Dünyanın her yerinde sağcı ve milliyetçi kafa aynı çalışır. Liberalizmin görünüşte yarattığı ‘makuliyet’ sıvası en ufak bir krizde dökülüverir. Misal, İspanya’nın Franco mirasçısı sağcı Halk Partisi’nin lideri Mariano Rajoy ile Katalonya’nın milliyetçi yerel hükümetinin başkanı Carles Puigdemont arasında fark aramak boşuna. İkisi birbirinin en büyük dostu.
Rajoy, geçen pazar günü ülkenin yoksul
bölgelerini sırtında taşımak istemeyen özerk Katalonya bölgesindeki
bağımsızlık referandumunda alenen milliyetçilere ‘çalıştı’. Anketler
Katalan seçmenin yaklaşık yüzde 70’inin sandıkta irade beyan etmek
arzularına karşılık, bağımsızlığı tercih edenlerin oranını yüzde 40’lar
civarında vermekteydi. Rajoy hükümeti bu demokratik talebe oy
merkezlerini basıp, sandıklara el koyarak ve polis sopasıyla yanıt
verdi. Faşist Franco’nun ruhunu hortlatacak manzaralar yaşandı. Hemen
hepsi pasif direnişin ötesine geçmeyen insanlar, yaşlı başlılar dahil ‘sopalandı’.
Bu tam da diyaloğu dışlayarak hem Madrid’e hem de AB’ye tek taraflı bağımsızlık dayatan Puigmonte’nin arzuladığı hareketti. İspanyol polisinin önüne sivil vatandaşı sürme taktiği tuttu. 844 insan yaralandı. Telefona sarılıp Barselona’dan tanıdıklarımı aradım. Sosyal medyadan yansıyan türde sokak sokak isyan yoktu. Ama görünür olanı Puigmonte’ye kâfi geldi. Katalanların ‘non Pasaran’ şiarı dünyada yankılandı.
Hal böyle olunca kimsenin aklına Katalonya’nın
son yüz senede diyalog üzerinden tesis edilmiş ve üç kez değişmiş
statüsü üzerinden tartışmak gelmiyor. İlki 1932’de Cumhuriyetçi birliğin
gözde olduğu sol rüzgârların estiği dönemde. Ardından salt Katalanlar
değil tüm İspanya halklarını ezen Franco diktatörlüğünün bitimiyle 1978
anayasal birliğiyle. Sonuncusu da 2006’da.
Bugünkü meselenin aslı da o sonuncuya dayanıyor. Katalan milliyetçilerini bileyen bir yandan neoliberalizmin 2008 mali krizi, büyük kamu borcu, sığınmacılar ve işsizlik; diğer yandan Rajoy hükümetinin, 2006 statüsünün iki parlamentoda da Katalonya sandığında da onaylanmış kritik uzlaşmalarını Anayasa Mahkemesi yoluyla iptal ettirmesi. Mahkeme, 2010’da özerk adalet sistemi, daha geniş mali sistem, yeni toprak bölüşümü ve sembolik bile olsa Katalanların ‘ulus’ olarak tanımını iptal etmişti. Enteresan olanı Aragon ve Valencia gibi bölgeler de kültürel mirasın ortaklığı ve bölgeler arasında dayanışma ilkesinin ihlali üzerinden mahkemeye itiraz etmişlerdi. Velhasıl 2006 statüsü uzlaşması kırıldı. Geriye ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ ana başlığı altında bildiğimiz ‘milliyetçilik kabı’ kaldı. İspyanya’nın birlikçi solunun itirazları kutsallıkla bezeli bir kakafoniye tosladı.
Bu yaşananları izlerken aklıma 2014 Eylülü’nde Edinburg’da izlediğim İskoçya’nın bağımsızlık referandumu düştü. 1990’lardaki ‘Yetki Devri’ formülüyle
geniş özerkliği soluyan İskoçların durumu Katalanlardan farklı değil.
Brexit öncesine denk gelen bu oylama sırasında da mali kriz etkiliydi.
Programı imreneceğimiz türden bedava sağlık, eğitim gibi vaatleriyle
dolu olan solcu ve kamucu İskoçya Milliyetçi Partisi’nin hesabı da Kuzey
Denizi’nin petrol kaynaklarıyla kaderlerini Londra’nın finans
kapitalinden ayırmaktı. Olmadı. İskoçlar, Britanya’dan ayrılmayı yüzde
58 oranıyla reddetti. Tabii sopa yemediler.
Doğrusu Edinburg’daki bir haftamda tahmin yürütemesemde ‘hayır’ sonucuna şaşırmadım. Keskin İskoç milliyetçilerinin ötesinde bağımsızlığı isteyenler daha ziyade adanın başka yerlerinden kaçıp bu solcu diyara gelenlerdi.
Peki, bu iki örnek yeni ‘milliyetçilik’ dalgasının
işareti mi?
Katalonya da İskoçya da neoliberal AB’nin şemsiyesine girmek arzusunda. Sorun şu ki AB onları istemiyor, isteyemiyor. AB’yi ulus-üstü bir yapı olarak selamlayan ve ulus devletlerin bittiğini ilan etmiş liberallerin de çözümü yok.
Peki, solcular ne yapmalı?
‘Ulus devlet’ asimilasyona girişmiyor, her türlü kültürel hakkı tanıyorsa, ortada ezen-ezilen denklemi zaten yoksa? Birliği savunmaktan gayrısı bildiğimiz milliyetçilik değil mi?
Ceyda Karan / CUMHURİYET
***
Bu tam da diyaloğu dışlayarak hem Madrid’e hem de AB’ye tek taraflı bağımsızlık dayatan Puigmonte’nin arzuladığı hareketti. İspanyol polisinin önüne sivil vatandaşı sürme taktiği tuttu. 844 insan yaralandı. Telefona sarılıp Barselona’dan tanıdıklarımı aradım. Sosyal medyadan yansıyan türde sokak sokak isyan yoktu. Ama görünür olanı Puigmonte’ye kâfi geldi. Katalanların ‘non Pasaran’ şiarı dünyada yankılandı.
***
Bugünkü meselenin aslı da o sonuncuya dayanıyor. Katalan milliyetçilerini bileyen bir yandan neoliberalizmin 2008 mali krizi, büyük kamu borcu, sığınmacılar ve işsizlik; diğer yandan Rajoy hükümetinin, 2006 statüsünün iki parlamentoda da Katalonya sandığında da onaylanmış kritik uzlaşmalarını Anayasa Mahkemesi yoluyla iptal ettirmesi. Mahkeme, 2010’da özerk adalet sistemi, daha geniş mali sistem, yeni toprak bölüşümü ve sembolik bile olsa Katalanların ‘ulus’ olarak tanımını iptal etmişti. Enteresan olanı Aragon ve Valencia gibi bölgeler de kültürel mirasın ortaklığı ve bölgeler arasında dayanışma ilkesinin ihlali üzerinden mahkemeye itiraz etmişlerdi. Velhasıl 2006 statüsü uzlaşması kırıldı. Geriye ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ ana başlığı altında bildiğimiz ‘milliyetçilik kabı’ kaldı. İspyanya’nın birlikçi solunun itirazları kutsallıkla bezeli bir kakafoniye tosladı.
***
Doğrusu Edinburg’daki bir haftamda tahmin yürütemesemde ‘hayır’ sonucuna şaşırmadım. Keskin İskoç milliyetçilerinin ötesinde bağımsızlığı isteyenler daha ziyade adanın başka yerlerinden kaçıp bu solcu diyara gelenlerdi.
***
Katalonya da İskoçya da neoliberal AB’nin şemsiyesine girmek arzusunda. Sorun şu ki AB onları istemiyor, isteyemiyor. AB’yi ulus-üstü bir yapı olarak selamlayan ve ulus devletlerin bittiğini ilan etmiş liberallerin de çözümü yok.
Peki, solcular ne yapmalı?
‘Ulus devlet’ asimilasyona girişmiyor, her türlü kültürel hakkı tanıyorsa, ortada ezen-ezilen denklemi zaten yoksa? Birliği savunmaktan gayrısı bildiğimiz milliyetçilik değil mi?
Ceyda Karan / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder