Ali Rıza Aydın “Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü hakkında yazacaktım.” diye başlamış dünkü yazısına. Ama ülkemizin emekçi kadınlarının söylediklerine göndermede bulunmakla yetinerek bundan vazgeçmiş ve, onun yerine, ülkemiz hukuk düzeninin emekçi düşmanı niteliğine ilişkin yeni bir belgeden haberdar etmiş bizi.
Ali Rıza kardeşim kusuruma bakmasın, belki biraz da ondan cesaret alıp, onun konusu kadar olmasa bile, az çok önemli ve güncel bir konu bularak 8 Mart’tan kaytardım; ama gerekçem farklıydı: Dün sabah yazılı olsun olmasın türlü medya organlarındaki kutlama haberlerini görünce, iki çift laf ederek vazgeçmenin iyi olacağına karar verdim.
Gördüğüm ve algıladığım manzara şuydu: Patron babaları ile onların yol göstermesi, belki zorlaması, ama kuşkusuz eylemli desteği ile buldukları patron kocalarını arkalarına almış, çoğu patron sınıfına mensubiyetlerini kendi becerileriyle kanıtlamış, herhalde pek sevecekleri deyişle “mesleki formasyonlarının” etkisini de inkâr etmediğimiz, süslü püslü gösterişli hanımların boy boy fotoğrafları ve birkaç satırlık muhteşem mesajları... Bunlarla karşılaşınca vazgeçtim. Basbayağı “tiksinti” sözcüğüyle anlatılabilecek bir engel çıktı karşıma. Dünyanın her yanındakiler gibi benim ülkemin emekçi kadınları, elbette onların aklı başında olanları, gerekeni söylüyor ve yapıyorlar nasılsa, da demedim değil. Önüne geçemediğim bu kaytarmamın gerekçesi olarak böyle bir avunma da bulabildim, demek istiyorum.
Benim konum, önem bakımından değilse de, güncellik bakımından aşağı kalmaz, hatta öte bile geçer. Öyle ya, kendilerinin Akademi dedikleri, bizde “Oskar” olarak bilinen ödüller daha yeni dağıtıldı; binlerce kilometre ötede bizim halkımızın da meraklıları canlı olarak izlediler, pek de meraklı olmayanları ise ardından gelen günlerde demokrasinin simgesi ve taşıyıcısı medya sayesinde en küçük ayrıntısına kadar haberdar oldular, bundan sonra olacakları da cabası…
O ayrıntılar arasında, her yıl olduğu gibi, törene katılan hanımefendi sanatçıların giydikleri mi, yoksa daha doğrusu üstlerinde taşıyarak potansiyel alıcılara satın almaları için gösterdikleri mi demeli, birtakım tuhaf giysiler de vardı. İnsan, bizim gibi sıradan insan diyorum, bunlara nasıl bir anlam verebilir? Bunları nasıl giyebilir, giyip de insan içine çıkabilir?
Neyse, daha fazla dağıtmayalım, benim sözü getireceğim yer, bir türlü anlam veremediğim deyişle “ana akım medya”nın amiral gemisinin pek öne çıkardığı “en iyi erkek oyuncu” ödülünü kazanan ile ilgili. Bu öne çıkarmanın bu kadarla ve oyuncunun kendisiyle sınırlı kalmayacağını, film ülkemizde gösterime girdikten sonra daha da çoğalarak dallanıp budaklanacağını sanıyorum.
“En Karanlık Saat” filminin baş oyuncusu ile ta Amerika’nın oralarda “sıcağı sıcağına” yapılmış bir röportaj vardı. Gary Oldman adındaki bu oyuncunun söylediklerinden manşete çıkarılansa şuydu: “Atatürk Sayesinde Modern Türkiye’yi Kurdunuz.”
E, iyi, toplumsal başarıları tek bir kişiye bağlaması, ayrıca “modern Türkiye”den nasıl bir şey anlaşıldığı dışında, çok fazla itirazımız olmaz. İyi de, bayram değil seyran değil, bunlar da bizim eniştemiz değil, ama niye bizi öpüyorlar?
Böyle bir soru akla gelmez mi? Gelir elbet.
Aslında onlar öpmüyorlar da, bizim içimizdeki uyanıklar tarafından öptürülmek isteniyoruz. Bu Winston Churcill adındaki büyük şahsiyet, bize çok hayran, hatta onun anası danası, aynı röportaja iliştirilmiş torunu dahil bütün sülalesi, soyu sopu memleketi bizi çok sever, hep iyiliğimizi ister, ezelden beri istemiştir. Bu mu anlatılmak isteniyor? Herhalde. Aşağı yukarı buna benzer bir meramlarının olduğu söylenebilir.
Oysa, bu zat, bizim her yıl git gide farklılaşıp gülünçleşen amaç ve inanışlarla kutladığımız 1915 Çanakkale Zaferi sırasında, majestelerinin hükümetinde donanma bakanı, resmi adıyla Deniz Kuvvetleri Bakanı olan ve donanmalarından önemli bir parçayla Çanakkale Boğazı’na saldırılmasını hararetle savunup gerçekleştirmiş, sonunda orada aldığı yenilginin de etkisiyle koltuğundan olmuş bir politikacıdır. Bizim halkımızı doğrudan ilgilendiren ilk özelliği budur. Çok uzun sürüp dalgalanmalar göstermiş politik ve biyolojik hayatı boyunca hiç değişmemiş yanı, şaşmaz bir sosyalizm ve emekçi düşmanı oluşudur.
Bir iki olguyu da belirterek devam edelim.
İkinci dünya savaşı bütün gaddarlığı ile devam ederken ve daha 1942 yılında nazi ordularına karşı batıda ikinci bir cephe açılma şansı ya da imkânı doğmuşken bunu engelleyen, başka ve sayısal bir anlatımla, milyonlarca insanın daha ölmesine yol açan bir kurt politikacıdan söz ediyoruz. Evet, kurt olmasına kurttur; emekçi insanlığın ve onların sosyalizm davasının amansız düşmanı bir kurt…
O kurtluğuyla, kendi ülkesinde hükümetten düştükten sonra da hizmetlerini sürdürmüştür. İlk bakışta önemsiz görünse bile, değeri yadsınamayacak önemli bir katkısını ise anne memleketi ABD’de ve 1946 yılında yapmıştır. Majestelerinin Sir unvanıyla taçlandırdığı bu politikacının o yılın Mart ayının beşinci gününde Missouri Eyaleti’nin Fulton adındaki küçük bir kentinde bulunan Westminster Koleji’ndeki konuşmasının bizi ilgilendiren cümlesini aktarmakla yetinebiliriz:
“Baltık’ta Stettin’den Adriyatik’te Trieste’ye kadar Avrupa’nın ortasında bir demir perde çekilmiş durumda.”
Buradaki “demir perde” deyişi ilk kez kullanılmaktadır ve daha sonraki on yıllar boyunca ben diyeyim yüzbinlerce, siz deyin milyonlarca kez tekrarlanmıştır. Aradan hiç de uzun bir süre geçmeden, özellikle “demir perde memleketleri” biçimindeki kullanımıyla, bizim ülkemize de gelmiştir. Kendimden biliyorum, ellili yılların sonlarına doğru, bu sözü o kadar çok işitir olmuştum ki, coğrafyaya meraklı bir çocuk olarak babama “Ne demek, Avrupa’nın ortasına demirden bir perde mi yapmışlar?” diye sorduğumda, onun “Yok, oğlum, bu dedikleri muhayyel bir perde.” yanıtıyla hem muhayyel sözcüğünün anlamını hem de perdenin ne menem bir şey olduğunu öğrenmiştim.
Benim şansımı bir kenara bırakırsak, Sir Churcill’in bu buluşuyla yalnız emperyalist propagandaya imkânlı bir yol açmakla kalmadığı, aynı zamanda, izleyen yıllarda başlayıp git gide alevlenen “soğuk savaş”ın da işaret fişeklerinden birini attığını, hatta onun simgesel anlamda başlatıcısı olduğunu ileri sürmekte herhangi bir yanlışlık yoktur.
Peki, aynı kişinin 1953 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne layık görüldüğünü de belirtirsek, ek bir açıklık sağlamış olur muyuz acaba?
Sözün kısası, bir İngiliz Lordu ile Amerikalı bir bankerin kızının evliliğinden doğmuş bu politikacı, sosyalizmin yirminci yüzyıldaki en amansız düşmanlarından biri olarak tarihe geçmiştir. Kim ne derse desin, ne yazarsa yazsın, hangi filmi yaparsa yapsın, bizim tarihimizdeki kayıt da budur işte.
Mesut Odman / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder