin, “nomenklatura”sı, diğer bir ifadeyle yandaş çevreleri etrafında “yeni bir burjuvazi” şekilleniyor. Ulusal Halk Kongresi’nin kendi beyanına göre, Çin’deki servetin üçte biri, “dünyaca meşhur” %1’lik kesimin “Beijing temsilcilerinin” elinde toplanmış durumda. Servetin kaynağı da, büyük ölçüde emlak spekülasyonu.Önde gelen zenginlerin birçoğu bizzat ÇKP kongresinin delegeleri.
Kısaca, Xi yolsuzlukla mücadeleyi öne çıkarırken, komünist partisinin iktidarda bulunduğu, dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin yönetiminde , ne dünyadaki, ne de kendi ülkelerindeki gelir ve servet dağılımı bozukluğu ile ilgili, ciddi bir rahatsızlık gözlenmiyor.

Lenin’e, Mustafa Kemal’e, Mao’ya saygı borcu

 Dünyanın emekçileri, ezilenleri için hâlâ tarihin en önemli kavşak noktası olan Ekim Devrimi’nin 100. Yıldönümü’ne denk gelen şu günlerde, The Economist dergisi tarafından, “21. Yüzyıl’ın çarı” ilan edilen, Rus Devlet Başkanı Putin’in servetinin 24 milyar dolar civarında seyrettiği iddiası paylaşıldı. Emperyalizme ve gericiliğe karşı çetin bir mücadele sonucu kazanılan Cumhuriyetimizin 94. Yıldönümünü kutladığımız aynı dönemde, RTE’nin de Saray’ındaki oda sayısına mütenasip bir servete hükmettiğini tahmin etmek zor değil. Trump’ı zaten önce şişkin dolarları marifetiyle tanıdık. ‘Hangisi en zengin’ sorusuna şıp diye cevap vermek gerçekten kolay değil.

Ağzımızı dolarla açıp borsa endeksiyle kapadığımız; liderlerin servet yarıştırdığı bir çağda; parayla, pulla, mal-mülk istif etmekle hiç işleri olmamış tarihi kişiliklerin sırf bu erdemlerini hatırlamak bile , V.I. Lenin’in, Mustafa Kemal’in, bir yıl gecikmeyle ‘Kültür Devrimi’nin 50. yılında Mao Zedong’un anıları önünde saygıyla eğilmek için yeter…

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Devrimci Doğan - ORHAN GÖKDEMİR

Cumhuriyetin kuruluşundan üç yıl sonra, 1926’da doğdu. Neredeyse cumhuriyetle başlayan bir hayattan söz ediyoruz. Demek ki 1960’lı yıllarda devrimle, cumhuriyetle aynı yaştaydı. Fakat 40 yıl sonra cumhuriyetin hali pek iç açıcı değildi. ABD, NATO, uluslararası sermaye ve onun işbirlikçilerinin eline düşmüştü vatan. Bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve her köşesi bilfiil işgal edilmişti. İktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet, hatta hıyanet içindeydi.
Devrimci doğanlar görüyordu; İstiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyeti doğmuştu.
Devrimci doğan devrimci ölür. Doğan Avcıoğlu bir devrimciydi. Yönünü kaybetmiş ülkesine yön arayışıdır hayatı. Sonunda yönü bulmuş ve vatanın bu yola ancak devrimle sokulabileceğini görmüştü.
Doğan Avcıoğlu Türkiye’nin en üretken aydınlarından. Sadece kitapları ile değil kurucusu ve yazıcısı olduğu dergilerle bir döneme damgasını vurdu.
“Yön” dergisi ile büyük bir aydın hareketinin öncüsü ve taşıyıcısı oldu.
“Devrim” dergisi ile bir aydın hareketi yaratmaya çalıştı. Araştırırken, yazarken hep devrimi düşünüyordu. Bir yandan Türkiye’nin çürüyen düzenini çözümlüyor, diğer yandan o çözümlemeden yola çıkarak ülkeye bir “yön” tayini yapmaya çalışıyordu. Genç cumhuriyetin eksik bıraktığı “Türklere bir tarih oluşturma” işini neredeyse tek başına omuzlamaya çalıştı. Kurtuluş savaşının tarihini yazmak gibi devasa bir işin altından başarıyla kalktı ve “Türkiye’nin Düzeni” ile Tanzimat’tan bu yana ülkenin yön arayışının çarpıcı bir analizini yaptı.
Bütün bu dönem boyunca sadece yazdıkları ile değil, yaptıkları ile de aydın hareketinin en önemli figürlerinden oldu. 1960’lı yıllar, ancak Doğan Avcıoğlu ile birlikte bakıldığında anlaşılabilir. O, bugünün olduğu kadar dünün anahtarıdır.

***

Yeni kuşaklara anlatalım bir parça… Bursa’nın Mustafakemalpaşa İlçesi’nde doğdu. Nüfus kütüğüne göre adı Mehmet Erdoğan. Babası Ahmet Celalettin ve annesi Pakize Avcıoğlu öğretmendi. Bursa Erkek Lisesi’ni ve İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Paris Siyasal Bilimler Okulu’nda master yaparken Aydın Yalçın’ın Forum Dergisi’ne yazdı. Paris’ten sonra bir süre de Londra’da kaldı. Yaşamı boyunca mücadele edeceği liberal ekonomi ve liberal demokrasi üzerinde çalışmalar yaptı.
Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nde asistan oldu dönüşte. 1956’dan itibaren, Paris’ten okul arkadaşı Metin Toker’in haftalık Akis ve Kim dergilerinde, Ulus Gazetesi’nde makaleler yazdı. 1957’de CHP Araştırma Bürosu’nda Osman Okyar, Turhan Feyzioğlu, Bülent Ecevit ve Coşkun Kırca ile birlikte çalıştı. 27 Mayıs 1960 müdahalesinden sonra Kurucu Meclis’in Temsilciler Meclisi’ne üye seçildi. 1961 Anayasası’nın hazırlanmasına katkıda bulundu.
1961’de Mümtaz Soysal ve Cemal Reşit Eyüpoğlu’yla birlikte kurduğu haftalık Yön dergisiyle siyasal düşünce ortamının yeniden şekillenmesinde etkin rol oynadı. Yön dergisi “Kemalist sosyalizm”in izindeydi. Kemalist devrimin kazanımlarını savunan ve bunu sosyalizme taşımayı savunan görüşleri büyük bir aydın hareketine dönüştü. 20 Aralık 1961’de, derginin ilk sayı için hazırlanan ve 1042 kişinin imzaladığı Yön Bildirgesi hala ülkenin siyasal tarihinin en önemli aydın çıkışlarındandır.
1962’de kurulan Sosyalist Kültür Derneği’nin önde gelen isimlerinden. “Yön arayıştı; şimdi yönün ne olduğu bellidir; devrim” diyen Avcıoğlu 21 Ekim 1969’da haftalık “Devrim” dergisini çıkardı. Devrim’de “devrim”in Kemalist aydınların yol göstericiliğinde ve Kemalist “genç subay”ların öncülüğünde geniş bir cephe tarafından Milli Demokratik Devrim olarak gerçekleştirilebileceğini öne sürdü.
Avcıoğlu devrime hazırdı ancak şartlar onun planladığından bambaşka gelişmelere yol açacaktı. 1960’ların ilerici dalgası 12 Mart’ta bir askeri darbeyle durdurulmaya çalışıldı. Darbenin ardından “orduyu başkaldırmaya teşvik” iddiasıyla tutuklandı, Ankara Mamak Askeri Cezaevi’ne tıkıldı. Yattı, çıktı. Büyük bir hayal kırıklığıyla 1973’te “pratik” işlerden çekildi.
Ancak 1960’lı yılların dalgası henüz geri çekilme noktasında değildi. Gelişmeler o askeri darbenin setini de yıkıp geçti. Arkasından 12 Eylül geldi. Devrimci doğanlar için uzun gericilik döneminin kapısı sonuna kadar aralanmıştı. Devrimci Doğan’ı işte o yıllarda kaybettik.
28 Şubat ve Ergenekon davaları da bu büyük hesaplaşmanın son adımlarıydı. 1960’lı yıllarda başlayan ikinci devrimci dalga böylece durdurulmuş oldu.
***
Cumhuriyetin devrimci döneminin kapanmasıyla baş gösteren ağır bir gerici karanlık dönemin içinden sıyrılıp geldi. Solcu olmanın, ilerici bir tutum takınmanın cezasının işkence, işsizlik, açlık, sürgün, hapis olduğu o dönemde bize “sosyalizm”i, “Kürt sorunu”nu, Nazım Hikmet’i öğretti.
Cumhuriyet yönünü kaybetmiş ve devriminden ürkmüştü. Onun yarım bıraktığı işleri hırsla, inatla, ölümüne çalışarak tamamlaya çalıştı. “Milli Kurtuluş Tarihi”ni, “Türkiye’nin Düzeni”ni, “Türklerin Tarihi”ni yazdı. Bunlar bir halk yaratmanın, ulus olmanın büyük entelektüel arayışıydı.
Avcıoğlu Cumhuriyetin ilerici birikimlerinin bir temsilcisiydi. Kapitalizme ve emperyalizme karşı ekonomik bağımsızlığı savunuyordu. İlericiydi. Gericiliğin Türkiye’deki egemen sınıfların temel tercihlerinden biri olduğunu her fırsatta söylüyor, yazıyordu.
Ülke hızla gericileşiyor, düzen cumhuriyetin kazanımlarından vazgeçiyordu. Çünkü kapitalizmin yoluna girmiş, emperyalizme bağımlı olmuştu. Öyleyse gericileşmenin durdurulmasının yolu emperyalizme ve kapitalizme direnmekten geçiyordu. O şartlarda istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyeti doğmuştu, müdafaa etti. Doğan Avcıoğlu fikriyatı ve pratiği budur.
Şöyle demişti yıllar önce: “Atatürk devrimleri hızını kaybettiğinden beri, Türkiye’yi, başta bulunanlar kim olursa olsun, toplumun en muhafazakâr kuvvetleri idare etmektedir. İsmine ister kasaba eşrafı deyin, ister toprak ve sermaye ağası deyin, mutlu azınlık deyin, bu kuvvet siyasi hayatımıza hâkim. Çok partili hayat bir dereceye kadar halka sesini duyurma imkânı getirdiği için ilerici bir adım olmakla beraber, esas itibariyle muhafazakâr kuvvetlerin durumunu sağlamlaştırmıştır. Bütün siyasi partiler onların nüfuzları altında. Parlamentoda onların türküleri çağrılıyor.”
Bugün içinden geçtiğimiz karşı devrim, Doğan Avcıoğlu tezlerinin ne kadar güncel olduğunun delilidir. Bugün de bütün siyasal partiler gericiliğin nüfuzu altında, parlamentoda, okulda, sokakta, kışlada, camide onların türküleri çalınıyor. Bugün de istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyeti yakıcı bir sorun olmayı sürdürüyor. Ve dün olduğu gibi bugün de bu gerici dalgayı durdurmanın yolu emperyalizme ve kapitalizme karşı direnmekten geçiyor.
Yarının Türkiye’si işte bu amansız mücadeleden çıkacak. Ya gerici bir dalga ile savrulan, duraklayan, gerileyen devrim tamamlanacak, ya da gericilik devrime galebe çalacak. Tezleri düne olduğu kadar yarına da ışık tutmaya devam ediyor özetle.

***

Devrimci doğan devrimci ölür. Doğan Avcıoğlu devrimci doğmuş bir cumhuriyetçiydi. Yönünü kaybetmiş ülkesine bir yön arayışıdır hayatı. Sonunda yönü bulmuş ve bunun ancak devrimle gerçekleşebileceğini görmüştü.
Ölüm yıldönümünde, 4 Kasım’da Kadıköy’de dostlarıyla, okurlarıyla, sevenleriyle toplanıp anacağız hep birlikte. Düzen karşısındaki tavizsiz duruşundan, özenle geliştirdiği fikirlerinden feyz alacağız. Ve ne yazık uğruna yaşayıp öldüğü cumhuriyetin yıkıldığı, laikliğin darmadağın edildiği bir dönemde yapacağız bunları.

Bıraktığı yerdeyiz ve başladığı noktadayız. Gericilikle mücadele ediyoruz ve sosyalist bir cumhuriyet istiyoruz. Yine yeni bir “yön” tayinine ve yeni bir “devrime” ihtiyacı var vatanın. Sözümüz var; Bıraktığını tamamlayacağız. Anıyoruz, arıyoruz, yepyeni devrimci bir Doğan görüyoruz…
Başlıyoruz!

Orhan Gökdemir/ SOL

Erdoğan Atatürkçü olursa... - KEMAL OKUYAN

Uzun adam anti-emperyalist oldu, yavaş yavaş Cumhuriyetçi oldu, şimdi de Atatürkçü oluyormuş… Herkesin Cumhurbaşkanı diyeceklermiş ona…
Yeni strateji buymuş.
CHP içinden bu stratejiye destek verecekler çıkacakmış. Erdoğan 15 Temmuz darbe girişiminden sonra değişiyormuş. Ah, bir de laikliğin değerini kavrasaymış! Ama az bekleyin, iki vakte kadar o da olacakmış.
Hal böyleyken uluslararası güçler Erdoğan’ı sıkıştıracak, onu devirmek için fırsat kollayacakmış. Bu nedenle Erdoğan’ı savunmak vatan göreviymiş.

Ne güzel değil mi, bütün yollar Erdoğan’a çıkıyor ya da  Erdoğan bütün yollara çıkıyor!

Önce şuna açıklık getirelim: ABD ve diğer NATO ülkelerinin müdahale etmediği, köşeye sıkıştırmaya çalışmadığı, şantajla terbiye etmediği tek bir başbakan ya da cumhurbaşkanı bulamazsınız bu ülkenin tarihinde. Buna en Amerikancı olanlar da dahildir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin iç dinamikleri vardır, bu ülkede siyasetçilerin davranışları sadece Beyaz Saray stratejistleri tarafından belirlenmemektedir ve de giderek semiren patronlarımızın kâr arayışları Türkiye’nin uluslararası kapitalist sistem içindeki konumunda belli değişiklikleri zorunlu kılmaktadır.
Söylediğimiz kural Amerikancılıkları hiç tartışılamayacak Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Kenan Evren, Turgut Özal, Tansu Çiller için de geçerlidir. Güçlü emperyalist ülkeler kendilerine yıllarca saygıda kusur etmeden hizmet veren aktörleri bile daha fazla kontrol etmeye, sıkı sıkıya kendilerine bağlamaya, gerekiyorsa da tasfiye etmeye çalışırlar. Burada yeni bir şey yok.

Emperyalistlerden ve uşaklarından her tür alçaklığı bekleyebiliriz.
Kimi siyasetçiler bu tür müdahaleleri uyum sağlayarak, geri adım atarak savuşturur. Kimileri ise manevra yapmayı ve arkasını güçlendirmeyi tercih eder; belki geri adım atacak yeri kalmamıştır, belki bir hesap hatası yapıyordur, belki uzlaşmanın ya da yeniden göze girmenin bedelinin çok ağır olduğunu hesaplıyordur, belki çaresiz olmadığını göstererek pazarlık masasında el yükseltiyordur.
Bunların önemli bölümünün Erdoğan için geçerli olduğunu düşünebiliriz.
Uluslararası koşullar da bu manevralar için uygundur. Emperyalist sistem içinde bir hegemonya krizi yaşanmaktadır. En tepedeki ABD en tepedeki yerini kaybetmektedir ama onun yerini alacak bir güç henüz ortaya çıkmamıştır. ABD hem bu durumun paniğini hem de benzersiz bir siyasi kilitlenmeyi yaşamaktadır. Onun hegemonyasını sürdürmesi, dünyadaki dengelere sürekli müdahale etmesine bağlıdır ama ne buna artık gücü yetmektedir ne de Çin ve Rusya onun hamlelerine izin vermektedir.
Bir garip durumdur bu; dünyanın mevcut durumundan memnun olması gereken ABD mevcut durumu değiştirmeye çalışmakta, en büyük ekonomik güç haline gelmeye başlayan Çin ise mevcut durumun değişmesini istememektedir çünkü zaman onun lehine işlemektedir!
 Burada Almanya’ya da değinmek gerek ama konumuz emperyalist dünyadaki tepişme değil.

Konumuz Erdoğan’ın Atatürkçülüğü!
Uluslararası koşullar burada şu nedenle önem kazanıyor: Emperyalist sistem ABD’den ibaret değil! Emperyalist sistem bugün bir-iki istisna ile bütün ülkeleri içine alan hiyerarşik bir yapı. Kapitalist sömürünün olduğu her yer bu kapsamda görülmeli. Bu sistemde herkes gücü oranında etkiye sahiptir, bu etkiyi başka ülkelerin ekonomik, siyasal ve kültürel yaşamını değiştirme yeteneğine kadar genişletebilen ülkelere emperyalist diyoruz. Dolayısıyla emperyalizm askeri müdahaleler, işgaller ya da bir dış politika pratiği olarak görülemez. Kapitalizmin tekelci aşamasının bir özelliğidir.
ABD ile sürtünmesi olan her ülkeye, her siyasetçiye anti-emperyalist demek cehalet değilse, sahtekarlıktır.

ABD emperyalizmine karşı olmadan devrimci, ilerici olunmayacağı çok açıktır ama tersi yeterli değildir. Dolayısıyla Erdoğan’ın ABD ile sürtünmesi ya da çelişkileri onun temel özelliklerini, değiştirmemektedir.

Zaten biraz da bu nedenle ısrarla sömürü düzenine karşı olmadan emperyalizmle hesaplaşamazsınız diyoruz.

Peki “renkli devrim” girişimlerine karşı ne yapacağız? Gerçek devrimciler yıllardır ve hemen her ülkede dolarla, CIA aklıyla, Alman vakıflarının himayesinde iş çeviren ve solculukla alakası olmayan bir muhalefet türünden uzak dururlar, durmalılar. Dahası onları teşhir görevi öncelikle devrimcilerindir. Erdoğan’ı iktidara taşıyan sözünü ettiğim işbirlikçileri de içine alan uluslararası bir operasyondu. Buna zamanında karşı duranlar, aynı operasyonla Erdoğan’ın köşeye sıkıştırılması veya alt edilmesine de karşı dururlar.

Ancak burada asıl taraflaşma Erdoğan’ın oradan oraya gezindiği düzen cephesi ile emekçi halk arasındadır. Karşı tarafta ABD ve diğerleri, bütün emperyalist sistem, patronlar, sömürü düzeni, gericilik bir bütün olarak yer almaktadır.

Erdoğan’ın kendi elini güçlendirmek için Atatürkçülüğe de başvuracak olmasının hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.

 Mustafa Kemal, 1920’lerin başında bu coğrafyadaki saflaşmada devrim safında yer alan bir liderdir. Emperyalist işgale karşı durmuştur, gericiliğe karşı durmuştur, Sovyetler Birliği ile dostluğu tercih etmiştir. Erdoğan’ın öncülleri ise diğer taraftadır. Bu gerçek manevralarla değişmez.
Demeçlerine Atatürk’ün adını ekleyerek kendini aklayacağını sanıyorsa aldanıyor.
Bunu alkışlayanlar, bundan keyif alanlar bu düzenin sürmesini isteyenlerdir; halkın çıkarları, sömürü filan onların umurunda değildir.

Kemal Okuyan / SOL

İmparatorun - Sultanın Elçileri! - ÖZGEN ACAR

Dışişleri Bakanlığı, “diplomasi mesleğini” şöyle tanımlıyor: “Tarih boyunca devletlerin ulusal çıkarlarının korunmasında ve hatta ulusların kaderlerinin tayin edilmesinde belirleyici bir rol oynamıştır.”
 
Bu nedenle bakanlığa alınan büyükelçi olabilecek “meslek memurlarının” tanımlaması ise şöyle: “Dışişleri Bakanlığı’nın görevlerinin yerine getirilmesinde, çeşitli kademelerde görev ve sorumluluk alarak diplomasi mesleğini icra eden bakanlığın yönetici kadro memurlarıdır.”

 
Bu nedenle, bakanlığa alınan “büyükelçi adayları” çeşitli alanlardaki yazılı sınavların her birinden 100 üzerinden 70 geçer not almaları yetmez, başarı sağlayanlar ayrıca sözlü sınavı da başarmak zorundadırlar. 


Adayların ve sınav kâğıtlarının nesnel ve önyargılı müdahaleden uzak bir biçimde değerlendirilmeleri “Dışişleri Bakanlığı’na, bulunduğu saygın noktada tutan en önemli öğe” özelliğini vermektedir. 


Aday meslek memurları, önce temel eğitim, sonra daha kapsamlı hazırlayıcı eğitim ile yurtiçi ve yurtdışı staj görürler. Bakanlık piramidinde yükselirken çeşitli sınavlardan geçmenin yanı sıra, başarıları, mesleğe uyumları da dikkate alınır. 


40 yıllık meslek yaşamlarının sonunda herkes “büyükelçi” olamaz!


İmparatorun Büyükelçisi Japonya’nın yeni Büyükelçisi Akio Miyajima, geçen hafta AKP Reisi Umumisi olan Sultan’a güven mektubunu sunarak göreve başladı. Miyajima’yı biraz tanıyalım:
• 1994’te Vaşington Elçiliği’nde görevliyken 30 eyaleti gezerek Kongre ve Başkanlık seçimlerini izledi.
 2001’de Nev York’ta 9 Eylül saldırısından sonra Bakanlığının Kuzey Amerika Bölümü Müdürü oldu. Başbakan Junichiro Koizumi ile ABD Başkanı George Bush’u ağırladı. İki yıl sonra Başbakan’la birlikte Bush’un Teksas’taki çiftliğinde görüşmelere katıldı.
 2013’te Londra Büyükelçiliği Müsteşarı oldu.
 Hükümetin Uluslararası Barış İşbirliği Genel Müdürlüğü’ne getirildi. 


Sultanın Büyükelçileri

Murat Mercan: Sultan, AKP’nin kurucularından, Dışişleri Mesleki kadrosu dışından Mercan’ı Tokyo’ya büyükelçi atadı. Mercan’ı tanıyalım:
*Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi. ABD’de doktora yaptı. Cleveland ve Bilkent üniversitelerinde ders verdi.
*22 ve 23. dönem Eskişehir milletvekili idi. 22. dönemde Avrupa Konseyi Parlamenterler Birliği Türk Heyeti Başkanlığı’nı, 23. dönemde Dışişleri Komisyonu Başkanlığı’nı yürüttü.
• 24. dönem seçiminde liste dışı kalınca 2012’de Enerji ve Tabii Kaynaklar bakan yardımcılığına atandı, 2014’te istifa etti. 


Abdulkadir Emin Önen: Yeni Pekin Büyükelçisi Önen, “Atasay Kıymetli Madenler Anonim Şirketi’ni” Cihan Kamer ile birlikte kurdu. 2007 seçimlerinde AKP’den Şanlıurfa milletvekili adayı olunca şirketten ayrıldığını açıkladı.
Sultan’ın oğlu Bilal Erdoğan, Burak’tan gelini Sema’nın da Atagold’da ortak olduğu çeşitli kereler yazıldı. Atasay Kuyumculuk’un sahibi Kamer’in AKP’li milletvekilleri de ilginç bağlantıları bulunuyor. Kamer, Sultan’ı ailesiyle birlikte Florya’daki konutunda sıkça ağırlıyordu.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Sultan’a Ekrem Tosun’u tanıyor musun?” diye sormuş, “Tanımıyorum!” yanıtını alınca “Oğlu Bilal’e sorsun. O da bilmiyorum derse, Cihan Kamer’e sorsun!” demişti.
23. ve 24. dönem AKP Şanlıurfa milletvekili olan Önen, Sultan’ın “başdanışmanlık” görevindeydi.
Çin Halk Cumhuriyeti’nde “ithalat ve ihracat alanında faaliyet gösteren bir danışmanlık şirketinin kurucusu” Önen, şimdi Pekin’e büyükelçi yapıldı! 


Ayşe Hilal Sayan Koytak: Dışişleri bürokrasisi dışından ilk kez bir Arap ülkesine atanan kadın büyükelçi oldu.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı iken, 36 yaşındaki ablası, Sultan’ın danışmanlığını da yapmış olan Fatma Betül Sayan Kaya’nın “bakan” olması üzerine görevinden istifa etti. 


Merve Kavakçı: Adı çok tartışılan, milletvekilliği iptal edilen ve aynı zamanda ABD vatandaşı da olan Kavakçı’nın Malezya’ya büyükelçi atanacağı temmuzda açıklanmıştı. Ancak son kararnamede yer almadı. Malezya’dan “kabul mektubunun” her nedense gelmediği anlaşıldı!


Özgen Acar / CUMHURİYET

30 Ekim 2017 Pazartesi

Bir “İslami paganizm” figürü olarak Erdoğan - TAYFUN ATAY

Neil Postman’la Camille Paglia’nın unutulmaz bir sohbeti vardır (1991). “Harper’s Magazine”, onları New York’ta bir lokantada buluşturup konuşturmuştur. Konuşma, yazılı kültür çocuğu Postman’la görsel kültür çocuğu Paglia arasında müthiş bir “münazara” olarak şekillenir. Fakat bu “kaliteli tartışma”nın asıl konusu dindir (Türkçesi için bkz. “Birikim”, Sayı: 63, Temmuz 1994, Çev. Osman Akınhay).
“Televizyon: Öldüren Eğlence” yazarı (Ayrıntı Yayınları, 1994) ve kitap "savunman"ı Postman, günümüz görsel kültürünün kitabi dinlerin içsellik ve derinliğini, dolayısıyla kutsallığını kaybettirip onları alabildiğine dünyevileştirdiği iddiasındadır. Televizyonlu bir hayatın içine doğmuş kültür eleştirmeni Paglia ise televizyonun, Hristiyanlığın özellikle Katoliklikte belirginleşen “paganik” yönüne hitap ederek aslında dünyevileşmeye değil dinselleşmeye yol açtığı kanısındadır.
Paglia’ya göre, 20’nci yüzyıla damgasını vuran sinema da, televizyon da, pop kültür de ikonlar, ikonalar yaratmak, yaymak, benimsetmek anlamında “kutsal”ı yeniden var eden “pagan” pratiklerdir. Televizyonla birlikte kutsallığa temel oluşturan ruhsal aşkınlık duygusunun yitip gittiğini söyleyen Postman’ın aksine Paglia için televizyonla birlikte kutsal, her yerdedir.

***
 
Ben bu tartışmada Postman’a yakın düşerim. Ancak Paglia’nın söylediği her şeyin kategorik olarak reddedilebileceği noktasında da değilim.
Televizyonla, ekranla, görsel kültürle birlikte görüntünün bir kült ve fetiş kaynağı olma yolunda işlevselleştiği, dolayısıyla televizyonun paganik motivasyonu kışkırttığı önerisini ciddiye almak gerekir.
Şu şartla ki yine Postman’ın vurguladığı gibi, imgelerin “sekülerleştirilmesi” (dünyevileştirilmesi) denilen eğilimin, yani hem görüntülerin sık sık verilmesinin, hem de görüntü ile ticarileştirme arasındaki “rezil” bağın dinsel sembolizmi yok etmesi, semavi tektanrıcılık kadar, pagan çoktanrıcılık için de geçerlidir. Çünkü ne kadar ikon, ikona üretim tezgahı da olsa ekran, sonuçta kutsal yaratmak (“enchantment”) değil, eğlence yaratmak (“entertainment”) peşindedir.

***
 
Bunları bana yazdıran, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ankara’da açılış törenine katıldığı Melike Hatun Camii’nde Kur’an okuduğunda ortaya çıkan “manzara”.
İki gündür sosyal medyada sular seller gibi (Postman’ın vurgusuyla, “sık sık”) akmakta olan görüntülere bakın!..

İslam’ın da şu “elektro-dijital zaman”da artık görselliğin “paganik” itkili çekiciliğine kapıldığını hissedeceksiniz!..
Hele Cumhurbaşkanı ile aynı saftaki cami imamının Erdoğan Kur’an okurken öne doğru kaykılıp elindeki cep telefonuyla çekim yapmak için kıvranışını hiç kaçırmayın!
“Din-i İslam” adına Kur’an’ın ve “Yaratıcı”nın değil, tüm somutluğuyla Recep Tayyip Erdoğan’ın öne çıktığını/çıkarıldığını düşünmeden edemeyeceksiniz!..

***
 
Cumhurbaşkanı’nın Kur’an okumasında sorun yok. Sorun, “sunum”da…
İmam-Hatip kökenli Erdoğan tabii ki Kur’an okuyacaktır. Karşımızda değme âlime, hocaya, şeyhe, hatta Cübbeli’ye, diğer “İsmail Ağa”cılara, yanı sıra Menzilcilere, Süleymancılara taş çıkartacak kadar dini iyi bilen bir siyasi lider, daha doğrusu muktedir var.
O yüzden hep söylüyoruz, bu saatten sonra tarikatlardan, cemaatlerden bir cacık olmaz.
Mesele, Erdoğan’dan Türkiye’ye, bize, hepimize ne olacağıdır!..

***
 
Bu soruya da din bağlamında, yani dine ne oluyor, ne olacak diye baktığımda, işte Ankara’daki görüntüyü Postman-Paglia tartışmasıyla buluşturarak başlığa da yansıyan sonuca varıyorum: Bir “İslami paganizm”e doğru gidiyoruz!..
Camideki görüntü, Kur’an’ın ve onun "sahibi"nin kutsallığından ziyade Erdoğan’ın kutsallığını duyumsatıp telkin etmekte bize…
Kul, Kur’an okuyacaktır. Lâkin bu kul, başkalarınca “kült” kılınmışsa, cami imamı bile nerede olduğunu, neyle vazifelendirildiğini unutup “Reis”in Kur’an tilavetini “görüntüleme” derdine düşmüşse artık ortada Allah’ın geri plana itildiği bir durum var diye düşünmek de kaçınılmazlaşmaktadır.
Bu, bilincinde olunsun olunmasın, paganizme çalan bir motivasyondur!..

***
 
Postman, televizyon-din ilişkisi üzerine kaleme aldığı notlarda meşhur Evangelist “televaiz” Jimmy Swaggart’ın herkesi ekrana kilitleyen performansını değerlendirirken şunları söyler:
“Swaggart, Tanrı’dan daha iyi oynamaktadır. Tanrı yalnızca zihinlerimizde varken, Swaggart izlenmek, hayran olunmak ve tapınılmak üzere oradadır” (“Öldüren Eğlence”, s. 135).
Postman’ın söylediklerini Melike Hatun Camii’nden yansıyan görüntülere uyarlayarak noktalayalım: Allah, yalnızca zihinlerde ve kalplerde varken Erdoğan izlenmek, hayran olunmak ve tapınılmak üzere oradadır!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Akşener rüzgârı - ERGİN YILDIZOĞLU

Bir Akşener rüzgârı esiyor. Akşener ve “İyi Parti”ye, “AKP’yi ve Erdoğan’ı iktidardan uzaklaştırabilecek, ülkeyi parlamenter demokratik hatta laik bir düzene geri götürebilecek bir güç olabilir” umuduyla bakılıyor. Aynen, 15 yıl önce AKP yükselirken (laiklik beklentisi dışında) olduğu gibi. Yine arzular, kanaatler, sistemli düşüncelerin, fanteziler de gerçekliğin yerini alıyor... 

Arzular kanaatler yerine biraz düşünce...
“Biz insanları kendileri hakkında söylediklerinden değil, yaptıklarından hareketle değerlendiririz” önermesini sol aslında çok iyi biliyor ama kimi zaman birileri nedense unutarak, “niyet okumayın” saçmalığını ciddiye almayı seçebiliyor. AKP karşısındaki deneyim, böyle unutmaların neye mal olduğunu çok iyi gösterdi.
Bu, “Yaptıklarından hareketle”, önermesini değerlendirebilmek için de “insanların bilinçlerini toplumsal varlıkları belirler” önermesini anımsamamız gerekir. İnsanın bilinci (ve bilinç dışı) bireyin olgulara tepkilerini, davranışlarını şekillendirir. Sosyolog, Bourdieu’nün habitus kavramı bu bilinci belirleyen “sosyal varlık” alanını anlamaya olanak veren güçlü bir araç sunar.
Habitus, bireyin içinde geliştiği, böylece kimliğinin şekillendiği kültürün (“davranış tarzlarının bir sonraki kuşağa genetik olmayan yollarla aktarımı”) içinde oluşan bilişsel haritaya, doğru - yanlış”, “olabilir - olamaz”, “söylenebilir - söylenemez” ikilemlerine ilişkindir. İnsanlar toplumda karşılaştıkları olguları bu habitus içinde biriktirdikleri temel bilgilerle, değerler, güdüsel mekanizmalar stokuyla anlamlandırırlar. Tepkilerini, davranışlarını, projelerini bu habitus yönlendirir.
AKP yükselirken onun liderliğini ait oldukları “habitus” içinde değerlendirebilenler, yükselişin yönünü doğru okuyabildiler ve sık sık uyardılar. Kimileri de “niyet okumayın”... “Ben yıllardır bu arkadaşlarla birlikteyim bana öyle bir niyetleri olmadıklarını söylüyorlar” gibisinden fantezilere kapıldılar. Olan olduktan sonra da “kandırıldık” filan. 

Sözler ve göstergeler
Şimdi karşımızda, “İyi Parti” (İP) var. Bu partinin liderliği, İP’yi merkez sağda AKP’nin alternatifi onun iktidarına son verecek güç olarak tanımlıyor. “AKP seçim kaybetmeyi kabul eder mi?” sorusu bir yana, İP’nin liderliğinin ait olduğu habitus, demokrasi ve özgürlükler açısından iyimser olmaya izin verecek özellikler taşımıyor. 1980 öncesine uzanan MHP geleneği, Çiller dönemi İçişleri Bakanlığı deneyimi, İP liderliğinin ait oluğu habitus ve olgulara vermesi olası tepkiler, siyasette benimseyebilecekleri projeler hakkında bize önemli ipuçları veriyor. 
 
Bugün Türkiye siyasal yaşamının sorunlarının başında, AKP’nin kurduğu devlet bir yana, laikliğe yönelik saldırılar ve Kürtlerin hak ve özgürlük talepleri geliyor. İP’nin liderinin partisini tanıtırken yaptığı konuşmada, bu iki konuya değinmeden geçmesiyse, özgürlük, siyasal istikrar, adalet, demokrasi vaat eden sözlerin içlerinin boş olduğunu düşündürüyor. 
 
İP liderinin, Anıtkabir ve Hacı Bayram Veli türbesi ziyaretlerinde sergilediği giysi, tarzları arasındaki kontrast, böylece sergilediği göstergeler de umut vermiyor. 

 Akşener’in türbe ziyaretinde başını örtmesi, muhafazakâr, hatta cinsiyetsiz giysi tarzı, türbe ziyaretinin adabına uygun bir görüntü sunuyordu. Ancak bu görüntüde, “uygun adaptan” fazla bir şey de vardı. Akşener’in özenle ve belli bir biçimde bağlanmış siyah başörtüsü ve siyah giysileriyle birlikte çarşaf izlenimi veren görüntüsü sıradan bir türbe ziyareti adabına, belli (dinci) gözler için tasarlanmış ek bir anlam katıyordu. 
 
Sonuç olarak, İP’nin liderinin konuşması, parti programı ve tüzüğü, siyasetin (sol ve sosyal demokrasinin sol kanadı dışındaki) tüm akımlarına hitap etmeye çalışıyor; bu çaba da ortaya oldukça eklektik ama kolaylıkla görülebilen, CHP’yi daha da zayıflatmaya, AKP’ye koltuk değneği olmaya aday bir Türk-İslam sentezi platformu koyuyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Cumhuriyet’e sol lazım - FATİH YAŞLI

İlanının 94. yılında bir cumhuriyetimiz var mı hâlâ? Bu soruya duygusal bir şekilde “evet” de diyebiliriz ama buradan ne bir politik mücadele, ne de bir politik mücadele programı çıkar. Cumhuriyet’in yıkıldığını, gericiliğin, despotizmin ve piyasacılığın Cumhuriyet’i, Cumhuriyet’in kuruluş paradigmasını ve kurumlarını yıktığını kabul etmeliyiz ki, “1923’ün gerisine düşmeden daha iyisini, daha eşitini, daha özgürünü kuracağız” diyebilelim.

 İşte Cumhuriyet’in 94. yıldönümündeyiz ama kim bugün Türkiye’de bir cumhuriyet idaresi olduğunu iddia edebilir ki? Anayasası yok, parlamentosu yok, kurumları iğdiş edilmiş, iktidarı tek bir kişi ele geçirmiş, ülke saraydan yönetilir hale gelmiş, demokrasi dört yılda bir sandığa gidip iktidar partisine oy vermeye indirgenmiş, olağanüstü hal süreklileşmiş, Kanun Hükmünde Kararnameler birer padişah buyruğu olmuş, tarikatlar,  cemaatler ülkeyi ve en çok da kadınları, çocukları rehin almış…

Burada cumhur da, Cumhuriyet de, yurttaş da yoktur, gericilik ve despotizm sadece kul, sadece tebaa istemektedir.

Yoksulluğun idaresi için cehalete, cehaletin idaresi için yoksulluğa ihtiyaç vardır. Bu da sürüleştirilmiş, zombileştirilmiş, itaatkâr kitleler demektir. Örgütsüz toplum, sendikasız işçi, sessiz, boyun eğen, boyun büken bir halk… Hayallerindeki ülke budur, hayallerindeki rejim tam olarak budur ve burada Cumhuriyet’e yer yoktur.

Cumhuriyet’in olmadığı yerde mesela hanedan torunları vardır. Ellerindeki tapularla “Burası dedemin” diye dolanabilirler, “Dedemin köşkünde o sergiyi yaptırmayız” diyebilirler, Osmanlı döneminde yaşasa sarayın kapısından içeri sokulmayacakları halde kendilerine “Osmanlı torunu” diyen lümpenler bunu emir telakki edip ağızlarından tükürükler saçarak sergi basabilirler, “ecdat, ecdat” diye zırvalayabilirler.

Bu bir akıl yitimidir, bu “medeniyet kaybı”dır, kültürel çoraklaşmadır, hakikatten kaçış ve fantezi evrenine sığınıştır, güya “ecdad”ı anlatan televizyon dizileriyle yapılan bitimsiz bir siyasi mastürbasyondur. Burada bir yıkım, etik, politik, toplumsal, ekonomik bir çöküş vardır. Cumhuriyet çökertildikçe teslim olunan budur, ülkeye giydirilen deli gömleği bu yıkım projesidir.
İşte bakın toplumun önüne alternatif, umut, çözüm diye koydukları son şeye: Osmanlıcı iktidarın karşısına çıkardıkları, son yıllarda yükselen yeni Türk-İslam sentezciliğin popüler tüketim nesnesi olan Kayı boyu sancağından “İYİ” diye parti adı üreten başka bir sağcılık, başka bir Osmanlıcılık. Önce Anıtkabir’de, sonra türbede fotoğraf, dinsel dozajı hafifletilmiş bir milliyetçilik, aynı anda hem Anadolu muhafazakârlığının hem kentli seküler kitlelerin teveccühünü kazanmaya oynama arzusu ama hep sağcılık hep sağcılık. Sağın karşısına alternatif diye koydukları şey aynı: Bileşimi, dozajı, değiştirilmiş, bir kadın lider figürü üzerinden imajı tazelenmiş sağcılık.

Peki sağcılığa sağcılık alternatif olarak sunulurken, Cumhuriyet’in çökertilmesi ile özsel olarak bir derdi olmayan Osmanlı sevdalıları iktidardaki Osmanlı sevdalılarına rakip olarak gösterilirken, Cumhuriyet’i kuran partiyi yönetenlerin acziyetine ve düşünsel-politik sefaletine ne demeli? Sağın alternatifi olarak yeni bir sağ parti siyaset sahnesine çıkarken, yıllardır iktidarla sağcılık yarıştırıp başarılı olamayanların, şimdi bir de muhalefetteki bir partiyle sağcılık yarıştırmasına, buradan
yürüyebileceklerine ve iktidar olabileceklerine inanmasına ne demeli?

Türkiye toplumu hızla İslamize edilirken, Türkiye toplumu milliyetçi hamasetle yönetilmeye devam edilirken, Türkiye’de siyaset adım adım sağcılaştırılırken ve tüm bunlar üzerinden Cumhuriyet’ten geriye son kalan şeyler de yok edilirken, bu yıkım projesinin diliyle konuşarak, bu yıkım projesini karşıya almayarak, hedef tahtasına oturtmayarak, bu yıkım projesiyle cepheden bir karşılaşmayı göze almayarak varılacak bir yer yoktur. Bu projenin dışında durmadıkça, bu projenin dışından konuşmadıkça, bu projeyle hesaplaşılmadıkça, bu projeye alternatif sunmadıkça buradan çıkılamaz, bu yıkım durdurulamaz, Cumhuriyet’in daha yenisi, iyisi, güzeli kurulamaz.

Bugünün Türkiye’sinde sağıyla soluyla düzen siyaseti Cumhuriyet’in yıkımının ortağıdır ve buradan bir umut devşirmeye çalışmak abesle iştigaldir, Cumhuriyet’i solsuzluk, sol korkusu, örgütlü toplumdan, örgütlü işçilerden, örgütlü köylülerden, örgütlü gençlerden korkmak yıktı, sol zayıfladıkça Cumhuriyet de zayıfladı, sol siyaset sahnesinin dışına atıldıkça Cumhuriyet ve değerleri de siyaset sahnesinin dışına düştü.Cumhuriyetçilik mi? Bugün ancak solda durarak, solu yeniden siyaset sahnesine çıkartma iradesiyle, sol değerleri toplumla buluşturarak, sol siyaseti toplumsallaştırarak ve kitleselleştirerek mümkündür. Laiklik, aydınlanma, bilim, akıl, yurttaşlık…

Bugün bunları ancak solcular savunabilir, bugün bunlar ancak solculaşarak, düzenin dışına düşerek savunulabilir. Türkiye’de yeterince sağcılık ve dolayısıyla yeterince kötülük var, Türkiye’nin ihtiyacı olan şey soldur, iyiliğin de umudun da aranacağı yer burasıdır.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Yarım kalan şarkı: Jara - ZAFER DİPER

Her yıl sevdiklerimi anmak isterim, boynumun borcudur hem; ne var ki araya o girer bu girer derken atlarım kimi doğumu da ölümü de; eylül ayında Victor Jara’yı (1932-1973) olduğu gibi.
Yıl 1987. Kadıköy Kültür ve Sanat Merkezi’ni kurmuşuz Bahariye’de (şimdi orası Şevket Çoruh’un Baba Sahne’si). Başta film gösterimi, tiyatro var; kimileyin de dinleti, açık oturum, anma günleri izlenceleri. Yapının dört yüzü aşkın bir alabilirliği (kapasitesi) var. Üç katlı. Her katta ses düzeni; gezineklerde (fuayelerde), etkinlik öncesi ve sonrası, aralarda müzik yayını yapılıyor. Seçmece çeşitli müzik topluluklarını ve gözdelerimiz Carta’yı  Yupanqui’yi, Jara’yı dinletiyoruz izleyicilere..

Bir gün, orta yaşlarda bir kadın başını uzatıyor kapıdan, yüzü ışıklar içinde: “Nerden buldunuz Jara’yı? Ben de hayranıyım da...” Alçak bir sesle ekliyor: “Çalınmıyor, bulunmuyor hiçbir yerde. Yasak olduğunu sanıyorum..” ve sonra yaklaşıp kulağıma fısıldıyor: “Acaba Jara’nın bu şarkılarını bana da verebilir misiniz?”

1996-97 dönemi. Beyoğlu Muammer Karaca Tiyatrosu’nda Ölümsüz Şarkı’yı sahneliyoruz. Duygu Durgun’un (Cumhuriyet) eleştiri yazısından yola çıkarak özetlenebilir: “Victor Jara, müzik yeteneğini törenlerde şarkı söyleyen annesinden almıştı. O bir Cantador’du (Doğa ve insan temelinden kopmadan kendisini toplumsal savaşıma adayan şarkıcılar) Sanat yaşamına tiyatroyla başlamışsa da, daha kitlesel olduğu düşüncesiyle zamanla folk müziğine ağırlık vermeye başladı. Latin Amerika, Avrupa, Asya turnelerinde; toplumsal-siyasi yaşamın bir silahı olarak gördüğü şarkılarını faşist baskılar altında yaşama göğüs geren halklar için söyledi. 1970’de sosyalist Salvador Allende başkanlığa seçildiğine, onun en önemli destekçilerinden biri haline gelen Jara, 11 eylül 1973’teki darbe sonrasında iktidara geçen Pinochet’in bir numaralı düşmanı olacaktı. Eşi görülmemiş işkencelerin ve katliamların yaşandığı Şili’de ilk tutuklananlardan biriydi Jara. Ve daha önce sayısız konser verdiği, toplama kampına dönüştürülen Estadio Chile stadyumunda işkenceyle yaşamına son verilecekti. Oyun, Jara’nın yaşamöyküsünü yansıtırken, Şili’nin yakın tarihinde yaşananları da aktarmayı amaçlıyor…”

Tüm şarkılarına ulaşmak ne zordu! Dışardan bulundu da getirtildi bir yol, sağolsun Teoman Kumbaracıbaşı’nın aracılığıyla. Şarkılarının tümünün sözleri çevrildi. Birbirinden güzel doksan iki şarkı içinde yalnızca yedisi kullanılabildi oyun içinde. Bir de “oyunlaştırma” vardı ki, ne çile! İki yıla yakın bir süre, ne uğraş! Jara üzerine çok az yazılı-basılı belge vardı. Prof. Dr. İlhan Başgöz, büyük katkı sundu Amerika’dan. İndiana Üniversitesi kütüphanesinden parça parça tıpkıçekimlerle(fotokopi) Türkiye’de olmayan toplam üç kitap gönderdi. Topluluğumuzdaki arkadaşlardan Özgür Atanur, Americas Watch Comitee/Chile: 1973-1983; Ceyda Aşar, Fear in Chile; ve oyuna ana kaynak olan, eşi Joan Jara’nın 1983 yılında yazdığı Victor: An Unfished Song, Pınar Öğünç yanınca çevrildi. Bu yapıtlar oyun için Türkçeleştirilmişti, kitap olarak basımları yapılmadı. Ama şimdilerde Algan Sezgintüredi çevirisiyle (Versus Yayınları) kitapçılarda: “Yarım Kalan Şarkı: Victor Jara”...

Bu önemli yaşamöyküsünü okumaya geçmeden, siz yine de genelinde Latin Amerika, özelinde Şili üzerine yapıtları tarayarak belleğinizi tazeleyebilirsiniz belki. Şili’de seçimler sonucu yönetime gelen Allende hükümeti ülkeye nasıl bir düzen getirmeye çalışmış; kimden-kimlerden yana olmuş, neleri devletleştirmiş, ulusallaştırmış, halkı ve ülkesinin gönenci, bağımsızlaşması için ne yollara başvurmuş ki bunların üzerine kimler neleri nasıl yapmış, yaptırmış; faşist Pinochet cuntası kimlerin desteği ile Şili Askeri Darbesi’ni gerçekleştirmiş...

Pinochet, 10 Aralık 2006’da, ne yazıktır ki yatağında öldüğünde, doksan bir yaşındaydı. Bir açıklamasında, dönemindeki olaylarla ilgili “siyasi sorumluluğu” üstlendiğini duyurmuş: “Yaşamımın sonuna yaklaşırken, kimseye kin beslemediğimi, ülkemi her şeyden çok sevdiğimi açıkça belirtmek istiyorum.” demişti. “Ülkesini çok sevdiği için”miş(!); kanı donuyor insanın.
Şili Hakikat ve Adalet Komisyonu, 1973-1990 arasındaki Pinochet diktatörlüğü sırasında,  3095 kişinin öldürüldüğünü, bunların 1000’inin ‘yitik’ olduğunu açıklamıştı.

 Jara’nın son anlarını Şili’deki Pravda muhabiri Vladimir Çernisev’den öğreniyoruz: “Victor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, gardiyanların ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Victor’un ellerini kırdılar. Artık gitar çalmıyordu, ama zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar...” Victor Jara’nın ölü bedeni dört gün sonra bir sokakta bulundu. Ağır işkencelerden geçirilmiş ve kurşunlarla delik deşik edilmiş...

Zafer Diper / BİRGÜN

29 Ekim 2017 Pazar

Diplomasi dili, antiemperyalizm ve Trump “tipolojisi” - TANER TİMUR

Mustafa Kemal Paşa işgalcilerle savaşa ve İttihatçıların bıraktığı enkazı temizleme girişimine şu unutulmaz sözlerle başlamıştı: “Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz.” Cumhuriyet’in 94. yıldönümünü kutlarken, bu cümleler yerli yersiz yeni bir “İstiklal Savaşı”ndan söz edenlerin kulağında küpe olmalıdır.

Sizce Trump nasıl bir “tipoloji”dir?
Sizi bilmem, ama Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump’ı, “medeniyet olayını şekil olarak değerlendiren bir tipoloji” olarak tanımladı. 20 Ekim’de, İbn Haldun Üniversitesi’nde, “Medeniyetler Şurası” kongresini açış konuşmasında! Ve sonra da nedenlerini şöyle sıraladı: Müslümanlar hakkında “terörist” sıfatını kullanması; üstelik onları ülkesinden “kovmaya” kalkması; kendisini ABD’ye davet edip, sonra da korumalarına tutuklama kararı çıkartması vb.. Noktayı da yine kendisi koydu: “Kimse kusura bakmasın, ben bu ülkeye medeni demem”!
Biliyoruz, Erdoğan “ilk”lerin adamıdır ve bu da bir “ilk”ti. Cumhuriyet tarihimizde ilk kez bir cumhurbaşkanı, ABD ve Başkanı hakkında bu şekilde aşağılayıcı sıfatlar kullanıyordu. Belki yeterince farkına varılmadı, ama Türkiye-ABD ilişkilerinde Rubikon çoktan aşılmış, artık kartlar açıktan oynanmaya başlamış bulunuyor. Kimse kuşku duymamalı, gerisi de gelecek..

Nitekim yakında başlayacak olan Zarrab davasının yorumu ve “kullanım kılavuzu” şimdiden hazırlandı bile!

• • •

Kazanların kaynadığı bir bölgede, çoktandır çeşitli cephelerde çeşitli “düşman”larla savaşıyoruz. Diplomasi de bir savaş ve bu savaş ateşli silahlarla değil, “dil” ile yapılıyor. Eğer konuşmasını bilmiyorsanız, düzgün bir diliniz yoksa, düzgün bir diplomasi şansınız da yok demektir. Yeni bir gerçek de değil; neredeyse üç bin yıl kadar önce, Ezop, dilin ne kadar güçlü bir silah olduğunu anlatmıştı. “İnsan, en iyi dostlarını da, en büyük düşmanlarını da ‘dil’i ile edinir” diyordu, Frigyalı bilge..
Oysa son yıllarda, dil, bizde hep düşmanlıklar yaratacak şekilde kullanıldı ve Beştepe’nin şefliği altında diplomasimize de damgasını vurdu. Davos bir milat olmuş, sekiz yıl önce, bir kış günü Shimon Peres’e haddi bildirilmişti. Gerisi de çorap söküğü gibi geldi: Esad, Maliki, Sisi, Netanyahu, Ebadi, hepsi de sırayla ağızlarının payını aldılar.
Koro, giderek AB ülkelerini de diline doladı ve demokrat görünen kimi “dost”larımızdaki “nazi uygulamaları” teşhir edildi. Sonunda oklar Trump’a kadar uzandı ve onun da medeniyetten ne kadar uzak olduğu ilan edildi. Üstelik sadece o değil, ülkesi de kurtulamadı. “Böyle bir şey demokrasi olamaz ve bunun adı demokrasi olamaz” diyordu Erdoğan.

• • •

Trump daha seçim kampanyasını yaparken, onun nasıl Amerika’daki faşizan güçleri peşine taktığını bir yazımda anlatmıştım. Temel kaynaklarım da bizzat Amerika’da Trump’a savaş açmış demokrat odaklardı. Oysa o tarihlerde AKP çevrelerinde Trump’a bir umut ışığı olarak bakılıyordu. Üstelik umutlar Trump seçildikten sonra daha da arttı. Amerikalı demokratlar direnişe geçip gösterilere başlayınca, Erdoğan, “Şu anda ABD’de olanları görüyorsunuz”, diyordu; “istedikleri başkan olmadı diye şu anda Sayın Trump’a nasıl saldırdıkları ortada. Durun bakalım, sandıktan çıktı bir saygı duyun!” (Hürriyet, 16 Kasım 2016).

• • •

O sıralarda Obama’dan umduğunu bulamayan ve AB’den gelen “hukuk ihlali” kınamalarından da bunalan Beştepe’nin hesabı şuydu: Hak ve hukuk konularında duyarsız olan Trump ile baş başa görüşecek, ihtilaflar çözülecek, Ortadoğu politikasını birlikte dizayn edeceklerdi. Trump’ın koyu bir İslam düşmanlığına dayanan seçim kampanyasının fazla bir önemi yoktu. “Biz siyasette bu tür şeylerin hepsine alışığız” diyordu Tayyip Bey, “Bugün böyle konuşulur, sonra bu yanlış düzeltilir”. (Sabah, 23 Kasım 2016).
Ne var ki “yanlış”lar bir türlü düzeltilemedi; aksine arttıkça arttı. Mayıs ayındaki “Amerika seferi” ise “koruma”ları hakkında açılan dava ve tutuklama kararlarıyla noktalandı. Yirmi dakikalık Erdoğan-Trump görüşmesini anlatan New York Times gazetesi, “bu ziyaretten akıllarda (korumalarla protestocular arasındaki) kavga kalacak” diyor ve şu yorumu yapıyordu: “Sayın Erdoğan, tavırları değişken olan Trump’ı tatlı sözle ikna edebileceğini düşünmüş olabilir. Doğrusu, Trump’ın otoriter liderlere sevgisini ve eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn’in Türkiye›yle olan şaibeli bağlarını düşünürsek, bazı üst düzey ABD'li yetkililer bunun olabileceğinden endişe etti. Fakat Sayın Trump, Suriyeli Kürtleri güçlendirme kararında sıkıca durdu."

• • •

Aslında Beştepe ile Beyaz Saray’ı ayıran sorun sadece Kürt politikası değildi. Belki daha da önemlisi İran’a karşı takınılacak tavırdı. Bu konuda Trump, Obama’dan çok daha katı bir duruş sergiliyor, selefinin bu ülkeyle imzaladığı nükleer kontrol anlaşmasını feshedeceğini söylüyordu. Bu ise İran’a karşı uygulanan ambargoyu delmiş olan Türkiye’yi ve bu operasyonun mimarı Zarrab’ı çok daha kritik bir konuma yerleştiriyordu. Nitekim bu konuda Zarrab’ın Amerika’nın en ünlü avukatlarını bir araya getiren “rüya takımı” bekleneni vermemiş, “Dream Team” Zarrab’ın tutuksuz yargılanmasını sağlayamamıştı. Hatta Şubat 2017’de, Trump’ın dostu ve eski New York Belediye Başkanı Rudolph Giuliani’nin (yanına eski adalet bakanlarından Michael B. Mukasey’i de alarak) Ankara’da Erdoğan’la yaptığı gizli görüşme de sonuçsuz kalmıştı. New York Times gazetesi (20 Nisan 2017), bu “olağanüstü” buluşmanın amacını şöyle özetlemişti: “Taraflar bir diplomatik pazarlık umut ediyorlardı. Buna göre Türkiye ABD’nin bölgedeki çıkarlarını destekleyecek, Amerika da Rıza Zarrab’ı serbest bırakacaktı”. Görüldüğü gibi bu koşullar her iki taraf için de kolay kabul edilebilir nitelikte değildi. Kaldı ki görüşmeden bir ay sonra da New York’ta bu kez Halk Bankası’nın genel müdür yardımcısı tutuklanıyor ve artık dönüşü olmayan bir yola giriliyordu. Sonunda “kabile” ilişkilerine ve “vize restleşmesi”ne varacak süreç böyle başladı. Ve Erdoğan da ABD’nin ne “demokrat” ne de “medeni” bir ülke olduğunu bu koşullarda ilan etti.

• • •

Oysa ABD aslında nasıl bir ülkedir?
1946’da Missouri gemisinin İstanbul’da bir “kurtarıcı” olarak karşılanışından beri onunla kurulan ilişkilerimiz nasıl bir seyir izlemiştir?

Bugünkü kafa tutmanın sınıfsal dayanakları var mıdır?
Varsa bunların bilinç ve örgütlenme düzeyi nedir?
Önce bu konuları tartışmak ve açıklığa kavuşturmak gerekmiyor mu?
Aslında kongrelerde, sempozyumlarda uzun uzun tartışılması gereken konular bunlardır ve bize de burada sadece bazı önemli noktaların altını çizmek kalıyor.

• • •

Kuşkusuz ABD emperyalist bir ülkedir ve Ortadoğu’nun bugün bir kan gölüne dönmesinden birinci derecede sorumludur. Bununla beraber ABD faşist bir diktatörlük değildir; üstelik faşizmle savaşacak güçleri bizdekinden çok daha organize ve bilinçli olan bir ülkedir. Bunun örneklerini son bir yıl içinde ABD’de asıl faşizmi temsil eden Trump’a karşı verilen kavgada defalarca gördük. Bugün bu burjuva demokrasisinde ne tutuklu olan bir gazeteci var, ne de bir bildiri imzaladı diye işinden atılmış öğretim üyeleri bulunuyor. Hele birkaç kararname ile yüz binlerce kamu görevlisinin -üstelik kendilerini savunma imkanı bile bulamadan- meslekten ihracı, bugünkü koşullarda, tasavvuru imkânsız bir olaydır. Bu ülkede Başkan Trump hakkında “deli raporu” hazırlayan ve bunu gazetelerde ilan eden psikiyatri profesörleri hakkında bir soruşturma dahi açılmamıştır. Ve bu durum da kuşkusuz Trump’ın “hoşgörü”sünden çok, ülkenin kurumsal yapılanmasından kaynaklanıyor. Ne var ki bu tabloya rağmen AKP iktidarı son bir yıldır Trump’a yanaşmaya çalıştı ve bunu başaramayınca da ABD’yi -Trump’la savaşan güçleri de kapsayıcı şekilde- toptan karalamaya başladı.

• • •                                                                          



Bu tutumun sonuçları ne olabilir?

Önce şunu söyleyelim: Aslında bu tutumun tamamen öfke ürünü, irrasyonel bir tutum olduğunu kimse iddia edemez. Bu “meydan okuma”nın da bir hesabı, bir rasyoneli var ve Erdoğan’ın ABD’yi tümüyle karalayan bir konuşmayı bir üniversitede, “medeniyetler şurası” başlıklı bir kongrede yapmış olması da anlamlı bir “rastlantı” teşkil ediyor. Görülen o ki Erdoğan ve tebliğciler kongrede “kültürel antropoloji” zemininde konuşmuş ve Türk kültürünün hassas bir noktasını dillendirmiş bulunuyorlar. Çünkü bizde en irrasyonel politikaların bile “Vatan tehlikede! Düşman kapımızda! Yekvücut olalım!” sloganlarıyla insanları birleştireceğini çok iyi biliyorlar. Sevmesek de, eleştirsek de Erdoğan bu ülkenin cumhurbaşkanı olduğuna göre, onun korumalarını, devletin bir banka müdürünü vb tutuklama kararları tüm ulusu rencide edecek kararlar sayılıyor. Üstelik arkadan da tüm vatandaşlara vize yasağı gelirse! İşte Beştepe bu koşullarda kendi partisinin sınırlarını çok aşan bir “milliyetçi cephe” kurmayı başardı; ya da o izlenimi yarattı.

• • •

Yine de vize fırtınası ile şahlanan döviz dalgalarına ve iş çevrelerinden gelen homurtulara bakılırsa, “görünüşe aldanmamalı” dememiz gerekebilir.
Yoksa bu diplomasi, içerde cepheyi genişleteyim derken, aslında kendi cephesini bölmeye mi başladı?
Yoksa Erdoğan ve takımı, MHP ülkücülerini ve kimi “ulusalcı”ları peşine takarken, MÜSİAD ve taşra burjuvazisindeki damarlarını kesmeye mi başladı?
Gerçek şu ki ava giden avlanır ve toplumsal gerçeklerden kopuk büyüklük politikaları da sonunda iflas eder. Eğer halk bu gerçekleri hala göremiyorsa, bunun nedeni bu ülkede hala Osmanlı “Asrı Saadet”inin özlemini çeken geniş bir küçük burjuva kitlesinin mevcudiyetidir. Buna ek olarak, hiç de böyle özlemler içinde olmayan bir kısım “Kemalist” de Trump’ın yerine Putin’i koyarak ülkenin ileri bir hamle yapacağını sanıyor! Türkiye’ye potansiyel bir “Türkî Cumhuriyet” gözüyle bakan ve şu günlerde de Ekim Devrimi’nin 100. Yıldönümünü nasıl sessiz sedasız geçiştiririm hesapları içinde olan Putin’i...

• • •

Antiemperyalist politika dil oyunları değildir; belli analizler bağlamında, belli toplumsal sınıflara dayanılarak yapılır.
Emperyalizm küresel bir sistemdir; onunla mücadele de küresel dostluklar, küresel ittifaklar gerektirir. Bunun yerine ulusal düşmanlıkları körükler, sapla samanı karıştırarak halkları da karşınıza alırsanız, sonunda ektiğinizi biçer ve yapayalnız kalırsınız.
Tıpkı yüz yıl önce, düşman cephelerinde yenilgiye uğrarken,  Mehmetçikleri Sarıkamış’ta donmaya, Ermeni halkını da Suriye çöllerinde ölmeye yollayan İttihatçı çete gibi..
Mustafa Kemal Paşa işgalcilerle savaşa ve İttihatçıların bıraktığı enkazı temizleme girişimine şu unutulmaz sözlerle başlamıştı: 
“Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz Panislâmizm yapmadık; belki ‘yapıyoruz, yapacağız!’ dedik; düşmanlar da ‘yaptırmamak için bir an evvel öldürelim!’ dediler. 

Panturanizm yapmadık; ‘yaparız, yapıyoruz!’ dedik, ‘yapacağız!’ dedik ve yine ‘öldürelim!’ dediler. Bütün dava bundan ibarettir”.

Cumhuriyet’in 94. yıldönümünü kutlarken, bu cümleler yerli yersiz yeni bir “İstiklal Savaşı”ndan söz edenlerin kulağında küpe olmalıdır.

Taner Timur / BİRGÜN

Akşener üzerine tarihsel bir inceleme - BERKANT GÜLTEKİN

Akşener’in ideallerinin peşinden giden biri değil, aktüel çıkarının gerektirdiği hamleleri yapan pragmatik bir siyasetçi olduğunu ifade edebiliriz. İyi Parti, AKP iktidarını geriletme dinamiğini barındırmakla birlikte, siyasal İslam’ın enkazını demokrasi, eşitlik, özgürlük ve adalet temelinde ortadan kaldırma potansiyelini ideolojik karakterinde taşımamaktadır.


Türkiye’de siyaset sahnesinin uzun süredir boşta kalan rolü sonunda aktörünü buldu. Devlet Bahçeli’nin gazabına uğrayarak MHP’den ihraç edilen isimlerden biri olan Meral Akşener, liderliğini üstlendiği İyi Parti adındaki yeni merkez sağ partiyi 25 Ekim günü kamuoyuna tanıttı. Akşener ve partisinin sloganı ise şuydu: “Türkiye iyi olacak.”

Akşener’in partisi, sağ cenahta AKP’ye rakip olacağı ve mevcut siyasal dengeleri sarsacağı gerekçesiyle hatırı sayılır bir heyecan yarattı. Yapılan pek çok yoruma göre, merkez sağda yer alan tüm partileri bir şekilde elemine ederek kendisini mahallenin tek sakini haline getiren AKP, Akşener’in İyi Parti’siyle bu alandaki mutlak otoritesini kaybedecek. Bunun sonucu olarak da İyi Parti, AKP’deki merkez sağ tabanı “ait olduğu yere” çağıracak ve iktidar  seçmeni içinde bir yarık oluşturarak AKP’nin oy oranının gerilemesine vesile olacak. Böylece radikal sağ bir fraksiyon olan İslamcıların iktidarına, merkez sağ tarafından nokta konacak.

Akşener’in İyi Parti’sinin sağdan ve liberal çevrelerden teveccüh toplaması anlaşılır bir durum. Zira içinde bulunduğumuz konjonktür, AKP’nin iktidara geldiği atmosferi anımsatıyor. Alarm veren sistemi değiştirmeyi değil, tamir etmeyi vadeden “yenilikçi” bir özne aranıyor. Akşener de tam olarak bu boşluğu doldurması hasebiyle adeta bir “mesih” muamelesi görüyor.

Akşener’e dair esas tartışılması gereken, siyasal İslam’ın tahribatına karşı demokrasi, özgürlük ve adalet talep eden kimi çevrelerin beklentileridir. Yapılan bazı değerlendirmelerde Akşener’e özel anlamlar yüklenmekte; onun çağdaş, modern ve cumhuriyetçi olduğu ifade edilerek, bünyesinde siyasal İslam düzenini değiştirme kabiliyetini barındırdığı varsayılmaktadır. Bu yaklaşıma göre, Türkiye’yi 15 yıldır yöneten ve ülkeyi her anlamda çürüten karanlığa karşı gerçek umut, Meral Akşener olarak öne çıkmaktadır.

Siyasi profili
Kuşkusuz Akşener’in gelecekte hangi adımları atacağını bilmek olanaksız. Ancak geçmişten bugüne Akşener’in siyasi profiline ve bugün ortaya koyduğu gelecek tahayyülüne bakılarak bazı kanaatlere varmak olanaklı.

Sağ yelpazede yer alan hemen hemen tüm partilerin içine girebilmiş ender isimlerden biri olan Meral Akşener, 1995 yılında Doğru Yol Partisi (DYP) Kadın Kolları Başkanı iken aynı yıl yapılan genel seçimlerde DYP’den Kocaeli milletvekili olarak ilk kez Meclis’e girdi. İlginçtir, İyi Parti’nin kuruluş toplantısında kendisinden “başbuğ” olarak bahsettiği Alparslan Türkeş, bu tarihte MHP’nin genel başkanıdır. Yani kendi ifadelerine göre Akşener, Türkeş’i hem lideri olarak görmüş hem de ona rakip olmuştur. Ağabeyi MHP Kocaeli il başkanı olan ve üniversite yıllarında ülkücülerle iyi ilişkisi bulunan Akşener, “Başbuğum” dediği Türkeş’in MHP’nin başında olduğu yıllarda parti çatısı altında siyaset yürütmemiş, başka partiler için çalışmayı tercih etmiştir.

Daha da şaşılası olanı, Akşener o dönemlerde Tansu Çiller’in öğrencisi olduğunu ve ona hayranlık beslediğini dile getirmiştir.1

Akşener, 3 Kasım 1996’da devletin bağırsaklarını ortaya döken Susurluk kazası sonrası İçişleri Bakanlığı’ndan istifa eden Mehmet Ağar’ın yerine geçti. Resmi olarak 8 Kasım’da görevine başlayan Akşener, bir sonraki senenin haziran ayına kadar bakanlık koltuğunda oturdu. Bu dönemin en önemli gelişmesi kuşkusuz 28 Şubat süreciydi. “Post modern darbe” olarak adlandırılan 28 Şubat muhtırasının ardından ordu ile siyasiler arası gerginlikte Akşener, orduya karşı tutum takındı.

İçişleri Bakanlığı dönemine dair Akşener hakkında çeşitli iddialar dile getirildi. Bunlardan öne çıkanı, MİT’in Alaattin Çakıcı’nın yerini tespit etmesinin ardından Akşener’in bunu önceden Çakıcı’ya haber verip “Kaç” demesiydi. Operasyon öncesine ait olduğu öne sürülen bir ses kaydında, Çakıcı, Akşener'in yakalanmadan önce kendisine yerini değiştirmesi için mesaj gönderdiğini ifade ediyordu.2 Akşener ise basında çıkan iddiaları reddetmiş ve Çakıcı’yı tanımadığını söyleyerek ‘medyanın insanı linç etmeye bayıldığını’ belirtmiştir.3

Meral Akşener’in siyasi hayatındaki bir diğer sansasyonel olay ise bir basın toplantısında açıkladığı ses kayıtlarıdır. O dönem DYP Genel Başkan Yardımcısı olan Akşener, eski devlet bakanı Güneş Taner, Yargıtay üyesi Ahmet Köksal ile Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün de içlerinde olduğu Doğan Holding yöneticileri arasında geçtiği öne sürülen telefon konuşmalarının yer aldığı bir ses kasetini 12 Aralık 1998’de gazetecilerle paylaşmıştır. Salonda bulunan bazı gazetecilerin bunun suç olduğunu söylemesi üzerine Akşener, ‘‘Suç işlemişsem gereği yapılır, ben de bedelini öderim’’ karşılığını vermiştir.4

Her ne kadar Çiller’in öğrencisi olduğunu söylemişse de Akşener, ona da tam olarak sadık kalamamıştır. 2000 yılının Şubat ayında Akşener’in, Çiller ile anlaşmaması nedeniyle ANAP ile temasa geçtiği yönündeki haberler basına yansımıştır. Buna göre Akşener, ANAP Kocaeli Milletvekili Sefer Ekşi ile bir araya gelmiş, Ekşi ardından partisinin genel başkanı Mesut Yılmaz’a olumlu yönde görüş bildirmiş ve “DYP’li Akşener’le çok iyi görüşür ve anlaşırız” demiştir.5 Fakat Akşener bu dirsek temasına karşın ANAP’a katılmamıştır.

AKP’nin kuruluşu ve MHP’ye katılması
Meral Hanım, AKP’nin kuruluş sürecine de kayıtsız kalmamıştır. 2001 yılında Fazilet Partisi’nden kopan, Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül liderliğindeki “Yenilikçi Oluşum” Akşener’in ilgisini çekmiştir. Erdoğan’ın, “Abla bize yakışırsın” şeklindeki çağrısının ardından Akşener, “Yenilikçi” kanatla hareket etmeye başlamıştır. Bu süreçte, “Geçmişte ülkücüydüm, şimdi demokratım” diyerek kendi pozisyonunu anlamlı hale getirmeye çalışan Akşener, Avrupa Birliği Temsilcisi Karen Fogg’un, “Tayyip sola oynuyor” açıklamalarına da katılmadığını ifade etmiştir. 2001’deki Akşener’e göre, “Türkiye’de sağ-sol ayrımı bitmiştir. Türkiye’de iyi yönetilmemenin yarattığı bir boşluk vardır.” Yenilikçi harekete hem duygusal hem de akıl olarak bağlanan Akşener, Trabzon gezisinde telefonla görüştüğü sırada Erdoğan’a dönerek, ‘‘Sayın Başkanım, Mersin teşkilatı size katılmak istiyormuş’’ demiştir ve bunun üzerine salonda alkış tufanı kopmuştur.6

AKP 2002 Kasım seçimlerinde iktidara gelirken, Erdoğan’la düştüğü anlaşmazlık nedeniyle Akşener partiye katılmaktan son anda vazgeçmiştir. “Bizi vitrinde kullanacaklardı” diyen Akşener, AKP’nin Fazilet’in devamından fazlası olmadığını söylemiş, partiyi vizyonsuzluk ve kapsayıcı olamamakla eleştirmiştir. Basına yansıyanlara göre bu ayrılığın altında, Akşener’in Mehmet Ağar başta olmak üzere birçok DYP’liyi AKP’nin Kurucular Kurulu’na almak istemesi yatmaktadır. Erdoğan ise bunu şiddetle reddetmiştir. Bunun üzerine Akşener hareketten kopmuş, Abdullah Gül’ün kendisini vazgeçirme çabalarına ise olumlu yanıt vermemiştir.7

Meral Akşener’in “Başbuğ” olarak gördüğü Alparslan Türkeş’in partisi MHP’ye katılması, Türkeş’in ölümünden 4 yıl sonrasına rastlıyor. MHP’nin ikinci genel başkanı (MHP’nin zaten tarihi boyunca hepi topu iki genel başkanı vardır) Devlet Bahçeli döneminde partiye katılan Akşener, 2007’de milletvekili seçilmiş ve bu süre içerisinde Bahçeli’ye siyasi işler alanında başdanışmanlık yapmıştır. Akşener, Kasım 2015 seçimleri sonrasında yaptığı kurultay çağrısının ardından Bahçeli’nin parti içindeki bir numaralı muhalifi olmuş ve 8 Eylül 2016 tarihinde MHP’den ihraç edilmiştir.8
 
Bugünkü Akşener ve İyi Parti’nin programı
İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in, ortalama bir sağ siyasetçiden çok da farklı olmayan, gelgitlerle dolu şahsi siyasi tarihi kısaca bu şekilde. Akşener’e yakıştırılan kimi sıfatlar, onun siyasal vizyonunun ve kapasitesinin olduğundan daha ileri düzeydeymiş gibi algılanmasına yol açabilir. Örneğin Akşener’in “laik değerlere bağlı bir cumhuriyet kadını” olduğu iddiası son günlerde sıklıkla dile getirilen görüşler arasında. Ancak bunu kanıtlayan olguların varlığı şüphelidir. “Laik bir cumhuriyet kadını” denilen Akşener, 28 Şubat sürecinde yapılan bir kadın mitingi sırasında atılan “Kahrolsun şeriat” şeklindeki slogandan büyük üzüntü duyduğunu belirtmiş ve “İnancıma göre şeriat, İslam demektir. O geceyi hayatımdan silmek isterim. Anlatılamayacak bir acı hissettim” sözlerini sarf etmiştir.9

Laiklik ve cumhuriyetçilik bahsindeki bir diğer kayda değer nokta da İyi Parti’nin programı ve kuruluş organizasyonunda söylenenlerdir. Akşener 25 Ekim 2017 Çarşamba günü Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde İyi Parti’yi kamuoyuna takdim ederken, laiklik kelimesini bir kez bile telaffuz etmemiştir. Türkiye tipi şeriat sisteminin adım adım geliştiği bir ortamda laiklik kelimesine yer verilmeyen metinde, “Allah” kelimesine sekiz kez, “İslam”, “Peygamber” ve “Müslüman” kelimelerine ikişer kez, “Din” ve “İman” kelimelerine ise birer kez yer verilmiştir.10

İyi Parti’nin 74 sayfalık programında laiklik ifadesi sadece iki kez ve cümle arasında yer almaktadır. Programda, ‘Din Hizmetleri’ başlığı altında ise şu ifadeler kullanılmaktadır: “Çocuklarımızın eğitiminde İslam’ın güzel ahlak anlayışı ile sevgi, şefkat ve merhamet tarafının öne çıkarılması, dini konulardaki yayınların gerçek İslam’a uygun ve şiddet/terörden uzak olması, dini alanda toplumdaki farklı meşrep ve anlayışlara ayrımcılık yapılmaması esastır.”11

Cemaat, Erdal Eren ve insan hakları konusu
Akşener’in Gülen Cemaati hakkındaki görüşleri de, cumhuriyetçilik ve seküler yaklaşımdan uzak, klasik bir vizyonun ürünüdür. Türkiye’nin 12 Eylül öncesinde Fethullah Gülen’in bakış açısının eksikliğini yaşadığını dile getiren Akneşer, yıllar önce bir belgeselde şu sözleri kaydetmiştir: “Sayın Gülen’in yaptığı gibi farklı dinler arasında konuşmayı, mutabık kalınabilecek noktaları ortaya koyabilmek için bir çalışma yapmanın kimseye zararının olmadığı, aslında faydasının olduğuna inanıyorum. Eğer 80 öncesinde bu yapılabilmiş olsaydı, o kadar pırıl pırıl genç belki bugün yaşıyor olacaktı.”12

12 Eylül demişken, Türkiye’yi özgürleştireceğini ve daha demokratik bir yer haline getireceğini iddia eden Akşener’in “insan hakları” konusundaki karnesine de kısaca göz atmak gerekir. Erdoğan’ın 2010 yılındaki referandum sürecinde malzeme olarak kullanmak için Meclis’te Erdal Eren için ağlaması, Akşener’in tepkisini çekmiştir. Ancak bu etik yönden verilmiş bir tepki değildi. Akşener, 17 yaşında yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren’in, bir “katil” olduğunu imâ etmiştir. Akşener şöyle diyordu: “Tayyip Bey grupta konuşuyor. Erdal Eren’i anlatıyor uzun uzun. O kadar bilmiyor ki Erdal Eren kim? Erdal Eren bir jandarma erini şehit etmiş kişi. Onu anlatıyor, şiirler okuyor.”13 Meral Akşener, 1997 yılında Meclis’te Abdullah Öcalan için ise “Ermeni dölü” ifadelerini kullanmış, daha sonra ise “Ben Türkiye’de yaşayan Ermenileri değil, genel olarak Ermeni ırkını kastettim” sözleriyle ‘özür’ dilemiştir.14

Netice...
Tüm bu olgular üzerinden İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in ideallerinin ve fikirlerinin peşinden giden biri değil, aktüel çıkarının gerektirdiği hamleleri yapan pragmatik bir siyasi profile sahip olduğunu ifade edebiliriz. Akşener’in partisi AKP iktidarını geriletme dinamiğini barındırmakla birlikte, siyasal İslam’ın enkazını demokrasi, eşitlik, özgürlük ve adalet gibi sola ait değerler temelinde ortadan kaldırma potansiyelini ideolojik karakterinde taşımamaktadır.
Bırakalım merkez sağın yeni partisi, AKP’den çekebildiği kadar oy çeksin ve iktidarı olabildiğince zayıflatsın. İyi Parti’nin burjuva siyasetinde tetikleyeceği siyasal ve toplumsal gelişmeler, ülkenin gerçek demokratları açısından önemli fırsatlar ve hamle olanakları doğrulabilir.
Kuşkusuz bu gelişmeler dikkatle izlenecek ve tahlil edilecektir. Ancak düzeni restore etmek için harekete geçen aktörlere, sahip olmadıkları misyonları yüklemek bilince sırt çevirmektir ve daha iyi bir gelecek tahayyülüne leke sürmemek için bundan kaçınılmalıdır.

BERKANT GÜLTEKİN   / BİRGÜN

1 25 Kasım 1996 tarihli Milliyet gazetesi, sayfa 16
2 http://www.hurriyet.com.tr/aksener-kac-dedi-39039933
3 http://arsiv.sabah.com.tr/1998/09/27/r09.html
4 http://www.hurriyet.com.tr/telefon-dinleme-skandali-39053521
5 23 Şubat 2000 tarihli Milliyet
gazetesi, Sayfa 18
6 http://www.hurriyet.com.tr/aksener-
ulkucuydum-simdi-demokratim-5936
7 4 Ağustos 2001 tarihli Milliyet gazetesi, sayfa 16
8 https://www.ntv.com.tr/turkiye/meral-aksener-mhpden-ihrac-edildi,A5eUrgGT7EC-A7iMWL-sGQ
9 http://www.radikal.com.tr/politika/aksener-o-geceyi-hayatimdan-silmek-isterdim-1348581/
10 http://www.yenicaggazetesi.com.tr/meral-aksenerin-konusmasinin-tam-metni-175704h.htm
11 http://t24.com.tr/files/20171024214543_editor-program-t.a.c.g-duzenlenmis-24.10.2017-v.final-1.pdf
12 https://www.youtube.com/watch?v=PyVAEKDjfF4
13 http://www.hurriyet.com.tr/erdogan-konusurken-evren-i-hatirladim-15513368
14 https://www.evrensel.net/haber/89534/nefret-sucu-isledi-secim-yasagini-deldi


HASTA ve REÇETE (Derleme - CUMHURİYET)

Bilimden uzaklaşmanın bedeli çok ağır oluyor.(Özlem Yüzak-Cumhuriyet)

Bilim ve bilimsel düşünmenin toplumlara, bireylere kazandırdığı en önemli şey basit bir sorudur: “Neden?” İnsanlar neden sorusunu sorarak eleştirel düşünmeyi, sorgulamayı öğrenirler.

Bundan 94 yıl önce bağımsızlık ve özgürlük kavramlarını öne çıkararak kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti attığı her adımda “toplumsal yaşamda bilim ve eleştirel akla değer verilmesinin” taşlarını da döşemeye başlamıştı. Klasiklerin Türkçeye çevrilmesi, yurtdışından değerli bilim insanlarının, özellikle de Nazi Almanyası’ndan kaçmak zorunda kalanların Türkiye’deki üniversitelerde ders vermek üzere davet edilmesi, Türkiye’den genç beyinlerin bilimsel donanım elde etmeleri için burs ile yurtdışına gönderilmesi, Köy Enstitüleri’nin kurulması. Atatürk’ün “Eğer bir gün benim sözlerim bilime ters düşerse bilimi seçin” sözü bilimsel düşünmeye verdiği önemi anlatan en iyi sözdü bence... Atatürk Türkiyesi’nin bu vizyonunu üzerine daha fazlasını da koyarak ülkeyi şahlandırabilirdik. Olmadı. Ama ağır aksak da olsa bir ilerleme kaydedildi. En azından bilimden bu kadar uzaklaşılmadı. Aradan 94 yıl geçti, neredeyse bir asır...
Gelelim AKP Türkiyesi’ne... 15 yıllık tek başına iktidarın ülkeye verdiği en büyük zararlardan biri de her alanda bilimsellikten uzaklaşılması oldu. Küçük satırbaşları ile resmin bütününe bakmaya çalışalım:
-Türkiye’nin tek teorik fizik ve matematik araştırma enstitüsü olan “Feza Gürsey Enstitüsü” kapatıldı. Daha doğrusu, Temmuz 2011’de FGE’nin ana misyonu olan teorik fizik ve matematik çalışmalarıyla uzaktan yakından ilişkisi olmayan Gebze yerleşkesindeki Bilişim ve Bilgi Güvenliği İleri Teknolojileri Araştırma Merkezi (BİLGEM) ile birleştirildi. Ki bu kapatılma ile aynı anlama geliyor.
-Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurulu TÜBİTAK artık bu ülkede bilimin üretildiği, öğretildiği ve savunulduğu bir kurum olma misyonundan uzaklaştırılmış durumda. Önce bünyesindeki FETÖ yapılanması ile Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk, Böcek soruşturmasındaki sahte raporların hazırlanmasında rol aldı ardından AKP’leşen kadrosu ile iktidarın bir baskı aracı halini aldı. Kurum bilimsellik dışı projelere desteği ile dikkat çekiyor. Hacı robotlar, Kâbe projesi, Canlıların Gıdası Kuranıkerim Projesi ve diğerleri...
-Akademik kriterlerin giderek aşağıya doğru çekildiği, değeri düşük ve para ödenen dergilerde yayımlanan makalelerle akademik yükseltmeler yapıldığı bir dönemin içindeyiz. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Ziya Toprak tarafından yayımlanan bir araştırmanın sonuçlarına göre Türkiye’de yapılan yüksek lisans ve doktora tezlerinin yüzde 34’ünde “ağır intihal -bilim hırsızlığı” bulunuyor. Bu sayı vakıf üniversitelerinde yüzde 46 seviyesine kadar çıkıyor.
-15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi’nden sonra aralarında Barış Bildirgesi’ne imza atanlar da olmak üzere yüzlerce akademisyenin görevine son verildi.
-Evrim teorisi eğitim müfredatından çıkarıldı. Üstelik saçma ötesi bir gerekçe ile. n Harran Üniversitesi’nde bir biyoloji profesörü, araştırmaları, makaleleri olan bir botanikçi şöyle bir kongre düzenleyebiliyor: “1. Uluslararası Bilimler Işığında Yaratılış Kongresi”. Ve katıldığı televizyon programında şunları söyleyebiliyor: “Evrimi üniversite öncesi eğitim müfredatından çıkardık. Çocuk okulda evrim okuyacak, eve gelince de seccadeyi rafa kaldıracak, bu çelişkiyi yaşatamayız çocuklara.. Bizim kültürümüzde evrim diye bir şey yok.” Kıtaların ve ülkelerin geleceğini belirleyecek 3 stratejik alan:
1- Gıda - tarım.
2- Enerji - doğal kaynaklar.
3- Bilim - teknoloji. Evet bilim-teknoloji...

Buna yatırım yapan ülkeler kalkınıyor. Türkiye’de imalat sanayi ihracatının esas olarak düşük ve orta teknolojilere dayalı. GSYİH’miz içinde düşük teknolojinin payı yüzde 35, orta-düşük teknolojinin yüzde 26, orta-yüksek teknolojinin yüzde 33. Yüksek teknolojinin payı ise sadece yüzde 3.5. Benzer şekilde bilim ve teknoloji kapasitesinin belirleyici göstergelerinden olan patent başvurularında da Türkiye’nin dünyanın gelişmiş ülkelerinin oldukça gerisinde. 2015 yılı verilerine göre dünyada yaklaşık 3 milyon patent başvurusu yapılmış. İlk sırada 1 milyon başvuru ile Çin geliyor. Türkiye’nin ise sadece 9 bin patent başvurusu olmuş. 2017 yılının Türkiyesi’nde yukarıda örnekler verdiğimiz mevcut politikalarla bilim ve teknolojiye dayalı sürdürülebilir bir gelecekten bahsedilemeyeceği aşikâr. Bilim ve teknolojide büyük atılım yapabilmenin koşulu eğitimi, üniversiteyi, toplumu, sanayiyi topyekûn büyük sıçramayla örgütleyebilmekten geçiyor. Bunu başarabilenler yol alıyor, başaramayanlar yaya kalıyor...
                                                                           ***

Dış politika eski çizgiye çekilmelidir.(Osman Korutürk)

Asırlık bir devlet olmasına altı yıl kala, Türkiye Cumhuriyeti, 2002 yılından beri iktidarda bulunan AKP’nin son sekiz yıldır uygulamaya koyduğu görünürde iç politikaya odaklı, maceracı, hayalci ve müdahaleci; arka planda ise din ve mezhep yönelimli, Osmanlı özentili dış politika yüzünden varlığının en büyük yalnızlığı içine düşmüş bulunmaktadır.

Bu sakat dış politikanın mimarı Davutoğlu ile başlayarak, uluslararası ilişkiler alanında rol üstlenen hemen bütün AKP siyasetçileri ve onların çizgisindeki medya mensupları her fırsatta Türkiye’nin kendilerinden önce izlediği dış politikanın pasif ve edilgen olduğunu, uluslararası gelişmeler karşısında “bekle-gör” zihniyetiyle ve genel eğilimler doğrultusunda tavır aldığını, Ortadoğu ile İslam dünyasını göz ardı ettiğini, Türk dış siyasetinin Batılı ülkelerce yönlendirildiğini iddia ettiler. Bu siyaseti terk ederek, ülkenin dış politika rotasını “komşularla sıfır sorun”, “stratejik derinlik”, “proaktif dış politika” diye adlandırdıkları; kulağa çekici, göze parlak gelen, ancak aslında puslu ve bir adım ötesini göstermeyen yollara çevirdiler. Müslüman Kardeşler esinli, Sünni Müslümanlardan oluşan hayali bir “ümmet” vehmedip, bu ümmetin liderliğini üstlenmeye giriştiler.

Keskin dönüş
Dış politikanın rotasındaki bu dönüş “eksen kayması” diye izah edilebilecek iradedışı bir sapma değil, bilerek isteyerek yapılan keskin bir dönüştü. Türkiye’nin istikrar odaklı, laik, çağdaş değerlerden güç alan geleneksel barışçı dış politikası, Sünni eksenli İslami bir yapı etrafında öngörülmüş, komşuların rejimlerini değiştirme ve dış müdahale dahil, şimdiye kadar kalkışılmamış yöntemleri dışlamayan müdahaleci bir doktrin doğrultusunda yenilenmek isteniyordu. Peki, hedeflenen bu yeni yaklaşımın başarı şansı var mıydı? Aradan geçen sekiz yıl bu sorunun yanıtını en açık biçimde “Hayır” olarak vermiş bulunuyor.

Yalnızlığa sürüklenme
Bu sekiz yıl içinde Türkiye, bu yeni dış politikanın getirdikleri arasında BOP Eş- Başkanlığı; Irak’da askerlerimizin başına çuval geçirilip bunu yapanlara hesap sorulmayışı; Mavi Marmara gemisinin bile bile tartışmalı bir sefere korumasız gönderilip İsrail komandoları tarafından baskına uğramasını ve insanlarımızın öldürülmesi; Suriye’de bir keşif uçağımızın düşürülüp pilotlarımızın şehit edilmesi; Suriye sınırında düşürülen Rus uçağı olayından sonra devrin başbakanının bunun emrini bizzat verdiğini açıklamasının üzerinden fazla bir zaman geçmeden fail aranmaya başlanışı; Rusya’nın bu olayla ilgili ticari yaptırımları karşısında dize gelinip özür dilenişi; Süleyman Şah Türbesi’nin bir gecede sırtta kaçırılıp vatan toprağının terkedilişi; bu rezaletin bir başarı öyküsü olarak ilan edilişi; önceleri gereğinden de fazla yakınlaşılan Esad’a Esed denmeye başlanıp, sonra yeniden Esad’a dönülüşü; Suriye’nin yakılıp yıkılışıyla milyonlarca sığınmacının ülkemize gelişi; radikal terör örgütlerinin sınırlarımıza yığılması; kendi savaşımız olmayan savaşlar için yurtdışına asker gönderilip şehitler verilmesi, silah ve donanım yitirilmesi; burnumuzun dibindeki 18 adaya Yunanistan’ın yerleşmesini ve buna benzer daha nice, bizim için haysiyet kırıcı ve üzücü, başkaları için traji-komik olay yaşadı.
Bırakın başlangıçta düşünüldüğü gibi, Arap ve İslam ülkelerinden oluşacak bir yeni oluşumun lideri olmayı, Katar dışındaki Araplar ve bir iki istisna hariç tüm diğer ülkelerle arası bozuldu. Dünyadaki dostlarımızın sayısı bir elin parmaklarından aza düştü. Ülkemiz dış dünyanın gözünde güvenilirliğini, inanılırlığını, öngörülebilirliğini yitirdi. Ciddi itibar kaybına uğradı.
Yeni dış politikamızı planlayan ve ülkemizin rotasını bu plan doğrultusunda yeniden çizen, bütün bu olayları yaşamamıza yol açan ve bir ara bugün içinde bulunduğumuz yalnızlığı “değerli yalnızlık” olarak niteleyen amatör “kaptanlar” ne Türkiye’yi, ne Arap âlemini, ne Müslüman dünyasını, ne Ortadoğuyu, ne de Batı’yı, ne de bütün bu değişik yapılara yön veren dinamikleri anlayabildiler. Bu dinamikleri hep yanlış okudular. Onlar, yine yanlış okudukları Osmanlı hülyaları içinde neo-emperyalist hayallere dalmış; bunları gerçekleştirebileceklerini sanan, uygulamayı hiç bilmeyen teorisyenlerdi.

‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’
Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası hiç de onların sandıkları gibi pasif ve edilgen değildi. Türk dış politikasının temel yönelimi Cumhuriyetimizin kuruluşu sırasında Cumhuriyetin kurucu iradesi tarafından “barış” olarak belirlenmiş; yeni devletin dış politika devinimi, bizzat Atatürk tarafından kısa ama öz bir deyişle “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diye açıklanmıştı. Bu kısa özdeyiş, aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada asırlar boyunca yaşanan deneyimlerin; Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan uzun ve zahmetli yolun birikimi sonucunda edinilmiş kadim bir tarih kültürünün, savaş göç ve çatışmalarla kazanılmış hayale yer bırakmayan bir coğrafya bilgisinin, sahada bire bir yaşanarak öğrenilmiş sosyo-politik gerçeklerin süzgecinden geçmiş bir “beka” (varoluş) felsefesinin ifadesiydi.

 Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan başlayarak, yakın zamana kadar dış siyasetini hep bu felsefenin ekseninde yürütmeye özen gösterdi. Etrafında oluşan istikrarsızlığın kendi istikrarını bozacağının bilinciyle her zaman etrafında istikrar oluşturmaya ve bu istikrar ortamını korumaya çalıştı. Komşularının dinsel, mezhepsel, etnik ve demografik zaaflarını onlara karşı kullanacak tertipler içine girmekten kaçındı. Bu AKP siyasetçilerinin sandıkları gibi bir zaaf değil, Türkiye’ye güvenilirlik ve inanılırlık sağlayan büyük bir güçtü. Keza Türkiye, bölgesindeki başka güçlerin karşı ağırlığı olmaya hiçbir zaman soyunmadı. Bir denge unsuru değil, istikrar unsuru olmayı amaçladı. Bunu da yakın zamana kadar başardı. AKP’den önceki iktidarlar Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana iktidara gelen farklı siyasi anlayışlardaki değişik hükümetlerin (ilk dönemlerinde AKP de dahil) tümü, ideolojik dogmalardan soyutlanmış gerçekçi bir vizyonun ürünü olan bu gerçekçi dış politika yaklaşımına bağlı kaldılar. Böyle yaparak, yüz yıla yaklaşan bir süre içinde Cumhuriyeti ve yurttaşlarını kanlı savaşların maddi ve manevi acılarından korudular. Türkiye dış siyasetinde her zaman kendi ulusal çıkarlarına öncelik verdi. Maceralara kalkışmadan bu çıkarlarını diplomasi yoluyla korumayı başardı. Türkiye, AB dışında bir çoğunun kurucusu, diğerlerinin de çok eski üyesi olduğu tüm önemli uluslararası kuruluşlar ile ve NATO dahil ittifaklarda hiçbir zaman suyun akışı yönünde giden, çoğunluğun eğilimine uyan bir ülke olmadı. Birleşmiş Milletler’de, Avrupa Konseyi’nde, NATO’da, OECD’de, AGİT’de, EKO’da, sonradan İslam İşbirliği Teşkilatı adını alan İslam Konferansı ve diğer uluslararası örgütlerde kendi siyaset öncelikleri nedeniyle zaman zaman güçlükler çıkarabileceği bilinen; ancak barışçı ve laik dış siyaseti ile tüm eksikliklerine karşın temelde demokratik yönetimi sayesinde içinde yer aldığı zorlu ve sorunlu bölgelerde istikrar oluşturan saygın ve güvenilir bir güç olarak, her zaman gerçek imkân ve kabiliyetlerinin üstünde bir ağırlığa sahip oldu. O kadar ki Türkiye, zaman zaman onun imkân ve kabiliyetlerini olduğundan fazla sanan büyük Batılı ülkelerce kendilerine rakip addedildi. Türkiye de, kendi ulusal çıkarlarının belirlediği öncelikleri doğrultusunda daima içinde bulunduğu örgüt ve ittifakların siyasetlerini etkilemeye çalıştı ve çoğu zaman bunu başardı. Berlin’de büyükelçi olarak görev yaptığım sırada orada İrlanda Büyükelçisi olan ve daha sonra ülkesini Vaşington’da temsil eden Noel Fahey adında deneyimli ve görmüş geçirmiş bir meslektaşım bana Türkiye’ye büyük bir saygı duyduğunu söylemiş ve bu saygısının nedenini “Çünkü Türkiye dünyada, İran ve Çin ile birlikte kendi ulusal çıkarlarına odaklı özgün politikaları olan ve bu özgün politikaları büyük baskılara rağmen uygulayabilen üç ülkeden biridir” diye açıklamıştı. Büyükelçi Fahey, sözlerini “İran ve Çin bu politikaları hasım baskıları altında yürütürler. Türkiye ise dost baskısına direnir. Dost baskısına karşı koymak hasım baskısına direnmekten her zaman daha zordur” diye tamamlamıştı. Ortadoğu ve Arap dünyası ile İslam âlemiyle ilişkilerimize gelince, yukarıda sözünü ettiğim iddia sahiplerinin sandıklarının aksine bu bölge her zaman geleneksel Türk dış politikasının ana akslarından birini oluşturmuştur. Ortadoğu-Kuzey Afrika ülkeleriyle ikili ilişkilerimize ve bu ülkelerle Cumhuriyet tarihi içinde kurmuş olduğumuz çoklu işbirliklerine bakıldığında bu gerçek açık seçik görülür.

Barışçı ve ulusal çıkarlar
Sonuçta olan olmuş ve bu yazının başında da belirtildiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılını doldurmasına altı yıl kalmıştır. Türkiye’nin 2023’e bu dış politika ile girmemesi gerektiği, giremeyeceği, halkımızın buna layık olmadığı, açıkça söylemeseler dahi, bugünkü iktidarın yöneticileri tarafından da anlaşılmış gibi gözükmektedir. Ülkemiz yeniden diplomasiyi ve yumuşak güç kullanımını iyi bilen; barışçı, olumlu anlamda uzlaşmacı, Ortadoğu ihtilafı dahil tüm uluslararası anlaşmazlıkların taraflarıyla doğrudan temas olanağına sahip, arabuluculuğu aranan, ciddi ve güvenilir bir ülke olmalıdır. Bunun yolu demokrasi ve dış politikada önce “fabrika ayarlarına” dönülmesidir. Ama iş bununla bitmemektedir. Fabrika ayarlarının üzerine, demokrasi alanında evvelce yaşamış olduğumuz eksikleri giderecek; parlamenter çoğulcu demokrasi çerçevesinde kuvvetler ayrılığını, temel hak ve özgürlüklerin kısıtsız kullanımını, hukukun üstünlüğünü, adaletin bağımsızlığını, yargının tarafsızlığını, cinsiyet eşitliği dahil vatandaşlar arasında her alanda tam eşitliği ve refahın hakça paylaşımını güvence altına alacak çağdaş “uygulamaların” kurulması gerekmektedir. Buna koşut olarak dış politika da yeniden Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” felsefesi ekseninde ve istikrar temelinde, Cumhuriyetin kurucu iradesinin isabetle belirlediği ilkeler doğrultusunda şekillendirilmelidir.
                                                                              ***

Sınırsız muhafazakârlık.(Sinan Tartanoğlu-CUMHURİYET)

AKP iktidarı boyunca topluma dayatılan 'muhafazakârlık' en çok kadınları mağdur etti.
 
Cumhuriyet ile birlikte özgürlüğe kavuşan kadınlar, AKP iktidarında yaşam tarzı dayatması ile karşı karşıya... Kadın erkek eşitliğinin yerini, harem-selamlık uygulamalar alırken, ülkenin Cumhurbaşkanı “kadınla erkeği eşit konuma getirmenin fıtrata aykırı” olduğunu söyledi. Tek tipçi muhafazakâr dayatma, sokağa da yansıdı. Kadınlar kıyafetleri nedeniyle saldırıya uğrar hale geldi. Okullarda, yurtlarda öğrenciler kadın-erkek diye ayrılarak yeni nesil yaratılmaya çalışıldı. Başta Tayyip Erdoğan olmak üzere, AKP adına konuşan birçok siyasetçi, “İslamcılık”, “Müslümandemokrat” gibi tanımları “din eksenli bir parti” olarak bilinmemek için reddetti. Hüseyin Çelik, Genel Başkan Yardımcılığı yaptığı dönemde partisi için “Batı basınında, AK Parti yönetimi isimlendirilirken, bazen maalesef ‘İslamcı’, ‘Ilımlı İslamcı’ ve bunun gibi bir dil kullanılmakta. Bu tanımlamalar gerçeği yansıtmamakta ve bizi üzmektedir. AK Parti muhafazakâr demokrat bir partidir. AK Parti’nin muhafazakârlığı ahlaki ve sosyal konular ile sınırlıdır” açıklamasını yaptı. AKP’nin kurulduğu ve iktidara geldiği günden bu yana “ahlaki ve sosyal konularla sınırlı muhafazakârlığı”, “Cumhuriyet toplumunun” sınırlarını da zorladı. Sokaklardan, alkol tüketimine, öğrenci yurtlarından saatlere, kadın politikalarından, sosyal medyaya kadar “ahlak ve sosyal konularla” sınırlı muhafazakârlığı birkaç örneği:
-Kırmızı sokaklar: İçkili yer bölgelerinin tespit edilmesine ilşikin ilk talimat, İçişleri Bakanlığı’nın Ekim 2005 genelgesine yansıdı. Genelge, içkili yerlerin belli bir bölgede toplanması ve sürekli kontrol altında bulundurulmasına ilişkin esaslar içerdi. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ikinci genelgesi ise 14 Ekim 2005’te hazırlandı. Belediyelerin içkili yer bölgesi tespit edebilmesinin önü açıldı. İlk uygulama Bursa Orhangazi Belediyesi’nden geldi. Ardından Ankara Büyükşehir Belediyesi, kendisine bağlı parklarda içki yasağı uygulamasını başlattı. Denizli Belediye Meclisi, içkili yerleri şehir dışına çıkarma kararı aldı.
-Alkol yasağına yasa gücü: Alkol yasaklarının kanun gücüyle korunması 9 Eylül 2013’te başladı. Market, büfe, bakkal ve bayilerin gece saat 22.00 ile sabah 06.00 saatleri arasında alkollü içki satması yasaklandı. Alkollü içkilerin reklam ve tanıtımı yasaklandı.
-Ekranda alkol yok: Yasa ile televizyonlarda yayımlanan dizi, film ve kliplerde alkollü içkileri özendirici görüntüler yasaklandı. Her türlü şiddetin en gerçekçi hali ile verildiği ekranlarda tütün ve alkol ürünleri “buzlandı.”
-Her evde yasak: RTÜK’ün, sosyal hayatın ayrılmaz parçası olan televizyon üzerindeki sıkı denetimi, hiç gevşemedi. RTÜK, televizyonlara 2002’de 2 bin 921 yayın durdurma cezası verdi. 2003-2005 yıllarında 29 radyo ve televizyon toplam 870 gün “karartıldı.” RTÜK, 2002’den 2008’e kadar toplam 2 bin 22 uyarı, 262 program durdurma, 1 yayın lisans iptal cezası verdi.
-Harem-selamlık yurt: Yurt- Kur, Ağustos 2013’te kız ve erkek öğrenci yurtlarını birbirinden ayırmaya başladı. 16 bin kız öğrenci, erkek öğrencilerle aynı ortamda kalmamaları için yeni binalara “göç ettirildi.” Erkek öğrencilerin ise eski yurtlarında kalması sağlandı. Devlet yurtlarını “kız” ve “erkek” olarak zaten ayıran Milli Eğitim Bakanlığı karma özel öğrenci yurtlarını da kapattı.
-'Kız-erkek aynı evde ters’: Kasım 2013’te başbakanlığı döneminde Erdoğan, toplumsal harem-selamlık uygulamalarını temel politika haline getirecek açıklamayı yaptı. Erdoğan, “Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Bunun denetimi yok. Muhafazakâr demokrat yapımıza bu ters” dedi.
-Arap saati inadı: Enerji Bakanlığı 2009’da, Türkiye’nin saatini ayarladığı GMT+2 olarak tanımlanan 30. boylamdaki referans meridyeninin, GMT+3 olarak tanımlanan 45. boylama alınmasına ve yaz saati uygulamasının tamamen kaldırılmasına ilişkin yasa tasarı taslağı hazırlıklarına başladı. O dönem muhalefet, “Asıl amaç, Suudi Arabistan saat dilimini kullanarak, namaz saatlerini Mekke ve Medine’ye göre ayarlamak. Bundan sonraki adım da, resmi tatil gününün cumaya alınması olabilir” itirazını seslendirdi. Eylül 2016’da yürürlüğe giren Bakanlar Kurulu kararı ile kış saati uygulaması kaldırıldı. Yeni hesapla, Iğdır’dan geçen boylamın esas alınacağı ve Türkiye ile Suudi Arabistan arasında saat farkı kalmayacağı değerlendirmeleri yapıldı. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun iptal kararına karşın muhafakâr demokrat AKP, uygulamayı önce OHAL gücüyle çıkarılan KHK’lere koymayı düşünse de, bir yasa taslağı ile geri getirmeyi planladı.
-Kamuya cuma izni: Saatlerde olduğu gibi resmi tatil günlerinin ve mesai saatlerinin dini referanslara uygun olarak belirlenmesi kuşkusu hiç dinmedi. Ancak 2016’da “gerçek oldu.” Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde, Ocak 2016’da kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan memurlara cuma namazı vakitlerinde izin verilmesinin önü açıldı. Genelgede “Cuma namazı saatinin mesai saatine denk gelmesi halinde, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanlardan isteyenlere mesai kaybına neden olmaksızın izin verilir” ifadeleri kullanıldı.
-Medya, yeni yasak alanı: İnternet yasakları kapsamında 2007’de 43, 2008’de 1046, 2009’da 6 bin 131, 2010’da 7 bin 762, 2011’de 14 bin 737, 2012’de ise 19 bin 507 internet sitesi engellendi.
-Twitter'a yasak: Erdoğan, başbakanlığı döneminde, Gezi Parkı eylemleri sürerken “Twitter’ın kökünü kazıyacağız” dedi. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarını eleştirirken, “Twitter, miviter falan hepsinin kökünü kazıyacağız. Efendim işte uluslararası camia şöyle der, böyle der. Hiç beni ilgilendirmiyor” ifadelerini kullandı. Erdoğan’ın talimatı verdiği gün, Twitter’a erişim engeli kararı alındı. Yasak, “ahlaki ve sosyal konularla sınırlı muhafazakârlığın” bir örneği olarak “kişilik haklarının ve özel hayatın gizliliğini ihlal” gerekçesine dayandırıldı.

Kadına boşanma hakkından boşanmada arabulucuğa
Kadına seçme ve seçilme hakkını Fransa, İtalya ve İsviçre’den çok önce yasal güvenceye alan Cumhuriyet, 1926 Türk Medeni Kanunu ile, “erkeğin çokeşliliği” ve “tek taraflı boşanmasına” ilişkin düzenlemeleri kaldırdı. 2017’de ise AKP, önce müftülere nikâh kıyma yetkisi verdi, ardından boşanmalar için “Aile arabuluculuğu” sistemini getirmeye hazırlandığını açıkladı. 2009’da Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun kendisinden iş isteyen kadınlara, “Evdeki işler yetmiyor mu” diye sorması, 2009’da Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in “Kadınlar iş aradığı için işsizlik artıyor” demesi, 2009’da Başbakan Erdoğan’ın Münevver Karabulut cinayeti için “Yalnız bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya” ifadelerini kullanması, 2010’da yine Erdoğan’ın “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum. Kadından anneliği çıkarırsanız geriye kutsal bir şey kalmaz” açıklaması, 2011’de kadına şiddetin abartıldığını dile getirmesi, 2012’de Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar” yorumunda bulunması, 2014’te Erdoğan’ın “Kadın-erkek eşitliği fıtrata ters” demesi; “ahlaki ve sosyal konularla sınırlı muhafazakârlığın” kadına bakışının sadece birkaç örneği... Bu söylemin sonuçları ise şöyle:
-Dünya Ekonomik Forumu’nun 2015 Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda 145 ülke arasında 130. sırada yer aldı.
-AKP döneminde kadına yönelik şiddet yüzde 1400 arttı.
-2002-2017 yılları arasında 14 binden fazla kadın cinayete kurban gitti.
-Mahkemelerde, erkeğe tahrik indirimi, hukuksal bir norm haline geldi.
-Yapılan araştırmalar, her 10 evlenmiş kadından neredeyse 4’ünün eşi veya birlikte olduğu erkeklerin fiziksel şiddetine maruz kaldığını gösterdi.
-Türkiye genelinde kadınların yüzde 36’sının fiziksel şiddete, yüzde 12’sinin ise cinsel şiddete maruz kaldığı belirlendi.
-Son 10 yılda 482 bin 908 kız çocuğu zorla evlendirildi.
-Son 10 yılda çocuk cinsel istismar davaları yüzde 700 arttı.
-15 yılda çocukların cinsel istismarı yüzde 434, cinsel taciz yüzde 449 arttı.

                                                                           ***

Tüm kazanımlar örselendi.(Figen Atalay-Cumhuriyet)

Cumhuriyet eğitim alanında büyük atılım yaptı. Şimdi ise demokratik, laik, bilimsel eğitimden hızla uzaklaşılıyor. Eğitim, 94 yıl sonra yeniden dinselleşiyor.

Mustafa Kemal Atatürk, 25 Ağustos 1924’te toplanan Muallimler Birliği Kongresi’nde öğretmenlere “Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdani hür nesiller ister’’ dedi. Sonra devam etti: “Erkek ve kız çocuklarımızın aynı şekilde bütün ilim derecelerindeki öğrenim ve eğitimlerinin uygulamalı olması önemlidir. Memleket çocuğu, her öğrenim derecesinde ekonomik hayatta istekli, eser sahibi ve başarılı olacak şekilde donanımlı olmalıdır. Milli ahlakımız uygar ilkelerle ve hür düşüncelerle artırılmalıdır. Bu çok önemlidir. Özellikle dikkatinizi çekerim. Göz korkutma ilkesine dayanan ahlak, bir erdem olmadığı gibi güvene de uygun değildir.’’ Atatürk’ün bu sözlerinden 93 yıl sonra geldiğimiz noktada, sürekli gericileşen eğitim sistemimizde, bilimden, demokrasiden, katılımcılıktan, yaratıcılıktan, özgür düşünceden söz etmek mümkün değil. Aklı ve bilimi egemen kılan bir sistemde, sorgulama yeteneği gelişmiş, neden-sonuç ilişkisi kurabilen bireyler değil, dine, ezbere, güce, korkuya, tehdide dayalı sistemde; dindar, itaatkâr, ezberci bireyler yetiştirme çabası mevcut.

 İlk yasalar
Milli Eğitim Bakanlığı 2 Mayıs 1920’de kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim politikaları oluşturulurken, uygulamaya konulan temel yasalar şunlar oldu:
-Tevhid-i Tedrisat Kanunu
-Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun
-İlkmektep Muallim ve Vazifeleri Hakkında Kanun
-Köy Eğitmenleri Kanunu
-Köy Enstitüleri Kanunu
-Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında Kanun
-Orta Tedrisat Muallimleri Kanunu
-İlköğretim ve Eğitim Kanunu
-Milli Eğitim Temel Kanunu
-Yükseköğretim Kanunu
Eğitim alanında yapılan en büyük yeniliklerden olan Tevhidi Tedrisat Kanunu ile ülkedeki bütün medreseler ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı, denetim altına alındı. Dini bir öğretim kurumu olan medreseler daha sonra kapatıldı. Eğitimin dini esaslara göre verilmesinden vazgeçildi, laik ve çağdaş bir eğitim hedeflendi. Kız ve erkeklerin ayrı ayrı okutulmasına son verildi, karma eğitime geçildi. Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Kemal Kocabaş, Cumhuriyetin akıl ve bilim referans alınarak kurulduğunu hatırlatarak, “Okuma yazma oranı yüzde 5 dolaylarında olan ve ortaçağı yaşayan bir toplumu laik, demokratik, karma, bilimsel eğitimle çağdaş uygarlığa dönüştürmenin adıydı Cumhuriyet.
Mustafa Kemal’in büyük öngörüsüyle aydınlanma düşüncesinin bu topraklarda filizlenmesinin adıydı Cumhuriyet. Kadınlara verilen haklarla, devrimlerle, Mustafa Necati dönemi eğitim- kültür atılımlarıyla, çağdaş üniversiteler yasasıyla, Köy Eğitmen Kursları ve Köy Enstitüleriyle, Tercüme Bürosuyla, Hasan Âli Yücel’le, İsmail Hakkı Tonguç ile Cumhuriyet, ulusaldan evrensele yürüyüşün onurlu adımlarıydı. Cumhuriyet eğitim hakkının, insanlık erdeminin adıydı” dedi. İçinde bulunduğumuz dönemde, Cumhuriyetin tüm kazanımlarının örselendiğini, laik, demokratik, bilimsel eğitimden hızla uzaklaşıldığını, eğitimin dinselleştirildiğini, piyasalaştırıldığını ve üniversitelerin susturulduğunu vurgulayan Prof. Kocabaş’a göre, “Bu eğitim politikaları Cumhuriyetin eğitim politikaları asla olamaz"
                                                                            ***

Cumhuriyet dönemi sağlığından eser yok: Sağlık da ‘muhafazakâr’laştı.(Şeyma Paşayiğit-CUMHURİYET)

Cumhuriyet döneminde özellikle kadın, çocuk ve işçilerin sağlıkları için 1930 yılında Umumi Hıfzıssıhha Kanunu çıkarılarak etkin bir sağlık denetimi kurulmuştu.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve tıp etiğine dayanması gereken sağlık politikaları, tek çatı sistemiyle parasız uygulamaların geldiği Cumhuriyet döneminin dışına çıktı. Yapılan geniş çaplı değişiklikler ile sağlık parçalı, paralı ve muhafazakâr hale geldi. Cumhuriyet dönemindeki kadın ile çocuk başta olmak üzere işçilerin sağlık denetimleri için çıkarılan kanunların yerini, kürtaj tartışmaları, üç çocuk ısrarları, helal ilaç, helal süt tartışmaları aldı. Mustafa Kemal Atatürk ile gelen sağlık politikalarında, devletçilik ilkesi temel alınmıştı. Günümüzdeki özel ve ücretli sağlık politikalarının aksine koruyucu ve tedavi edici hizmetleri, devlet yükleniyordu. Cumhuriyet ile birlikte birinci derecede devletin görevi haline getirilmeye çalışılan sağlık politikaları ile sağlık hizmetlerinde sorumluluk ve yetkiler, devlete aitti. Sağlık hizmetlerinde doğabilecek aksaklıklar için yasal düzenlemeler dışında tüm okullarda haftada en az bir saat sağlığı koruma dersi okutulması zorunlu hale gelmişti. Özellikle kadın ve çocuk başta olmak üzere işçilerin, sağlık ve güvenliklerinin tedbiri için 1930 yılında Umumi Hıfzıssıhha Kanunu çıkarılarak etkin bir sağlık denetimi kurulmuştu. Böylelikle insan haklarının önemli bir unsuru olan sağlık hakkı doğrultusunda ilk fiili hukuki düzenleme hayata geçirilmişti. Sağlık Bakanlığı’nın belirlediği temel görevler doğrultusunda koruyucu sağlık hizmetlerinin yürütülmesi için hükümet tabipliği ve sağlık müdürlüğü kurulmuş, ücretsiz olarak tedavi öngörülmüştü. Cumhuriyet dönemi sağlık politikalarında sağlık hizmetlerinin planlanması ve programlanması ile yönetiminin tek elden yürütülmesi en önemli ilkeydi. Günümüzdeki parçalı sistem yerine “tek amaç ve dikey örgütlenme” modeli benimsenmişti.

 Paralı sağlık
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve tıp etiğine dayanması gereken sağlık politikaları, yıllar içinde devletçilik ilkesinin dışına çıktı. AKP hükümetinin gelmesiyle de tamamen tersyüz edilerek parçalı ve ücretli sağlık hayata geçirildi. Geniş çapta gelen değişikliklerin bilimsel niteliği, tıp otoritelerince kabul görmedi. Sağlık politikalarının din etkisi altında kaldığını gösteren bazı örnekler şöyle:

100 yıl geriye
-Yeni doğan bir bebeğin evlilik dışı bir ilişkiden dünyaya gelip gelmediğinin ve dininin sorgulandığı Yenidoğan Kayıt Formu geldi.
-Sağlık hizmetlerinin önemli bir parçası olan sosyal hizmetler alanı da laiklikten uzaklaştı. Diyanet İşleri Başkanlığı ile Sağlık Bakanlığı arasında imzalanan protokol ile hastanelerde din psikologları istihdam edildi ve ‘dini terapi’, sağlık hizmetleri sınıfından sayıldı. Aynı protokol ile evlerde ‘manevi bakım hizmeti’ verilmesi için ‘Manevi Bakım Hizmetleri Çalıştayı’ düzenlendi. Yine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile imzaladığı başka bir protokolle sığınma evlerine ‘vaize’ atamalarının önü açıldı.
-Kürtaj tartışmaları ile başlayan kadın bedeni üzerindeki tahakküm kurma girişimleri, en az 3 çocuk ısrarıyla katlanarak devam etti.
-Helal gıdadan sonra helal ilaç ve helal süt kavramları gündeme geldi. Bu kapsamda domuz jelatinin ilaç üretiminde kullanılmamasından hareketle helal ilaç uygulaması ve dini inancı olmayan kadınların sütünün inançsız olacağı düşüncesiyle de helal süt bankası kurma önerisi yer aldı.
-Geleneksel tıp adı altında, “hacamat, sülükle tedavi” bilimsel olarak yararı kanıtlanmamış yöntemler devreye sokuldu. Bu tür uygulamalar, doktor denetiminde yapılmadığı için yanlış uygulamalarda insan yaşamını tehdit edecek kadar tehlikeli olabiliyor.

                                                                             ***

Atatürk'ün dayanağı TBMM'ye dayanan halk iradesiydi: Asla vazgeçmeyeceğiz.(Miyase İlknur-CUMHURİYET)

Mustafa Kemal 11 Eylül 1923’te bir grup milletvekili ile sohbet ederken sözü Cumhuriyet’e getirir. Yunus Nadi, “Bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız” deyince Atatürk elindeki kalemi masaya vurarak “En kuvvetli zaman bugündür” dedikten sonra yeni anayasanın ilk maddesini okur: “Türkiye Cumhuriyet usulü ile idare olunur bir halk devletidir.”
 
Cumhuriyet’in ilanına giden yolların kilometre taşları Lozan görüşmelerinden itibaren döşenmeye başlamıştı. Görüşmelere Ankara’daki Meclis temsilcisi ile birlikte İstanbul hükümetinin temsilcilerinin de çağrılması Ankara hükümetinin tepkisini çekmişti. Ulusal Kurtuluş Savaşı’na destek vermek bir yana köstek olan İstanbul’un Ankara’daki meclisle eş değer görülmesi kabul edilecek bir durum değildi. Bu, saltanatın kaldırılması fikrine öteden beri sahip olan Mustafa Kemal ve arkadaşları için sağlam bir gerekçe oluşturdu. Zaten 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ile saltanat resmen olmasa da fiilen ilga edilmişti. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı.
Ankara hükümetinin İstanbul’daki temsilcisi Refet Paşa 18 Kasım 1922 sabahı Sultan Vahidettin’in Malaya adlı İngiliz zırhlısıyla kaçtığını telgrafla bildirdiğinde Ankara, derin bir “oh!” çekti. Zira Ankara’da Sultan Vahidettin hakkında nasıl bir yaptırım uygulanacağı konusunda belirsizlik vardı. Ankara, yargılamayı düşündüğü Sultan’ın mazlum konumuna düşürülme ve bu nedenle bir karışıklık çıkma ihtimali nedeniyle ihtiyatlı davranıyordu. O nedenle Sultan’ın kaçışı bu sorunu da kendiliğinden çözmüş oldu. Saltanat kaldırılmış, halifelik makamı ise boş kalmıştı. Halifeliğin kaldırılması konusunda bir adım atmayı şimdilik erken bulan Mustafa Kemal, bu makama seçim yapmak için Meclis’i olağanüstü toplantıya çağırdı. 18 Kasım 1922 günü yapılan oylamada Şehzade Abdülmecit halife seçildi. Mustafa Kemal, halifeliği de kaldırmak için uygun zaman ve zemini kollayacaktı.

Bu zaman ve zemini yaratmak ancak yeni bir meclisle mümkün olabilirdi. Birinci Meclis vatan savunması amacıyla toplanmıştı. Bu meclis, politika üretme, yeni devlet düzenini inşa etme, devrimleri gerçekleştirme yeteneğinden ve refleksinden yoksundu. O nedenle Mustafa Kemal, Halk Fırkası’nı kurdu ve 1 Nisan 1923’te meclisi yenilemek için karar alındı. İkinci Meclis Halk Fırkası listesinde yer alan isimlerden oluşmuştu ama her konuda görüş birliği içinde olduğu da söylenemezdi. Özellikle devletin rejiminin ne olacağı ve halifelik konusunda Mustafa Kemal ve arkadaşlarından farklı düşünenlerin varlığı hiç de az değildi. Halife yanlıları, meşrutiyet taraftarları ve İttihatçılar, Mustafa Kemal’in güçlenmesine ve onun getirmeyi planladığı yeni rejime muhaliftiler. Meclis’teki tutucu kesim, başında halifenin olacağı meşruti bir yönetim istiyordu. İttihatçılar ise yeniden yönetime gelmenin arzusu ile tutucu ve halife yanlısı gruba karşı açıktan tavır almıyor, harekete geçmek için Mustafa Kemal’in güç kaybedeceği dönemi kolluyordu.
Milli Mücadele döneminde yakın arkadaşları Ali Fuat, Rauf Bey, Kazım Karabekir ve Refet Paşa da muhalefete geçmiş, İstanbul basını ile birlikte halifeye gereken saygınlığın ve dünyevi yetkilerin verilmesi için girişimlerde bulunuyordu. Ağa Han gibi başka Müslüman ülkelerden bazı temsilcilerin de bu girişimlerini sürdürmesi halifelik makamının ömrünü kısaltmasından başka bir işe yaramayacaktı. Halifenin 300 milyon Müslüman’ın dini lideri olduğunu öne sürenler, 1. Dünya Savaşı’nda halifenin ordusuna karşı İngiliz ordusu ile savaşan Müslümanları nedense hatırlamak istemiyordu.
Cumhuriyet’e giden yolun ikinci büyük adımı Ankara’nın başkent olması kararının alınmasıydı. Düşman işgaline karşı direnişin 1919’dan beri merkezi olan Ankara artık resmen hükümetin de merkezi olacaktı. İsmet Paşa ve 14 arkadaşının verdiği önerge 13 Ekim 1923’te TBMM’de oylandı ve Ankara yeni devletin başkenti olarak dünyaya ilan edildi. Bu kararın alınmasında pek çok etken vardı. Bunlardan biri de “saltanat rejimine bir gün yeniden dönülür” hevesiyle hareket edenlerin umudunu kırmaktır.
Ankara’nın başkent ilan edilmesinden sonra artık sıra yeni devlet düzenini belirlemeye gelmişti. Mustafa Kemal öteden beri kafasında olan Cumhuriyet fikrini yaşama geçirmek için siyasetin gündemini adım adım belirledi. Usta bir satranç oyuncusu gibi hamle üstüne hamle yaptı ve sonunda başardı.
Cumhuriyet fikrini yakın arkadaşları ile bile paylaşmadan daha 1921’de özel kalem memuru Hasan Rıza Soyak’a notlarının yazılı olduğu müsveddeyi verirken “Bunları al müsvedde halindedirler, beyaza geçireceksin. Yazılar karışıktır, dikkat et, okuyamadığın veya anlamadığın yer olursa bana sorarsın. Bunlar şimdilik ikimizin arasında kalsın. Sen ve ben bileceğiz. Amirlerine bile bahsetmene lüzum yoktur” demiştir.
Hasan Rıza Soyak’ın aldığı notta Kanun-i Esasi’nin devletin şekliyle ilgili maddeleri ile ilgili yapılması düşünülen değişiklikler vardır. Mustafa Kemal’in hazırladığı taslağın ilk maddesinde şunlar yazılıdır:
"Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir.”
Mustafa Kemal 1923’ün Eylül ayından itibaren yeni devletin rejimi meselesini, Çankaya’daki sofrasında ve Meclis’teki odasında kendisine yakın arkadaşlarıyla tartışmaya açmıştır.
Falih Rıfkı anılarında 11 Eyül 1923 günü Mustafa Kemal’in Meclis’teki odasında “Cumhuriyet” ile ilgili açtığı tartışmayı ve gazetemizin kurucusu Muğla Milletvekili Yunus Nadi ile arasındaki diyaloğu şöyle anlatır:
11 Eylül 1923 günü Divandan sonra saat yarımda, reis vekili Sabri Bey (Toprak) ve bir iki arkadaşla yemeğe çıkıyorduk. Parti toplantısının kaçta olduğunu sordu. Üçte idi:
-Bana birde olduğunu söylediler onun için erken geldim, dedi. Orasına giderken bizi de çağırdı. Milletvekili olmakla beraber hâlâ yaverliğini yapan eski subaylardan biri, parti tüzüğünün son şeklini getirdi. Tüzük bugün bütün milletvekilleri tarafından birer birer imzalanacaktı.
Biraz sonra cebinden tüzüğün bir nüshasını çıkardı. Sahife açığına yazdığı Fransızca bir cümleyi okudu. Bu, Fransız Cumhuriyeti’nin “bir gayr-i kabil-i tecezzi” olduğunu söyleyen cümle idi.
-Dün akşam Fransız İhtilal tarihini gözden geçirdiğim vakit not etmişim, dedi ve sildi.
Bir sualim üzerine Kanun-u Esasi tadilleri meselesine geçtik. Biraz önce içeriye giren Yunus Nadi de aramızda idi.
Gazi dedi ki:
-Cumhuriyet ne demektir? Kamusa baktım “chose publuque” kelimeleriyle tercüme edilmiştir. Bunun manası ne olmalı?
Gazi’nin sözü hangi konu üzerine getirmek istediği belli idi. Kanun-u Esasi’de yeni hükümet şeklini açıkça göstermek sırası geldiğini söyleyen Sabri Bey:
- Mesele bugünkü vaziyetin ifade edilmesinden ibarettir, dedi.
Gazi, “-Ben projeyi gördüm. Çok eksik yerleri var. Bu hafta kendim uğraşacağım. Sonra bazı arkadaşlarla hususi müzakerede bulunuruz ve fırkaya getiririz”, dedi.
Yunus Nadi: Bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız.
Gazi, kalemini masaya vurarak:
-En kuvvetli zaman bugündür, dedi.
Sonra yeni Kanun-u Esasi’nin kendi niyetine göre ilk maddesini okudu:
“Türkiye Cumhuriyet usulü ile idare olunur bir halk devletidir.”
Mustafa Kemal, Wiener Neue Freie muhabiri Lazar’a 22 Eylül 1923’te verdiği demeçte tüm dünyaya ilan eder. Bu demecinde “Cumhuriyet” kelimesini kullanması dış dünyayla birlikte Türkiye’de de büyük yankı uyandırır. Aynı demeç Türkiye’de de İlkadım gazetesinde yayımlanır.
Konuyu tartıştırdıktan sonra sıra artık rejimin adını koymaya gelmişti. Bunun için en güzel fırsat Meclis’in içindeki çıkan krizdi. Ordu müfettişliğine atanan Ali Fuat Paşa, Meclis ikinci başkanlığından istifa etmişti. Ertesi gün ise hem Başbakan hem de İçişleri Bakanlığı görevini yürüten Fethi Bey, İçişleri bakanlığı görevinden istifa etti. Gerekçe: “İki görevi birden yürütmekte zorlanıyorum.”
O günkü yasalara göre bakanları atama yetkisi Meclis’teydi. O nedenle seçilecek kişileri Meclis belirleyecekti. TBMM’de yapılan seçimde İçişleri Bakanlığı’na Sabit Bey, Meclis ikinci başkanlığına ise Rauf Bey seçilmişti. Lozan Konferansı sırasında İsmet Paşa’ya karşı çıkan ve Mustafa Kemal’le arası bozulan Rauf Bey’in seçilmesi hesapları bozmuştu. Ancak Mustafa Kemal’den ikinci bir hamle geldi. Bu kez kabinedeki bütün bakanlar görevlerinden istifa etti. Başbakan Fethi Bey, kabinenin istifa gerekçesini ise Meclis’e “daha güçlü bir hükümet kurulması için istifa edildi” diyerek açıkladı. Artık ülke hükümetsiz kalmış ve bir kabine krizi doğmuştu. Bu krizi bizzat yönetecek olan kişi de Mustafa Kemal’dir. Kendisine yakın olanlar, yapılan bakanlık teklifini reddediyor, muhalif olanlar ise bir adım atmaya çekiniyordu.
Halk Fırkası grubu derhal toplandı. Mustafa Kemal’in hükümet krizine çözüm bulması isteniyordu. Kemalettin Sami Paşa, bu krizi çözmek için Mustafa Kemal’in görevlendirilmesi talebinde bulundu. Meclis, Mustafa Kemal’e yetki verdi. Mustafa Kemal, zaten başından beri ustaca yönettiği bu krizde kendisinden yardım isteneceğini hesaplamıştı ve bu daveti bekliyordu. Davet üzerine Meclis’e gelince, “Bana bir gün izin veriniz sorunun çözümünü size arz edeyim” diyerek ayrılır.
Ertesi gün kürsüye çıktığında bu tür krizlerin her zaman çıkabileceğinden söz eder ve sorunun yegâne çözümünün “Cumhuriyet” olduğunu söyler ve tartışmaya açar. Muhalif milletvekilleri, değişiklik tekliflerinden sadece kabine usulüne destek verir gibi görünürler ancak Cumhuriyet fikrine açıkça karşı çıkmasalar da erteleme yönünde fikir beyan ederler. Bu konunun uzun süre müzakere edilmesini söyleyerek zaman kazanmaya çalışırlar. Fakat bir gün önce Çankaya’da toplanıp konuyu müzakere eden İsmet Paşa, Adliye Vekili Seyit Bey, Ragıp Bey, Eyüp Sabi Efendi ile Abdurrahman Şeref Bey Cumhuriyet’in derhal kabul edilmesi gerektiği yönünde konuşurlar. Adliye Vekili Seyit Bey’in konuşmasında dediği gibi teklif edilen şey yeni bir durum değildi. 23 Nisan 1920’den beri egemenlik kayıtsız şartsız milletin vekillerinin görev yaptığı Meclis’teydi. Sadece adı konuyordu. Bu konuda İsmet Paşa’nın yaptığı konuşması önemlidir:
“Parti genel başkanının teklif kabule ihtiyaç katidir. Cihan bizim hükümet şekli konuştuğumuzu biliyor. Bu müzakerelerimizi bir neticeye ulaştırmamak ve açıklayamamak, güçsüzlük ve kargaşayı sürdürmekten başka bir şey değildir. Bir tecrübeden bahsedeyim. Avrupa diplomatları bu hususta beni ikaz ettiler. Devletinizin başı yoktur, dediler. Mevcut durumunuzdaki başkanınız sadece Meclis başkanı sıfatı taşımaktadır. Demek ki, siz bir başka başkan bekliyorsunuz. Avrupa düşüncesi işte budur. Halbuki, biz böyle düşünmüyoruz. Millet, hâkimiyetine, mukadderatına, bilfiil sahip çıkmıştır. O halde, bunun hukuksal ifadesini söylemekten neden çekiniyoruz? Ortada bir cumhurbaşkanı yokken bir başbakanın seçilmesini teklif etmek anlamsız olur. Bunda şüpheye mahal yoktur. Başbakanın seçimini kanuni ve mümkün kılabilmek için Gazi Paşa Hazretlerinin teklifini kanuniyet kespetmesi lazımdır.”
İsmet Paşa’nın dediği gibi aslında beklenen bir başka devlet başkanıdır. Halifenin başında olacağı monarşik bir rejim beklentisi vardır. Ancak Mustafa Kemal, ihtilalci mantığıyla başlattığı ve bizzat yönettiği kriz ile buna meydan vermemiştir.
Sonuçta 29 Ekim 1923 günü saat 20.30’da oturuma katılan 158 üyenin tamamının oyuyla Türkiye’nin Cumhuriyet rejimi ile yönetileceği ve ilk cumhurbaşkanının Mustafa Kemal olacağı kabul edildi.
Cumhuriyet karşıtları bugün de açıktan rejime karşı olduklarını söylemek yerine Mustafa Kemal’in bunu oldu bittiye getirmesini ve en yakın arkadaşlarından bile gizlemesini eleştiri konusu yapmayı yeğliyor. Okur yazar oranının yüzde 10’u bile bulmadığı bir halk ve devletin dini esaslara göre yönetilmesini savunan bir Meclis’le ne halkın egemen olduğu bir rejim getirilebilir ne de devrimler yapılabilirdi.
                                                                             ***

15 yılda çöken bir adalet sistemi: Partili yargı(Alican Uludağ-CUMHURİYET)

Cumhuriyet’in 94. yıldönümünde Türkiye’nin yargısı ve adalet sistemi çökmüş durumda.

15 yıllık AKP iktidarı döneminde yargı, gündemden hiç düşmedi. İktidara ilk geldiği andan itibaren yargıyı ele geçirmek için çaba harcayan iktidar, bu amaçla bugün “terör örgütü” olarak görülen cemaatle ortaklık yapmaktan geri durmadı. Bu ortaklığın sonucu olarak yargıya, yüzlerce FETÖ üyesi sızdı. Özellikle 2007’de Ergenekon süreci ile bir cadı avı başlatılırken, bunu Balyoz, Askeri Casusluk, KCK gibi kumpas soruşturmaları izledi.

 Cemaat evlerinde pazarlık
Özellikle istediği kararların çıkmadığı Anayasa Mahkemesi, HSYK, Yargıtay ve Danıştay’a hâkim olmak isteyen iktidar, 2010’da yine cemaatle işbirliği yapıp, anayasa değişikliğine gitti. Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, referandum sonrası bizzat “okyanus ötesine” teşekkür etmeyi ihmal etti. Anayasa değişikliğinin ardından yapılan seçimde cemaatle-Adalet Bakanlığı ortak listesi HSYK’de etkili oldu. Dönemin Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın bilgisi ve talimatı dahilinde 2011’de Yargıtay ve Danıştay üyeliği seçimleri için cemaat evlerinde pazarlık yapıldı. Bu pazarlığa bizzat HSYK üyeleri katıldı. Bu anayasa değişikliği nedeniyle yargıdaki cemaatçi kadrolaşma zirveye ulaştı. Ne zaman ki 17/25 Aralık süreci oldu, iktidar cemaatle ortaklığını bitirip yeni arayışa girdi.

Üçte biri atıldı
Bugün yargının üçte biri FETÖ üyesi olduğu iddiasıyla ihraç edildi. Meslekten çıkarılan yaklaşık 4 bin hâkim ve savcının 2302’si tutuklu. Yargıda yaşanan boşluk nedeniyle son dönemde çok sayıda hâkim ve savcı alındı. Bu nedenle yargının yarısı, 5 yılın altında tecrübeye sahip. Adalet Bakanlığı, ihtiyaç olan hakim ve savcıları alırken bizzat AKP üyesi kişileri tercih etti. 2016’dan bu yana AKP’de yöneticilik sıfatı bulunan binin üzerinde avukat, hâkim ve savcı oldu. 70 puan barajı da kaldırıldığı için yargıda yandaş kadrolaşmanın önü açıldı. Yargıda cemaat tasfiye edilirken, yerine farklı tarikatlar etkili olmaya başladı. Birçok hâkim ve savcı, cemaatçi olmadığını belirtirken, gençlik yıllarında gittiği tarikatların isimlerini verir oldu. Yargının üst kadrolarına yapılan atamalarda ise imam hatip mezunu olma belirleyici ölçü oldu. Yine hâkim ve savcıların türban takmasına izin de bizzat bu iktidar tarafından verildi.

Çay toplayan başkanlar
Yüksek yargıdaki atamalarda partili Cumhurbaşkanı belirleyici hale geldi. Bu ortamda yargı başkanları, siyasi parti genel başkanı olan Cumhurbaşkanı ile beraber çay toplamaktan çekinmedi. Yargı sistemi, sadece iktidarın ihtiyaçlarına yanıt verebilen bir kurum haline dönüşürken, muhalifleri ise hedef alan bir silah olarak kullanıldı. Milletvekilleri, gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler, öğrenciler başta olmak üzere toplumun farklı birçok kesimi yargı kararlarıyla içeri atıldı. “Düşman ceza hukuku” uygulandığı bir ortamda kişilerin hukuk güvenliği ortadan kalktı. Bu davalarda bağımsız ve tarafsız karar veren hâkim ve savcılar ise HSK tarafından bizzat görevden el çektirildi. Bir yıldan fazla uygulanan OHAL hukuku ile toplumda büyük bir adalet ihtiyacı doğdu. Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Büyük Atatürk’ün 94 yıl önce Cumhuriyet için “En büyük bayram” dediğini anımsattı. Cumhuriyetin kurucu felsefesi içinde laik, sosyal hukuk devleti ilkesinin de yer aldığına dikkat çeken Kanadoğlu, “Oysa bugün Türkiye, hukuk devleti ilkesi yönüyle bağdaşmayacak bir duruma geldi. Hukuk devleti yargı bağımsızlığını yanında getirir. Hukuk devleti olmadığı zaman adalet mülkün temelidir diyemeyiz. O temeli ortadan kaldırmış oluyoruz. Bugün durum bu” dedi. Osmanlı’daki şer-i hukuk sistemine geri dönüş özlemi olduğunu söyleyen Kanadoğlu, müftü nikâhı meselesi ile devletin içine dinin sokulduğunu, laiklik ilkesinin ihlal edildiğini vurguladı.


(Derleme:CUMHURİYET(29/10/2017)