29 Ekim 2017 Pazar

Diplomasi dili, antiemperyalizm ve Trump “tipolojisi” - TANER TİMUR

Mustafa Kemal Paşa işgalcilerle savaşa ve İttihatçıların bıraktığı enkazı temizleme girişimine şu unutulmaz sözlerle başlamıştı: “Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz.” Cumhuriyet’in 94. yıldönümünü kutlarken, bu cümleler yerli yersiz yeni bir “İstiklal Savaşı”ndan söz edenlerin kulağında küpe olmalıdır.

Sizce Trump nasıl bir “tipoloji”dir?
Sizi bilmem, ama Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump’ı, “medeniyet olayını şekil olarak değerlendiren bir tipoloji” olarak tanımladı. 20 Ekim’de, İbn Haldun Üniversitesi’nde, “Medeniyetler Şurası” kongresini açış konuşmasında! Ve sonra da nedenlerini şöyle sıraladı: Müslümanlar hakkında “terörist” sıfatını kullanması; üstelik onları ülkesinden “kovmaya” kalkması; kendisini ABD’ye davet edip, sonra da korumalarına tutuklama kararı çıkartması vb.. Noktayı da yine kendisi koydu: “Kimse kusura bakmasın, ben bu ülkeye medeni demem”!
Biliyoruz, Erdoğan “ilk”lerin adamıdır ve bu da bir “ilk”ti. Cumhuriyet tarihimizde ilk kez bir cumhurbaşkanı, ABD ve Başkanı hakkında bu şekilde aşağılayıcı sıfatlar kullanıyordu. Belki yeterince farkına varılmadı, ama Türkiye-ABD ilişkilerinde Rubikon çoktan aşılmış, artık kartlar açıktan oynanmaya başlamış bulunuyor. Kimse kuşku duymamalı, gerisi de gelecek..

Nitekim yakında başlayacak olan Zarrab davasının yorumu ve “kullanım kılavuzu” şimdiden hazırlandı bile!

• • •

Kazanların kaynadığı bir bölgede, çoktandır çeşitli cephelerde çeşitli “düşman”larla savaşıyoruz. Diplomasi de bir savaş ve bu savaş ateşli silahlarla değil, “dil” ile yapılıyor. Eğer konuşmasını bilmiyorsanız, düzgün bir diliniz yoksa, düzgün bir diplomasi şansınız da yok demektir. Yeni bir gerçek de değil; neredeyse üç bin yıl kadar önce, Ezop, dilin ne kadar güçlü bir silah olduğunu anlatmıştı. “İnsan, en iyi dostlarını da, en büyük düşmanlarını da ‘dil’i ile edinir” diyordu, Frigyalı bilge..
Oysa son yıllarda, dil, bizde hep düşmanlıklar yaratacak şekilde kullanıldı ve Beştepe’nin şefliği altında diplomasimize de damgasını vurdu. Davos bir milat olmuş, sekiz yıl önce, bir kış günü Shimon Peres’e haddi bildirilmişti. Gerisi de çorap söküğü gibi geldi: Esad, Maliki, Sisi, Netanyahu, Ebadi, hepsi de sırayla ağızlarının payını aldılar.
Koro, giderek AB ülkelerini de diline doladı ve demokrat görünen kimi “dost”larımızdaki “nazi uygulamaları” teşhir edildi. Sonunda oklar Trump’a kadar uzandı ve onun da medeniyetten ne kadar uzak olduğu ilan edildi. Üstelik sadece o değil, ülkesi de kurtulamadı. “Böyle bir şey demokrasi olamaz ve bunun adı demokrasi olamaz” diyordu Erdoğan.

• • •

Trump daha seçim kampanyasını yaparken, onun nasıl Amerika’daki faşizan güçleri peşine taktığını bir yazımda anlatmıştım. Temel kaynaklarım da bizzat Amerika’da Trump’a savaş açmış demokrat odaklardı. Oysa o tarihlerde AKP çevrelerinde Trump’a bir umut ışığı olarak bakılıyordu. Üstelik umutlar Trump seçildikten sonra daha da arttı. Amerikalı demokratlar direnişe geçip gösterilere başlayınca, Erdoğan, “Şu anda ABD’de olanları görüyorsunuz”, diyordu; “istedikleri başkan olmadı diye şu anda Sayın Trump’a nasıl saldırdıkları ortada. Durun bakalım, sandıktan çıktı bir saygı duyun!” (Hürriyet, 16 Kasım 2016).

• • •

O sıralarda Obama’dan umduğunu bulamayan ve AB’den gelen “hukuk ihlali” kınamalarından da bunalan Beştepe’nin hesabı şuydu: Hak ve hukuk konularında duyarsız olan Trump ile baş başa görüşecek, ihtilaflar çözülecek, Ortadoğu politikasını birlikte dizayn edeceklerdi. Trump’ın koyu bir İslam düşmanlığına dayanan seçim kampanyasının fazla bir önemi yoktu. “Biz siyasette bu tür şeylerin hepsine alışığız” diyordu Tayyip Bey, “Bugün böyle konuşulur, sonra bu yanlış düzeltilir”. (Sabah, 23 Kasım 2016).
Ne var ki “yanlış”lar bir türlü düzeltilemedi; aksine arttıkça arttı. Mayıs ayındaki “Amerika seferi” ise “koruma”ları hakkında açılan dava ve tutuklama kararlarıyla noktalandı. Yirmi dakikalık Erdoğan-Trump görüşmesini anlatan New York Times gazetesi, “bu ziyaretten akıllarda (korumalarla protestocular arasındaki) kavga kalacak” diyor ve şu yorumu yapıyordu: “Sayın Erdoğan, tavırları değişken olan Trump’ı tatlı sözle ikna edebileceğini düşünmüş olabilir. Doğrusu, Trump’ın otoriter liderlere sevgisini ve eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn’in Türkiye›yle olan şaibeli bağlarını düşünürsek, bazı üst düzey ABD'li yetkililer bunun olabileceğinden endişe etti. Fakat Sayın Trump, Suriyeli Kürtleri güçlendirme kararında sıkıca durdu."

• • •

Aslında Beştepe ile Beyaz Saray’ı ayıran sorun sadece Kürt politikası değildi. Belki daha da önemlisi İran’a karşı takınılacak tavırdı. Bu konuda Trump, Obama’dan çok daha katı bir duruş sergiliyor, selefinin bu ülkeyle imzaladığı nükleer kontrol anlaşmasını feshedeceğini söylüyordu. Bu ise İran’a karşı uygulanan ambargoyu delmiş olan Türkiye’yi ve bu operasyonun mimarı Zarrab’ı çok daha kritik bir konuma yerleştiriyordu. Nitekim bu konuda Zarrab’ın Amerika’nın en ünlü avukatlarını bir araya getiren “rüya takımı” bekleneni vermemiş, “Dream Team” Zarrab’ın tutuksuz yargılanmasını sağlayamamıştı. Hatta Şubat 2017’de, Trump’ın dostu ve eski New York Belediye Başkanı Rudolph Giuliani’nin (yanına eski adalet bakanlarından Michael B. Mukasey’i de alarak) Ankara’da Erdoğan’la yaptığı gizli görüşme de sonuçsuz kalmıştı. New York Times gazetesi (20 Nisan 2017), bu “olağanüstü” buluşmanın amacını şöyle özetlemişti: “Taraflar bir diplomatik pazarlık umut ediyorlardı. Buna göre Türkiye ABD’nin bölgedeki çıkarlarını destekleyecek, Amerika da Rıza Zarrab’ı serbest bırakacaktı”. Görüldüğü gibi bu koşullar her iki taraf için de kolay kabul edilebilir nitelikte değildi. Kaldı ki görüşmeden bir ay sonra da New York’ta bu kez Halk Bankası’nın genel müdür yardımcısı tutuklanıyor ve artık dönüşü olmayan bir yola giriliyordu. Sonunda “kabile” ilişkilerine ve “vize restleşmesi”ne varacak süreç böyle başladı. Ve Erdoğan da ABD’nin ne “demokrat” ne de “medeni” bir ülke olduğunu bu koşullarda ilan etti.

• • •

Oysa ABD aslında nasıl bir ülkedir?
1946’da Missouri gemisinin İstanbul’da bir “kurtarıcı” olarak karşılanışından beri onunla kurulan ilişkilerimiz nasıl bir seyir izlemiştir?

Bugünkü kafa tutmanın sınıfsal dayanakları var mıdır?
Varsa bunların bilinç ve örgütlenme düzeyi nedir?
Önce bu konuları tartışmak ve açıklığa kavuşturmak gerekmiyor mu?
Aslında kongrelerde, sempozyumlarda uzun uzun tartışılması gereken konular bunlardır ve bize de burada sadece bazı önemli noktaların altını çizmek kalıyor.

• • •

Kuşkusuz ABD emperyalist bir ülkedir ve Ortadoğu’nun bugün bir kan gölüne dönmesinden birinci derecede sorumludur. Bununla beraber ABD faşist bir diktatörlük değildir; üstelik faşizmle savaşacak güçleri bizdekinden çok daha organize ve bilinçli olan bir ülkedir. Bunun örneklerini son bir yıl içinde ABD’de asıl faşizmi temsil eden Trump’a karşı verilen kavgada defalarca gördük. Bugün bu burjuva demokrasisinde ne tutuklu olan bir gazeteci var, ne de bir bildiri imzaladı diye işinden atılmış öğretim üyeleri bulunuyor. Hele birkaç kararname ile yüz binlerce kamu görevlisinin -üstelik kendilerini savunma imkanı bile bulamadan- meslekten ihracı, bugünkü koşullarda, tasavvuru imkânsız bir olaydır. Bu ülkede Başkan Trump hakkında “deli raporu” hazırlayan ve bunu gazetelerde ilan eden psikiyatri profesörleri hakkında bir soruşturma dahi açılmamıştır. Ve bu durum da kuşkusuz Trump’ın “hoşgörü”sünden çok, ülkenin kurumsal yapılanmasından kaynaklanıyor. Ne var ki bu tabloya rağmen AKP iktidarı son bir yıldır Trump’a yanaşmaya çalıştı ve bunu başaramayınca da ABD’yi -Trump’la savaşan güçleri de kapsayıcı şekilde- toptan karalamaya başladı.

• • •                                                                          



Bu tutumun sonuçları ne olabilir?

Önce şunu söyleyelim: Aslında bu tutumun tamamen öfke ürünü, irrasyonel bir tutum olduğunu kimse iddia edemez. Bu “meydan okuma”nın da bir hesabı, bir rasyoneli var ve Erdoğan’ın ABD’yi tümüyle karalayan bir konuşmayı bir üniversitede, “medeniyetler şurası” başlıklı bir kongrede yapmış olması da anlamlı bir “rastlantı” teşkil ediyor. Görülen o ki Erdoğan ve tebliğciler kongrede “kültürel antropoloji” zemininde konuşmuş ve Türk kültürünün hassas bir noktasını dillendirmiş bulunuyorlar. Çünkü bizde en irrasyonel politikaların bile “Vatan tehlikede! Düşman kapımızda! Yekvücut olalım!” sloganlarıyla insanları birleştireceğini çok iyi biliyorlar. Sevmesek de, eleştirsek de Erdoğan bu ülkenin cumhurbaşkanı olduğuna göre, onun korumalarını, devletin bir banka müdürünü vb tutuklama kararları tüm ulusu rencide edecek kararlar sayılıyor. Üstelik arkadan da tüm vatandaşlara vize yasağı gelirse! İşte Beştepe bu koşullarda kendi partisinin sınırlarını çok aşan bir “milliyetçi cephe” kurmayı başardı; ya da o izlenimi yarattı.

• • •

Yine de vize fırtınası ile şahlanan döviz dalgalarına ve iş çevrelerinden gelen homurtulara bakılırsa, “görünüşe aldanmamalı” dememiz gerekebilir.
Yoksa bu diplomasi, içerde cepheyi genişleteyim derken, aslında kendi cephesini bölmeye mi başladı?
Yoksa Erdoğan ve takımı, MHP ülkücülerini ve kimi “ulusalcı”ları peşine takarken, MÜSİAD ve taşra burjuvazisindeki damarlarını kesmeye mi başladı?
Gerçek şu ki ava giden avlanır ve toplumsal gerçeklerden kopuk büyüklük politikaları da sonunda iflas eder. Eğer halk bu gerçekleri hala göremiyorsa, bunun nedeni bu ülkede hala Osmanlı “Asrı Saadet”inin özlemini çeken geniş bir küçük burjuva kitlesinin mevcudiyetidir. Buna ek olarak, hiç de böyle özlemler içinde olmayan bir kısım “Kemalist” de Trump’ın yerine Putin’i koyarak ülkenin ileri bir hamle yapacağını sanıyor! Türkiye’ye potansiyel bir “Türkî Cumhuriyet” gözüyle bakan ve şu günlerde de Ekim Devrimi’nin 100. Yıldönümünü nasıl sessiz sedasız geçiştiririm hesapları içinde olan Putin’i...

• • •

Antiemperyalist politika dil oyunları değildir; belli analizler bağlamında, belli toplumsal sınıflara dayanılarak yapılır.
Emperyalizm küresel bir sistemdir; onunla mücadele de küresel dostluklar, küresel ittifaklar gerektirir. Bunun yerine ulusal düşmanlıkları körükler, sapla samanı karıştırarak halkları da karşınıza alırsanız, sonunda ektiğinizi biçer ve yapayalnız kalırsınız.
Tıpkı yüz yıl önce, düşman cephelerinde yenilgiye uğrarken,  Mehmetçikleri Sarıkamış’ta donmaya, Ermeni halkını da Suriye çöllerinde ölmeye yollayan İttihatçı çete gibi..
Mustafa Kemal Paşa işgalcilerle savaşa ve İttihatçıların bıraktığı enkazı temizleme girişimine şu unutulmaz sözlerle başlamıştı: 
“Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz Panislâmizm yapmadık; belki ‘yapıyoruz, yapacağız!’ dedik; düşmanlar da ‘yaptırmamak için bir an evvel öldürelim!’ dediler. 

Panturanizm yapmadık; ‘yaparız, yapıyoruz!’ dedik, ‘yapacağız!’ dedik ve yine ‘öldürelim!’ dediler. Bütün dava bundan ibarettir”.

Cumhuriyet’in 94. yıldönümünü kutlarken, bu cümleler yerli yersiz yeni bir “İstiklal Savaşı”ndan söz edenlerin kulağında küpe olmalıdır.

Taner Timur / BİRGÜN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder