Konumuz “milli gelir”, daha teknik ifadesiyle gayrı safi yurtiçi hasıla (GSYH). İktisada Giriş derslerinin belki de en ilginç ve popüler konusu. (Yanılıyor olabilirim). GSYH bir yılın içerisinde bir ülkede üretilen mal ve hizmetlerin piyasa fiyatlarıyla toplam değerini veriyor.
Türkiye’nin 2017 yılında milli geliri yüzde 7.4 büyüdü. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK’in) verileri söz konusu büyümenin ardında yatan ana unsurların özel ve kamu tüketim harcamalarındaki hızlı artış, sabit sermaye yatırımlarındaki sıçrama ve (net) ihracatın (ihracat eksi ithalat) olumlu etkileri olduğunu belirtiyor.
Bu büyüme performansının sağlıklı ve sürdürülebilir nitelikte olup olmadığını görmemiz için söz konusu harcamaların nasıl finanse edildiğine ve nereye harcandığına bakmamız gereklidir. Büyümenin sürdürülebilir olması için ise yapılan harcamaların üretkenlik ve teknolojik (ve kurumsal) gelişmeyi sağlayacak bilgi sermayesi ve eğitim harcamalarına dayandırılması esastır.
İlk tespitimiz Türkiye ekonomisinin dış sermaye girişlerine bağımlı olduğu ve yurt dışından sermaye girişleri sürdüğü sürece büyüyen, aksi durumda küçülen bir konumda görüldüğüdür. Bu bağımlılığın en önemli sonucu Türkiye’nin dış borçlarının hızla artması olmuştur. Türkiye’nin dış borçları 2006’da 206 milyar dolardan on bir yılda 450 milyar dolara çıkmış ve milli gelir üretiminin üstünde bir artış göstermiştir.
Biriktirilen dış borç ise bilgi sermayesi ya da eğitime öncelik yerine, döviz bağımlılığını artırıcı biçimde körüklenen inşaat yatırımlarına yönelmektedir. Milli gelirimizin yıllar boyunca her iki sektör arasındaki dağılımına baktığımızda, inşaat harcamalarının nasıl da eğitim sektörünün önüne geçmiş olduğunu görmek mümkündür.
Bunun da ötesinde konuya yeni sabit sermaye yatırımları açısından bakıldığında, inşaat sektörünün payının eğitime ayrılan yatırım payının 2.5 misli bir tempoda sürdürüldüğü görülmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin birikim öncelikleri üretkenlik ve inovasyon sağlayıcı faaliyetlerden ziyade, bir saman alevi gibi parlayıp sönen ve gelir yaratma sürekliliği bulunmayan inşaat yatırımlarına yöneltilmiştir. Aşağıda eğitim ve inşaat sektörlerinin gerek milli gelir, gerekse yatırımların dağılımı içerisindeki paylarını gösteren tablo bu gözlemlerimizi haklı çıkarmaktadır.
Türkiye ekonomisinin yakın tarihimiz boyunca bu tür dış borçlanmaya dayalı büyüme senaryolarını sıkça izlediğini hatırlatmakla yetinelim. Yurt içinde katma değer üretmek yerine, dış borçlanmaya dayalı ve ithalata bağımlı bu tür büyüme süreçlerinin her defasında dış ticaret açıkları, işsizlik ve yüksek enflasyon ile birlikte yaşandığını unutmayalım. “Bu sefer herşey değişik” diye geçiştirilen sorunlar her defasında sürdürülemez dengelerin yarattığı krizler ile son bulmuştur, unutmayalım.
Türkiye bir kez daha sürdürülemez bir Lale Devri heyecanı içine sürüklenmiş gözüküyor.
Erinç Yeldan / CUMHURİYET
Türkiye’nin 2017 yılında milli geliri yüzde 7.4 büyüdü. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK’in) verileri söz konusu büyümenin ardında yatan ana unsurların özel ve kamu tüketim harcamalarındaki hızlı artış, sabit sermaye yatırımlarındaki sıçrama ve (net) ihracatın (ihracat eksi ithalat) olumlu etkileri olduğunu belirtiyor.
Bu büyüme performansının sağlıklı ve sürdürülebilir nitelikte olup olmadığını görmemiz için söz konusu harcamaların nasıl finanse edildiğine ve nereye harcandığına bakmamız gereklidir. Büyümenin sürdürülebilir olması için ise yapılan harcamaların üretkenlik ve teknolojik (ve kurumsal) gelişmeyi sağlayacak bilgi sermayesi ve eğitim harcamalarına dayandırılması esastır.
İlk tespitimiz Türkiye ekonomisinin dış sermaye girişlerine bağımlı olduğu ve yurt dışından sermaye girişleri sürdüğü sürece büyüyen, aksi durumda küçülen bir konumda görüldüğüdür. Bu bağımlılığın en önemli sonucu Türkiye’nin dış borçlarının hızla artması olmuştur. Türkiye’nin dış borçları 2006’da 206 milyar dolardan on bir yılda 450 milyar dolara çıkmış ve milli gelir üretiminin üstünde bir artış göstermiştir.
Biriktirilen dış borç ise bilgi sermayesi ya da eğitime öncelik yerine, döviz bağımlılığını artırıcı biçimde körüklenen inşaat yatırımlarına yönelmektedir. Milli gelirimizin yıllar boyunca her iki sektör arasındaki dağılımına baktığımızda, inşaat harcamalarının nasıl da eğitim sektörünün önüne geçmiş olduğunu görmek mümkündür.
Bunun da ötesinde konuya yeni sabit sermaye yatırımları açısından bakıldığında, inşaat sektörünün payının eğitime ayrılan yatırım payının 2.5 misli bir tempoda sürdürüldüğü görülmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin birikim öncelikleri üretkenlik ve inovasyon sağlayıcı faaliyetlerden ziyade, bir saman alevi gibi parlayıp sönen ve gelir yaratma sürekliliği bulunmayan inşaat yatırımlarına yöneltilmiştir. Aşağıda eğitim ve inşaat sektörlerinin gerek milli gelir, gerekse yatırımların dağılımı içerisindeki paylarını gösteren tablo bu gözlemlerimizi haklı çıkarmaktadır.
Türkiye ekonomisinin yakın tarihimiz boyunca bu tür dış borçlanmaya dayalı büyüme senaryolarını sıkça izlediğini hatırlatmakla yetinelim. Yurt içinde katma değer üretmek yerine, dış borçlanmaya dayalı ve ithalata bağımlı bu tür büyüme süreçlerinin her defasında dış ticaret açıkları, işsizlik ve yüksek enflasyon ile birlikte yaşandığını unutmayalım. “Bu sefer herşey değişik” diye geçiştirilen sorunlar her defasında sürdürülemez dengelerin yarattığı krizler ile son bulmuştur, unutmayalım.
Türkiye bir kez daha sürdürülemez bir Lale Devri heyecanı içine sürüklenmiş gözüküyor.
Erinç Yeldan / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder