Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in geçen hafta Uludağ Ekonomi Zirvesi’nde yaptığı konuşmadaki değerlendirmeleri heyecan yarattı. Şimşek, izleyen günlerde de benzer değerlendirmeler yapmaya devam etti. soL’un hafta başında yaptığı kısa değerlendirmeye Şimşek’in önceki günkü yeni açıklamaları ve Başbakan Binali Yıldırım yaptığı eklerle katkı yapmak yerinde olur.
Heyecanlananların bir bölümü Şimşek’in sözlerini krizin, ekonomik risklerin siyasi iktidar katında kabulü olarak değerlendiriyor. Buradan Şimşek’in her şeye rağmen doğruları söylediği, Bakan ile Saray arasında bir açı olduğu sonucuna ulaşmadan açıklamanın bütününü ele almak gerekiyor. Bir diğer heyecanlanan kesime bakmak yeterli aslında. Uludağ Ekonomi Zirvesi’ne katılan sermaye çevreleri, hem bankacılık hem de reel sektör temsilcileri yapılan konuşmayı büyük bir coşkuyla karşıladı.
“Hava güneşliyken çatıyı onarmak gerekir. Gelecek günler belirsiz. Özellikle reel sektör borçluluk düzeyi yüksek, döviz borçlarının yönetiminde zorlanıyor. Buna yönelik tedbirler alacağız” şeklinde özetlenebilecek konuşmanın doğrudan mesajı, geçen yıl Kredi Garanti Fonu üzerinden sağlanan desteğin, önümüzdeki dönem de yeni bir mekanizmayla devam edeceği, iflaslara izin verilmeyeceği olarak okunabilir. Yani Şimşek, sermayenin tepesindeki çatıyı onarmaktan, yeni bir “koruma şemsiyesi” açmaktan söz ediyor.
AKP iktidarı tekil sermayedarları tasfiye etmek konusunda bir kas geliştirmiş olsa da bir bütün olarak sermaye sınıfına hizmet konusunda eksiği olmadığı açık. Döviz borçlarını yönetemeyen bir reel sektörün bankacılık sistemiyle birlikte büyük bir çöküşü tetikleyeceği de. Şimşek’in alacaklarını söylediği tedbir, reel sektörün döviz bazındaki borcunun yüzde 84’ünü taşıyan 2 bin 184 şirketin verilerinin incelenmesi, dövizle borçlanmaya sınırlama getirilmesi. Nitekim, Merkez Bankası’nın bir çalışma yapmaya başladığı, daha önce KOBİ’lere getirilen sınırlama nedeniyle yasal altyapının da hazır olduğunu vurgulamış.
Bu tedbir konusunda ne bankaların ne de büyük sermaye gruplarının hoşnutsuzluk ifade etmediği, aksine memnun oldukları görülüyor. Bunu en açık ifade edenlerden biri Türkiye Ekonomi Bankası Ümit Leblebici oldu. Lebleci kurun stabilize edilmesinin gerekliliğinden, firmaların pozisyon alışlarına denetim getirilirse bunun mümkün olduğundan, yeniden finansmanların sorun olmayacağı, bankacılık sisteminin bugünkü batık kredi oranının yarım puan üzerini kaldırabileceğinden ve bankacılık sisteminin sendikasyonlarla daha fazla kaynak sağlayabileceğinden söz ettiği söyleşide Şimşek’in önerisine destek verdi. Normal koşullarda “serbest piyasa ekonomisine müdahale” değerlendirmesi yapacakların da sesi çıkmıyor. Çünkü herkes esasında yapılacak düzenlemenin toplam döviz borç stokunu değiştirmeyeceğini biliyor.
Yurtiçi döviz borçlanmalarının kaynağı, bankaların yurtdışı borçlanmaları. Bankalar döviz bazında borçlanıp daha fazla TL kredi verecekler. Bunun sonucu bankaların üstlenecekleri döviz riskini kredilere faiz olarak yansıtması olacak, yani faizler yükselecek. Reel sektör borcunun bir bölümü de doğrudan yurtdışından borçlanma. Sınırlamayla birlikte bu kanal da Türkiye’deki bankalara yönlenecek. Bankaların daha fazla sendikasyona çıkması, daha fazla kaynak bulması gerekecek. Ki bugünkü koşullarda daha fazla kaynak maliyetlerdeki artışla mümkün görünüyor. Daha pahalıya daha fazla kaynak getirip daha yüksek faizlerle borç verecekler.
Buradan da Şimşek’in faiz lobisinin yanına geçip açılandığı düşünülmesin. Buradaki hesap belli. Ekonomiyi 2019’a kadar ne yapıp edip yüzdürmek. Reel sektörün değil bankaların daha fazla borçlanmasında aslan payını kamu bankalarının alması olasıdır. Ki artan faizlerin bankaların tümü için daha fazla faiz marjı anlamına geleceği, üstelik doğrudan dış borçlanmanın yurtiçine kaymasının hacim artışı da sağlayacağı açık. Batıkların artmasının maliyetiyle karşılaştırıldığında bu tür düzenlemelerin maliyeti siyasi iktidar, bankalar, reel sektör, herkes tarafından kabul edilebilir oluyor neticede.
Son olarak dün Şimşek’in ithalat bağımlılığın azaltılması ve yerlileştirme çalışmaları hakkındaki sözleriyle Binali Yıldırım’ın 128 milyar liralık stratejik yatırımın teşvike bağlandığı ve bankaların kredilere erişimi kolaylaştırmaları için tedbir alınacağını yönelik sözleri de bu kapsamda değerlendirilmeli. Bugün ithalata bağımlılığın azaltılması, buna yönelik belirlenen alanlarda yerli üretimin artırılması, “süper projeler” belirlenmesi gibi politikalar da Türkiye sermaye sınıfının artık sürdürülemez hale gelen yapısına palyatif bir müdahale amacı taşıyor. Kısa vadede kamu kaynaklarından sermayeye stratejik yatırımların teşviki adı altında fon aktarılacak. Orta vadede, olur da bu yatırımlar hayata geçerse, uluslararası işbölümünden ek roller kapılacak. Toplam ithalatı 20 milyar dolar civarında olan 43 ürünü seçip bunları üreterek ithalat bağımlılığının azaltılacağını öne sürmek ayrıca ele alınması gereken bir tuhaflık. Temel endüstrilerdeki altyapı eksikliği, ileri-geri bağlantılar çok da fazla dikkate alınmadan politika oluşturmak uluslararası sermayeyle dengeleri kollamakla yakından ilgili.
Elbette aynı çatı altında da açılar mümkün. Ama Şimşek’in uç okumayla korumacılığa yorulabilecek sözlerinin sermayeyi koruma odaklı olduğu, Partisiyle bu konuda ayrı köşelere düşmesinin mümkün olmadığı da açık.
Gülay Dinçel /SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder