8 Nisan 2018 Pazar

Tarihte Osmanlı-Rus ilişkileri aynasında: ‘Çar’ Putin ve ‘Sultan’ Erdoğan dostluğu - TANER TİMUR

Tarihteki Türk-Rus ilişkilerinde de ilginç benzerlikler ve “tekerrür”ler var. Konumuz bu; şimdi tarihte panoramik bir gezinti yapalım.

Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin Türkiye’ye geldi; sıcak bir şekilde karşılandı; Cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikte Akkuyu Nükleer Santralı’nın temelini attılar. Sonra İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin de katılımıyla üçlü bir “zirve” yapıldı; Suriye’nin geleceği konuşuldu.


Her şey güzel, her şey uyumluydu; tek uyumsuz nota ekonomiden geldi. Döviz kurlarında özel bir ayrışma yaşanıyor, dolar dünyada düşerken, Türkiye’de rekor üstüne rekor kırıyordu. Afrin’de Türk bayrağı çekilirken piyasalarda Türk lirasının çöküşü acı ve açıklanması gereken bir rastlantı olmuştu. 

Kuşkusuz daha çok bir Çarlık imajı sergileyen, özgürlüklerden yoksun, çeşitli yaptırımların hedefi ve diplomatları birçok ülkeden kovulan bir ülkenin, “Batı müttefiği” bir ülkede yarattığı jeo-stratejik sarsıntı bu çöküşe yabancı değildi. Türkiye’nin yıllardır konuşulan “eksen değiştirme” politikasının bundan daha anlamlı bir resmi olamazdı. 

Aslında bu resimde geçmişteki Osmanlı-Rus ilişkilerini çağrıştıran bazı renkler de vardı ve Putin’in “Çar”, Erdoğan’ın da “Sultan” giysileriyle sunulduğu bir dünyada, bu ilişkileri hatırlamanın bazı yönleriyle bugünü de aydınlatabileceğini düşündüm. “Tarih tekerrürden ibarettir” demişler; gerçekten de tarih tekerrür ediyor, bazen trajedi bazen de komedi şeklinde. Tarihteki Türk-Rus ilişkilerinde de ilginç benzerlikler ve “tekerrür”ler var. Konumuz bu; şimdi tarihte panoramik bir gezinti yapalım.

•••

Rus tarihi de Türk tarihi gibi göçlerle başlamıştır. Bir kısım Slav aşiretleri 12. yüzyılda Moskova’ya yerleşmiş ve hedefleri de bu yerleşimden sonra hep “denizlere açılmak” olmuştu. Büyük Petro döneminde Ruslar Baltık kıyılarına ulaşana kadar, bu bölge, yüzyıllar boyunca Germenler, Finliler, İsveçliler ve Slavlar arasında kanlı kavgalara sahne oldu. Baltık kıyıları da Ruslar için sadece ilk hedefi teşkil etti.

Slavlar Moskova-Novgorod-Petersburg hattında ilerlerken, önce Tatarlarla karşılaşmış ve yenilmişlerdi. Cengiz’in torunu Batu Han 1238’de Moskova’yı işgal ve tahrip etmiş; Slav beylikleri de böylece uzun süre Altınordu hanlarının vesayeti altında yaşamıştı. Bu vesayetten ancak III. İvan (1440-1505) zamanında kurtuldular. Arkadan IV. İvan (1530-1584) geldi ve ilk Çar unvanını taşıyan hükümdar oldu. Rus Devleti’nin temelleri de onun zamanında atıldı. Bir yandan köylü üzerindeki baskıyı artırıyor, öte yandan da topraklarını genişleten bir fetih politikası izliyordu. İlk yerel (feodal) Meclisler (Zemski) onun zamanında örgütlendi; Kazan hanlıkları onun zamanında ilhak edildi; Volga nehri ile temas da yine onun zamanında sağlandı. 

IV. İvan’ın adı “Grozny İvan” idi; Batılılar bunu dillerine “Korkunç İvan” diye çevirdiler. Gerçekten de katı mutlakiyetçi bir yönetim kurulmuştu; Çar’ın ölümünden kısa bir süre sonra, Birleşik Krallık Kraliçesi Elisabeth’in Rusya’ya gönderdiği elçi, “Çarlık yönetimi Türk yönetimine çok benziyor” diyor, “Rusların Türkleri taklit etmeye çalıştıklarını” iddia ediyordu. Her iki “tiranlıkta da her şey hükümdarın çıkarına uygun şekilde yapılıyordu”. Rusya’nın Batı’ya açılması, Büyük Petro’dan da önce, Boris Godunov döneminde başladı.

•••

Aslında Boris Godunov (1551-1605) toplumsal planda çelişkili bir politika izledi. Bir yandan köylüleri iyice toprağa bağlayarak feodal bağları (serfliği) güçlendiriyor, öbür yandan da İngiltere ile ticareti teşvik ederek bu bağların tasfiyesine zemin hazırlıyordu. Batı’dan öğretmenler getirtiyor, genç Rus öğrencilerini de Batı ülkelerine, okumaya yolluyordu. Henüz Ruslar Osmanlılarla doğrudan ilişkiye geçmemişlerdi; fakat Godunov’un din ve Kırım Hanlığı politikası ilerde bu alanda etkileri kuvvetle hissedilecek uygulamalar oldular.

Boris Godunov ılımlı bir din politikası benimsemiş, ülkesinde Lüterci Protestanların kilise açmalarına izin vermişti. Fakat bu konuda daha da önemli girişimi Rus Patrikhanesi’ni İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin vesayetinden kurtarmak oldu. Böylece bağımsızlığına kavuşan Rus Kilisesi Balkan halklarını etkileme potansiyeline de kavuşmuş oluyordu. Bu potansiyel 19. yüzyılda gerçeğe dönüşecek ve Rus diplomatları, Engels’in deyimiyle, “halklara ‘özgürlük’, krallara da ‘istikrar ve huzur’ vaat ederken” Kilise bu konuda arkalarında önemli bir destek olacaktır. 

•••

Godunov Kırım’ın stratejik değerini anlamış ve onları Osmanlılara karşı kışkırtmaya başlamıştı. Oysa 15. yüzyılın ortalarında Osmanlı hâkimiyetine giren Kırım Hanlığı Osmanlılar için çok önemliydi ve yaygın bir anlayışa göre eğer bir sultan arkasında bir veliaht bırakmadan ölürse, tahta Kırım Hanı geçecekti. 18. yüzyılın sonlarına doğru Kırım’ın kaybı da, Osmanlı tarihinde de ölümcül bir kırılma noktası teşkil etti. Gerçekten de 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşını izleyen Küçük Kaynarca Anlaşması ile Ruslar Karadeniz’e iniyor, 1783’te de Kırım’ı ilhak ederek Boğazlar üzerinde baskı kuruyordu. 

Doğu Sorunu başlamıştı. 

•••

Yükselen Rusya karşısında acze düşen Osmanlı Devleti’nin artık Batılı büyük devletlere (“Düveli Muazzama”ya) dayanmaktan başka çaresi yoktu. Batı Avrupa için de Osmanlılar tehlike olmaktan çıkıyor, asıl tehlike Boğazları ele geçirerek Akdeniz’e sarkma potansiyeli taşıyan Rusya haline geliyordu. Bu tabloda Osmanlı Devleti Batı Avrupa ile Rusya arasında tampon devlet haline geldi ve Osmanlı ordusunu “ıslah ederek” Ruslar üzerine sürmek Düveli Muazzama için bir güvenlik önlemi oldu. İlginçtir ki Ruslar da “Osmanlı Islahat hareketleri”ni kendilerine karşı tezgâhlanan oyunun bir parçası olarak görüyorlardı. Rus diplomatları 1882’de yayınladıkları Rus resmi belgelerinde şu yorumu yaptılar: “1840’dan sonra Babıâlî, Canning’in klavuzluğu ile, İslamizmi Avrupa uygarlığı ile aşılayarak yenileme çabasına girişti. Bu girişim esas olarak bize karşıydı. Latin propagandası ve Polonyalı göçmenler de buna destek oldular.” Böylece 19. yüzyıl, Osmanlılar arasında koyu bir “Moskof düşmanlığı” içinde Türk-Rus savaşlarıyla geçecektir.

•••

Yine de bu uzun yüzyılda Osmanlı-Rus ilişkileri üç “dostluk” parantezi yaşadılar. Bunlardan birincisi Sultan II. Mahmud ile Rus Çarı arasında “Hünkâr İskelesi” anlaşması ile kurulan “dostluk”tu. Kendi valisi karşısında tutunamayan ve İngilizlerden de beklediği yardımı alamayan Sultan Mahmut çaresizlik içinde “yılana sarılmış”, Çar’ın himayesini kabul etmişti. O sırada Osmanlı sultanı için, asi paşanın cezalandırılması ve kırılan onurunun tamiri, her türlü düşünceden önce geliyordu. Öyle ki Fransız Elçisi M. Roussin, Paris’e yolladığı raporda, II. Mahmud’un “Mehmed Ali’nin cezalandırılması için imparatorluğunun yarısını vermeye hazır olduğundan kuşku duymadığını” iddia ediyordu. 

Hünkâr İskelesi Antlaşması aslında Osmanlıların ne istedikleri, ne de benimsedikleri bir şeydi. Üstelik Ruslar, antlaşmadan sonra da Osmanlı yöneticilerini kendi halklarının gözünden düşürmek ve zayıflatmak için sistemli bir çaba sarf etmişlerdi. Şöyle ki, Rus imparatoru, bir “dostluk gösterisi” içinde, kışladaki Osmanlı alaylarına madalya vermek istemiş, neden olarak da Osmanlı askerlerinin anlaşma sırasında Rus askerleriyle “kardeşçe ilişkilerini” ileri sürmüştü. Oysa gerçek durumun çok farklı olduğunu elbette kendisi de çok iyi biliyordu. Ayrıca madalya merasimi Ramazan ayına rastlatılarak, askerler büsbütün kışkırtılmak istenmişti. Nitekim Osmanlı yöneticilerinin bütün isteksizliklerine rağmen Rus Elçisi Boutenief, Çar’ın bu isteğini kabul ettirince Osmanlı askerleri de gerçekten ayaklandılar ve bahtsız sultana da bu ayaklanmanın elebaşlarından yirmi kişiyi idam ettirmek görevi (!) düştü. Bu tutumuyla, Sultan, halkın nefretini kazanıyor ve tüm otoritesini kaybediyordu. Kısa bir süre sonra da İngiltere’den ünlü elçi Stratford Canning geliyor; Babıali’de yıllarca sürecek bir İngiliz hegemonyası başlıyordu. Böylece Osmanlı-Rus dostluğunun bu birinci perdesi hazin bir şekilde kapandı.

•••

“Osmanlı-Rus dostluğu”nda ikinci perde 1869 ve 1871 yıllarında Fuad ve Ali paşaların ard arda ölmeleriyle açıldı. Tahtta Abdülaziz vardı; İngiliz-Fransız baskılarından bunalmış olan Sultan, otoriter nazırlarının sultasından da kurtularak “özgürlüğüne kavuştuğunu” söylüyordu. Onun “ıslahat modeli” de Rusya idi. Şahsına özgü naiflik içinde Fransız elçisine Rusların nasıl başarılı “reformlar” yaptıklarını anlatıyordu. Üç yüz yıl önce Ruslar Osmanlıları taklide çalışırken, şimdi taklit sırası Osmanlılara gelmişti. Sultan Aziz, Damadı Mahmud Nedim Paşa ve Büyükelçi İgnatiev’in hazırladıkları tasarıları onaylayacak, ülke kalkınacaktı. Otuz yıl önceki “Reşit Paşa-Canning” ikilisinin yerini, bu kez “Mahmut Nedim-İgnatiev” ikilisi almıştı. 

Ne yazık ki kısa süren bu ikinci perde de hazin bir şekilde kapandı. 1875’te ülke borçlarını ödeyemez hale gelmiş, iflasa sürüklenmişti. Söylentilere göre Osmanlıları tek taraflı hareket etmeye ve müzakere masasına oturmamaya kışkırtan da İgnatiev olmuştu. Böylece kriz daha da derinleşiyor ve bu hengâmede Sultan da (intihar ya da cinayet) hayatından oluyordu. 

•••

Üçüncü perde Osmanlı İmparatorluğu fiilen tarihe karıştıktan sonra açıldı. Rusya ile Osmanlılar Büyük Savaş’ta karşı karşıya gelmişler, fakat Rusya daha çatışmalar bitmeden bir devrimle savaş alanından çekilmişti. Mağlup cephede yer alan Türkiye’de ise, ulusal güçler ise Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde yeni bir savaşı, bu kez bir varoluş savaşını başlatıyorlardı. III. Enternasyonal’in ikinci kongresinde (Temmuz, 1920) alınan karar, sosyalist bir devrimle ulusal bir devrimi antiemperyalist kavga temelinde birleştirmişti. Bu kez dostluk, Osmanlı-Çarlık ilişkilerinin riya ve aldatmacalarından uzak bir ruh içinde, İkinci Dünya Savaşı’na kadar sürdü.

Nazizm ezildi, savaş bitti; özgür dünya kazandı; fakat o da ne? Sovyet talepleri, Soğuk Savaş, ikili anlaşmalar, NATO derken Canning’in yerini Dulles almış, geleneksel “Moskof düşmanlığı” yeniden hortlamıştı. Menderes’in “Moskova ziyareti” şantajı; İnönü’nün “yeni dünya düzeni” umutları; Demirel’in Sovyet yapımı demir-çelik tesisleri?.. Hiçbiri para etmedi; Sovyetlerle sağlıklı bir ilişki kurulamadı. İşler ancak Rusya’da Putin, Türkiye’de Erdoğan iktidara gelip, ufukta “Çarlık” ve “Sultanlık” hayalleri görününce değişmeye başladı. Oysa kimse aldanmasın; emperyalist metropoller arasındaki kavganın kızıştığı bu günlerde, Türkiye-Rusya ve Erdoğan-Putin dostluğunun (dördüncü perde?), 1920’lerin Türk-Sovyet ve Lenin-Mustafa Kemal dostluğuyla hiçbir ilgisi bulunmuyor. ABD baskısı altında sıkışmış bugünkü AKP iktidarının Rusya kartı, daha çok II. Mahmut’un ya da Abdülaziz’in Rus çarlarından medet ummasını anımsatıyor. 
Ne demeli? 
Karşı devrimin kol gezdiği, 19. yüzyılın “Doğu Sorunu”nun “Ortadoğu Sorunu” olarak yeniden hortladığı bu günlerde hayallere kapılmanın ne âlemi var? 

Evet, tarih –ister trajedi ister komedi şeklinde olsun- tekerrür ediyor; fakat ne yazık ki bunun yükünü de daima aldatılan ve boş hayallere kapılan halk yığınları taşıyor..

Taner Timur / BİRGÜN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder