Başını Guillermo Del Toro’nun çektiği bir İspanyol sinemacılar ekibi var, kamerayı İspanya İç Savaşı ve Franco faşizmiyle hesaplaşabilmek için bir araç olarak kullanıyorlar. Filmleri belki faşizmin kökeni ve nedenlerinden ziyade sonuçlarıyla ilgileniyor, ama ‘buna da şükür’ dedirten bir çağda, buna da şükür…
Bu ekipten Sergio Sanchez adını 7337 (2000) adlı kısa filmle duyurmuştu. Bu filmde 1973 yılında İspanya’da bir köy okuluna atanan genç öğretmenin hikâyesini izleriz. Genç kadının geldiği okul binası yıllardır boş ve bakımsız haldedir. Öğretmen büyük bir temizlik ve onarım işine girişir, bu sırada hüzünlü çocuk hayaletleriyle karşılaşmaya başlar. Görünürde doğaüstüyle ama aslında okulun/ülkenin geçmişiyle yaşadığı bu karşılaşmalar sonucu öğretmen 1937’de -İç Savaş’ın en korkunç zamanlarında- okuldaki çocukların nasıl bir zulümle karşılaştığını öğrenir. ‘37’nin karanlığı ‘73’te ortaya çıkar.
İç Savaş yetimlerinin yaşadığı dehşeti anlatan El Espinazo del Diablo/Şeytanın Belkemiği (2001) ve hasta annesiyle üvey babası olan faşist komutanın evinde yaşamak zorunda kalan küçük kızın dramını paylaşan El Laberinto del Fauno/Pan’ın Labirenti (2006) gibi filmleri yapan bu sinemacılar işte bu yüzden çok önemli: Faşizmi unutturmuyorlar.
Daha da önemlisi, meseleyi Franco faşizmine indirgemeden anlatmak gibi bir dertleri var. Del Toro’nun son filmi The Shape of Water/Suyun Şekli 1960lar ABD’sinin Soğuk Savaş faşizmini gösteriyordu. Sergio Sanchez’in bu hafta gösterime giren filmi Marrowbone/Karanlık Sır ise faşizmin karanlığını bir özgürleşme momentinin ortasına yerleştirerek anlatıyor.
Sanchez bu sefer 7337’de yaptığı gibi açık göstergeler kullanmak yerine öyküsünü sosyo-psikolojik bir temele oturtuyor, metafor ve sembolleri de kullanarak 1969’da geçen bir ‘zalim baba’ hikâyesini zamanlarüstü bir ‘zalim devlet faşizmi’yle örtüştürüyor -müzik ve oyunu zulme karşı hem korunma hem de başkaldırı yöntemi olarak kullanan dört kardeşin hüzünlü öyküsünü öyle bir mizansen ve sanat yönetimi çevreliyor ki, filmin 1969’da değil de 2. Savaş sonrası McCarthy ABD’sinde geçtiğini düşünebilirsiniz. Eski İngiliz dramalarını andıran bu filmin güzelliği de burada zaten; zalim baba figürü sadece belli bir tarihsel döneme ait değil. Bugünkü baba/iktidar/devletin kendi çocuklarını yiyen Uranus’tan, Uranus’u yok etmeyi başardıktan sonra iktidarını sağlamlaştırmak için aynı şeyi tekrarlayıp kendi çocuklarını yiyen Kronos’tan ne farkı var ki?!
Türkiye sinemasında hiç bu tür ‘babayla hesaplaşma’ hikayeleri yoktur. Tersine, bizim filmlerimizde baba sürekli yüceltilir, finalde de nihayet babanın yasası kabul edilerek arınmaya (katharsis) ulaşılır. Birçok filmde esas kız veya esas oğlanın babası olan kötü bir zengin/ağa tipiyle karşılaşırız ama bu anlatılarda ya kötü baba sonunda gençlerin haklı olduğunu anlayıp iyi babaya dönüşür, böylece babalık farklı bir boyutta devam eder ya da babanın düzeni kazanır, gençler ölerek arınmaya (katharsis) ulaşır. Bu filmlerde babanın yasası hem sorgulanamaz hem de kaçılamaz bir iktidar odağıdır. Münir Özkul’un müşfik babayı oynadığı Aile Şerefi, Neşeli Günler, Bizim Aile gibi Yeşilçam filmlerindeki zengin ve kötü baba figürünü hatırlayın: Bu aslında aileye (toplum) ve babalığa (iktidar) eleştirel yaklaşmaktan ziyade protagonisti (filmin verili düzenindeki baba/iktidar) yüceltmek için kullanılan bir araçtır; bir yandan babayı kayıtsız şartsız evin/ülkenin direği ilan edip diğer yandan bilinçdışında ‘babalara gelmek’ gibi deyimler üreten toplumun açmazı...
Şimdi aileyi olabildiğince eşitlikçi ve paylaşımcı biçimde yeniden yapılandırabilmek için babaya ve genel olarak aile kurumuna eleştirel yaklaşmak gerek. İspanyol sinemacıların aksine bizimki gibi toplumlarda ‘sıradan faşizm’le, yani 1915’le, Dersim ‘38’le, 6-7 Eylül’le, Maraş’la, Çorum’la, beyaz berelilerle hesaplaşmanın yolu önce baba kültüyle hesaplaşmaktan geçiyor.
Uğur Kutay / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder