Hâkimlik mesleğinin yazılı olmayan tarifine, ömürden ömür alabilme kudreti de dahil.
“Adalet dağıtma” işi, tam bu nedenle ateşten gömlek.
İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi, Cumhuriyet davasında ömürlerden ömürler alıp götüren bir karar verdi dün. Sona yaklaşmış bir davada, duruşma gününü 74 gün sonraya attı.
Tıpkı “tutukluluğun devamına” denildiği andaki sakin tonla geldi kararın o bölümü de: Dokuz mart iki bin onsekiz.
Savunma “çat” diye kesilip “çıkarın salondan” denildiği andaki öfke patlamasının yanından geçmeyen bir suhuletle, yumuşacık... Dokuz mart.
“Bu tablonun ortaya çıkmasında AKP iktidarının en güçlü silahı, kuşku yok ki medyası oldu” dediği saniyede dışarıya çıkarılan Ahmet Şık, salonda yokken.
74 gün sonra 74 km uzağa
İntikam kötü bir sözcük. Hukukçuya da yakışmaz, yazıyla hemhal olana da.
Ne kalbe iyi gelir intikam demek, ne de dile.
Duygusal diyelim o yüzden biz.
Bir türlü bulunamayan delillerle, partili “bilirkişiler”le, “randevulu” tanıklarla ömürden ömür ala ala, nihayet bitmek üzere olan bir davanın 74 gün sonra ve -kafiye olsun diye değil- Çağlayan’dan 74 km uzaklıktaki Silivri’ye atılmasındaki “duygusal”lığı gözlerimizle gördük.
Avukatlar tarafından, mahkemenin tarafsızlığını yitirdiği şüphesiyle “reddi hâkim” talebinden sonra geldi.
Üstelik hemen öncesinde, yargılamayı nasıl “kısıtlamadığına” örnek diye “Kelle başı üç avukat demiyoruz biz” gibi nezih bir ifade kullanılmıştı.
“Kelle başına.”
Akın Atalay’dan, Murat Sabuncu’dan, Ahmet Şık’tan, Emre İper’den ve daha önce aynı davada tahliye edilen arkadaşlarımızın tamamından söz edilme biçimi bu.
Karar açıklanmaya başlanırken de “Anlaşılıyor ki Kayahan’ın şarkısı gibi bizimki kırık dökük bir aşk hikâyesi” gibi, duyar duymaz insanın yüzüne “n’oluyor” ifadesi yerleştiren tuhaflıkta bir benzetme geldi ki anmasak olmaz.
Yayın politikasının ceza soruşturmasına konu edildiği, manşetlerin sorgulandığı bir yargılamada, mahkeme ile “şüpheli” ilişkisinin, “kırık dökük aşk hikâyesi”ne benzetilmesini nerede tartalım diye düşündük durduk bir süre.
Atalarımızın “teşbihte hata olmaz” sözü boşuna değil. Şüphesiz ki cümlenin sonunda ünlem işareti olduğunu biliyorsanız, asıl o zaman paha biçilmez oluyor.
Bir şeyi bir şeye benzeteceksen öyle dikkatli benzet ki, hata yapma!
***
Başından itibaren planlı, hizaya girmeyi reddeden gazeteciliği susturma operasyonundan zorla dava imal edildiğinde, her aşamasının hukuk dışı, tuhaf, akıldışı unsurlarla seyretmesi de kaçınılmaz hale geliyor.
Bizim payımıza da gerçekleri yazıp söylemek ile dünya nimetlerini takas etmemenin onuru; her duruşmada mesleğin haysiyet çıtasını biraz daha yukarıya taşıyan arkadaşlarımızla kıvanç duymak düşüyor.
Kalbimiz ne kadar ağrırsa ağrısın.
Çiğdem Toker / CUMHURİYET
“Adalet dağıtma” işi, tam bu nedenle ateşten gömlek.
İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi, Cumhuriyet davasında ömürlerden ömürler alıp götüren bir karar verdi dün. Sona yaklaşmış bir davada, duruşma gününü 74 gün sonraya attı.
Tıpkı “tutukluluğun devamına” denildiği andaki sakin tonla geldi kararın o bölümü de: Dokuz mart iki bin onsekiz.
Savunma “çat” diye kesilip “çıkarın salondan” denildiği andaki öfke patlamasının yanından geçmeyen bir suhuletle, yumuşacık... Dokuz mart.
“Bu tablonun ortaya çıkmasında AKP iktidarının en güçlü silahı, kuşku yok ki medyası oldu” dediği saniyede dışarıya çıkarılan Ahmet Şık, salonda yokken.
74 gün sonra 74 km uzağa
İntikam kötü bir sözcük. Hukukçuya da yakışmaz, yazıyla hemhal olana da.
Ne kalbe iyi gelir intikam demek, ne de dile.
Duygusal diyelim o yüzden biz.
Bir türlü bulunamayan delillerle, partili “bilirkişiler”le, “randevulu” tanıklarla ömürden ömür ala ala, nihayet bitmek üzere olan bir davanın 74 gün sonra ve -kafiye olsun diye değil- Çağlayan’dan 74 km uzaklıktaki Silivri’ye atılmasındaki “duygusal”lığı gözlerimizle gördük.
Avukatlar tarafından, mahkemenin tarafsızlığını yitirdiği şüphesiyle “reddi hâkim” talebinden sonra geldi.
Üstelik hemen öncesinde, yargılamayı nasıl “kısıtlamadığına” örnek diye “Kelle başı üç avukat demiyoruz biz” gibi nezih bir ifade kullanılmıştı.
“Kelle başına.”
Akın Atalay’dan, Murat Sabuncu’dan, Ahmet Şık’tan, Emre İper’den ve daha önce aynı davada tahliye edilen arkadaşlarımızın tamamından söz edilme biçimi bu.
Karar açıklanmaya başlanırken de “Anlaşılıyor ki Kayahan’ın şarkısı gibi bizimki kırık dökük bir aşk hikâyesi” gibi, duyar duymaz insanın yüzüne “n’oluyor” ifadesi yerleştiren tuhaflıkta bir benzetme geldi ki anmasak olmaz.
Yayın politikasının ceza soruşturmasına konu edildiği, manşetlerin sorgulandığı bir yargılamada, mahkeme ile “şüpheli” ilişkisinin, “kırık dökük aşk hikâyesi”ne benzetilmesini nerede tartalım diye düşündük durduk bir süre.
Atalarımızın “teşbihte hata olmaz” sözü boşuna değil. Şüphesiz ki cümlenin sonunda ünlem işareti olduğunu biliyorsanız, asıl o zaman paha biçilmez oluyor.
Bir şeyi bir şeye benzeteceksen öyle dikkatli benzet ki, hata yapma!
***
Başından itibaren planlı, hizaya girmeyi reddeden gazeteciliği susturma operasyonundan zorla dava imal edildiğinde, her aşamasının hukuk dışı, tuhaf, akıldışı unsurlarla seyretmesi de kaçınılmaz hale geliyor.
Bizim payımıza da gerçekleri yazıp söylemek ile dünya nimetlerini takas etmemenin onuru; her duruşmada mesleğin haysiyet çıtasını biraz daha yukarıya taşıyan arkadaşlarımızla kıvanç duymak düşüyor.
Kalbimiz ne kadar ağrırsa ağrısın.
Çiğdem Toker / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder