20 Haziran 2018 Çarşamba

Selametten sefahate: Sermaye, rantiye, şantiye Müslümanlığı - TAYFUN ATAY

Bugün bu ülkede, sefaletlerine dine referansla selamet vaat eden bir davete icabet için değil, dine referansla yol alırken servete boğulmuş, zenginlikle hemhal olmuş, iktidar nimetlerinden istifade için mobilize olan kitleler var.

Türkiye’de İslami siyasetin başlangıcından bugüne içinde olan bir muhterem zat, İstanbul ve Ankara’nın Refah Partili belediyelere geçtiği 1994 yerel seçimlerini dönüm noktası sayarak bunun ardından zamanla ortaya çıkan durumu “Mekke’nin fethinden sonraki Müslümanlık” olarak tanımlamak gerektiğini söylemişti bana... Bununla anlatılmak istenen nedir? Yani, nasıl bir durumu ifade etmektedir Mekke’nin fethinden sonraki Müslümanlık?.. Bu, hayallerin ve ideallerin tamamına erdiği, iktidarın tadının alınmaya başlandığı, dolayısıyla (aynı kaynak kişimizin tabiriyle) “imanda zafiyetin baş gösterdiği”, yoksul muhitlerden çok zengin mekanların arşınlanır olduğu, açlığın yerini doygunluğun ve giderek de doyumsuzluğun almaya başladığı bir Müslümanlıktır. Bir “nefs Müslümanlığı”: “Dava” adına toplanan her şeyin “nefs” için harcanır olduğu bir Müslümanlık...


‘Beyaz Müslümanlar’ın zuhuru
Elbette belirginleşmesi öyle ha deyince, bir çırpıda olmamıştır bunun; hele ki araya giren 28 Şubat (1997) darbesi, sonrasında 27 Nisan E-Muhtırası (2007) gibi “mağduriyet” referanslarıyla bu yeni süreç, epey bir müddet gözlerden uzak, sessiz sedasız bir seyir izledi. Ama nihayetinde herkes tarafından altı çizilir oldu. Tayyip Erdoğan’ın 1994’ten itibaren İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde büyük bir servet birikimi sağladığı, sonrasında daha da baş döndürücü bir zenginliğe ulaştığı hiç kimse için sır değil. Tarikatların birer holdinge dönüştüğü hiç sır değil. 

Müslüman “büyük burjuvazi”nin ortaya çıktığı, yani “Beyaz Müslümanlar” sır değil... Dolayısıyla bugün bu ülkede İslami siyasetin merkezinden çeperine, çevresinden çehresine kadar gözümüze çarpan, artık yoksulluk/yoksunluk değil, zenginlik ve servet. O yüzden bugün bu ülkede, sefaletlerine dine referansla selamet vaat eden bir davete icabet için değil; dine referansla yol alırken servete boğulmuş, zenginlikle hemhal olmuş iktidar nimetlerinden istifade için mobilize olan kitleler var. O yüzden AKP’ye oy veren kitlede “ruhsal” bir eksen kayması var. Deyiş yerindeyse, “ekonomi-psikolojik” bir eksen kayması... O yüzden eskisi gibi, mesela o 1994 yerel seçimlerine gidilirken (özellikle Refah’lı kadın kollarınca) ev ev, kapı kapı gezmelerle yapılmış “selamet” çağrılarına kulak vermiyor insanlar. Saraylı, plazalı, beş yıldızlı, rezortlu, primli, kredili, ikramiyeli “helâl sefahat” çağrılarına kulak kabartmak istiyorlar. Artık nimete ortak olmak istiyorlar, külfete değil. Sefada buluşmak istiyorlar, cefada değil...

Meydanlarda ‘menfaat’ var
Bundan dolayı Lütfü Kırdar’daki bir anma etkinliğine “Reis”in de katılımı söz konusu olduğunda salonu doldurma telaşı içinde belediye çalışanlarına yarı- resmi çağrılarda bulunuluyor. Ve aynı belediye çalışanları şu seçim sürecinde evlerinde otururken “teşkilatlar”dan aranıp “Vatan elden gidiyor” denilerek, ev ev kapı kapı AKP logolu kahve paketlerini dağıtmak üzere “göreve davet ediliyor”! Yani zoraki; yani (eskiden olduğu şek,lde) “gönüllü” değil, gönülsüz şekilde... Hâlâ meydanlarda kalabalıklar var belki ama öyle sular seller gibi çağlayıp dalgalanan kitleler olarak değil; bindirilmiş kıtalar olarak, bir durgunluk ve doygunluk hali içinde oradalar. Artık esasen menfaat için motive olmaya koşullanmış bir taban var. “Ben de isterem”cileşmiş bir taban... Dolayısıyla ortada hiç de öyle “metal yorgunluğu” falan yok. “İmanın gevremesi” var. Ama yorulmak, sıkıntı çekmekten kaynaklı değil; iktidar olmaktan, iktidarın nimetlerinden nemalanma isteğinden kaynaklı bir iman gevremesi bu. Bir rantiye Müslümanlığı, bir şantiye Müslümanlığı ve holding, yani sermaye Müslümanlığı var artık ortada.

‘Peki, ‘Bu’ gidince düzelecek mi?’
Bunlarla bağlantılı olarak, gidişattan ciddi rahatsızlık duyan dindar-muhafazakârlar arasında bu seçim sürecinde çok sık duyulan bir söz, daha doğrusu soru cümlesi şu: “Peki, tamam, iyi... de, ‘Bu’ gidince gelecek olan düzeltebilecek mi?..” Yani işlerin, işleyişin, düzenin bozulduğu; memleketin böyle yol almasının mümkün olmadığı; sürekli kutuplaşmaya, çatışmaya, savaşa oynamakla hayatın sürdürülebilirliğinin olmadığı görülüyor, anlaşılıyor, biliniyor. Ama yine de AKP’ye daha önce oy veren ama şimdi mütereddit olanlar açısından bir “eşik” ne kadar aşılmış, bıçak kemiğe ne kadar dayanmış, orası tam belli değil ki yukarıdaki soruda belirginleşen bir ikirciklilik hali söz konusu... Bir durgunluk, bıkkınlık, bezginlik var da bu ne kadar vazgeçmek, o net değil.

Her şey ortada ama ‘TAMAM’ mı?
AKP denilen “tek kişilik iktidar oyunu” içinde yapılıp edilenler... Yıllarca emek verip de şimdi bir çırpıda dışlanan, harcanan insanlar... Hiç kimsenin din-iman, ezan-bayrak, vatan-millet derdinde olmayıp işine, dümenine, dalgasına bakma derdinde olduğu... Hep seçim süreçlerinde parlayan, patlatılan kör şiddet... Bunun aslında bir muktediri yerinde tutmaya dönük güdümlemelerle ilişkisi... Bunların hepsi görülüyor aslında; söz konusu siyasi pratiğin tavanında da, tabanında da... Ama bunlar ne kadar dışavuruma, dipten gelen dalgaya, “Bizden de yeter, artık TAMAM”a dönüşecek bu seçimde, orası hâlâ çok açık değil...

Bitmiş bir iktidarın uzun ölümü
Bu o kadar açık belli olmasa da AKP’nin kendi kitlesi de dâhil olmak üzere toplumda herkes tarafından gayet net olarak alınan bir mesaj var: Hepimiz, bitmiş bir iktidarın uzun ölümünü izliyoruz. Bir “idol”ün kırılışına, bir gücün gerileyişine, dibe vuruşuna şahit oluyoruz. Bütün mesele, onun sadece kendi halince ve kendine zarar vererek mi, yoksa hepimize zarar vererek ve bizi de yanına çekerek mi dibe vuracağı... 24 Haziran seçimlerinin sonucu ne olursa olsun, onun sonrasına ilişkin karşımızda en öncelikli ve kritik şekilde duran soru bu.

Eliaçık: AKP bizim ilkelerimizi benimseyerek yola koyuldu.

-AKP, bir siyasi hareket ve kimlik olarak ilk ortaya çıktığı 2000’ler başından bugüne, nereden nereye geldi?
AKP ilk olarak daha parti bile olmadan “Erdemliler İttifakı” olarak ortaya çıkmıştı. Bu, o zamanlar bizim “Değişim Dergisi” çevresinde savunduğumuz bir fikirdi. Hatta bu konuyla ilgili bir kapak yapmış ve kapak yazısını da yayın yönetmeni olarak ben yazmıştım. Her kesimden erdemli insanların adalet ve özgürlük bayrağı altında toplanacağı, kimsenin dinine, mezhebine, mahallesine bakılmadan siyaset yapılması gerektiği söyleniyordu. AKP bu ilkeleri benimsemişti, parti bu ruh ve heyecanla işe başlamıştı. Hatırlıyorum AKP 1. Kongresi’nde Erdoğan genel başkan seçilmişti, salonda fakir fukara, garip gureba, adalet devleti kuracağız, ortak iyiyi esas alacağız diye bağırıyordu. Sonra giderek devleti ele geçirdiklerini sandılar ama devlet tarafından ele geçirildiler. Her geçen gün erdemliler ruhu kayboldu, ittifak dağıldı, tek adam partisine dönüştü. AKP’nin sonunda dağılacağını düşünüyorum. Zaten şu anda AKP diye bir parti yok. Erdoğan var. Onun siyaseten ölümü üzerine eski ANAP gibi küçülecek, bir müddet daha ayakta kaldıktan sonra çoğu SP’ye gidecek veya kendisi küçük merkez sağ partilerden birisi gibi olacaktır.

-Türkiye’de İslamcı hareket, Erbakan’ın sahneye çıktığı 1960’lar sonundan bugüne nereden nereye geldi, nereye gidiyor?
Bir inancı esas alan İslam devleti değil, olsa olsa her insanı esas alan bir adalet devleti olabileceği görüldü. Devleti yönetecek kişide, inançlı olması, namaz kılması, oruç tutması, başörtüsü, vs. değil; hak, hukuk, adalet, dürüstlük aranmalı, yalan söylemeyen ve rüşvet yemeyen kişiler olmalı; asıl dindarlık buymuş noktasına gelindi. İslami siyaset anlayışlarının hâkim olduğu ülkelerin dini diktatörlükler üretmekten başka bir seçeneği yok. Çünkü geçmiş imparatorluklar zamanından kalma siyasetnamelerle teorilerini oluşturabiliyorlar. Yeni içtihatlar yaparak siyasi fikir üretemiyorlar. Mesela geleneksel İslami siyaset anlayışında saltanata bir şey denmez ama demokrasiye küfürdür denilir. Çünkü saltanat geçmişte yüzyıllar boyu uygulanageldiği için kendisinin bilir, ama demokrasi Batı’dan geldiği için küfür olarak görr. Bu anlayış tıkanmak zorunda, çağa hitap edemez.

-Recep Tayyip Erdoğan, 1970’lerde Milli Selamet Partisi Gençlik Kolları’nda başladığı siyasi serüveninde o zamanlardan bugüne nereden nereye geldi?
Ben Recep Tayyip Erdoğan’da hiçbir değişiklik olmadığı görüşündeyim. İslamcı hareket, Millî Görüş geleneği hepsi değişti ama o değişmedi. Ta 1970’lerde MSP gençlik kollarına girdiğinde Cumhurbaşkanı olmayı kafasına koymuştu. Siyasette yükseğe, en yükseğe, zirvelere kadar diyerek siyasete girdi. İnandığı tek şey başından beri koltuktu, hep öyle oldu ve öyle kaldı, hâlâ da öyle. Erdoğan eğer siyaseten seçimlerde yenilirse hemen yargılanması mümkün olmayacak. Çünkü yargılanması için bile anayasa değişikliği yapılması gerekiyor. 16 Nisan’daki referandumda yargılama konusunda kendisini güvence altına aldı. Anayasal korumaya sahip, şu an emekliliğinde bile yargılanması için meclisin üçte iki çoğunluğu lazım. Korumalı, güvenceli bir hayat sürecektir. Eğer oylar bıçak sırtı çıkarsa direnecek, gitmeyecek ama aradaki fark çok olursa gidecek, millet tamam dedi çekiliyoruz demek zorunda kalacaktır.


İslamcı yazar ve aktivist İhsan Eliaçık, “Antikapitalist Müslümanlar” adıyla bilinen İslami-siyasi oluşumun öncüsü ve teorisyeni. İslami ilimler, İslami toplumsal gerçeklik, İslam tarihi ve düşüncesi üzerine çok sayıda eser sahibi




İslamcılık iktidar nimetlerinden yararlanmanın adı oldu

-Türkiye’de İslamcı hareket Erbakan’ın sahneye çıktığı 1960’lar sonundan bugüne nereden nereye geldi, nereye gidiyor?
Bu soruya süreklilik ve değişim bağlamında cevap vermek yerinde olur. Dine dönüş hususu Erbakan’ın liderlik yaptığı Millî Görüş Hareketi özelinde “önce ahlak ve maneviyat”, “manevi kalkınma” gibi ifadelerle kodlandı. Soğuk Savaş yıllarında üçüncü yol olma iddiasıyla daha toptancı bir dil benimsendi. 1970’li yıllarda henüz bir tüketim toplumuna dönüşmemişken, ağır sanayi hamlesinden bahsedildi, AP’nin patronaj ağına dâhil olamamış Anadolu tüccarı sahiplenildi. Millî Görüş Hareketi, 1980’li yılların ikinci yarısından başlayarak daha çok kent çeperlerinde yaşayan yoksullara hitap etti, yükselen Kürt sorununa değindi, serpilen Anadolu sermayesinin temsilciliğine soyundu ve Özal döneminin kuraldan, değerden, düzenlemeden yoksun anarşik liberalizminin yarattığı sorunları işledi. Bütün bu sorunlara cevabı da önce ahlak ve maneviyat şeklinde oldu. Bu cevap, seküler düzenlemenin yapılamadığı, seküler değerlerin geliştirilmediği bir ortamda geçerlilik kazandı. Merkez partilerin hiçbiri, örneğin siyasal yozlaşma pratikleri karşısında demokratik şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerinin gerçekleştirilmesini öngören bir reform platformu sunmadı. Bu ortamda dindarlık, takva sahibi olma dürüst yönetimin yeter şartıdır iddiası geçerlilik kazanabildi. Her ne kadar kapatılıp başka adlarla açılsa da Millî Görüş Partileri de kurumsallaştı. Başlangıçta Nakşibendilerle olan iş birliği, nispeten küçük marjinal bir parti olan MNP/MSP’nin üye, sempatizan veya militan devşirmesine katkıda bulundu, ama Erbakan’ın şeyhi Mehmet Zait Kotku’nun 1980’de ölümünden sonra Millî Görüş özerk bir kimlik haline geldi. 1990’lı yılların ortalarında RP özellikle büyük kentlerin çeperlerinde bir kitleselleşme hamlesi başlattı.

Cemaatleri yan kuruluşu yaptı
Özerk bir siyasi kimlik haline gelmesinden sonra Millî Görüş, İslam’ın siyasal arenadaki temsilcisi olarak bütün İslamcı/Müslüman grupları (kendisinin arkasında durmaları gerektiğini iddia ederek) “rahatsız etti”. Zira bu dini gruplar açısından RP’yi kategorik olarak desteklemek bir yana, açıktan siyasi pozisyon almak doğru değildi. AKP’yi kuran genç nesil, 2002’den sonra da bir şekilde devam eden 28 Şubat şartlarında bu grupların tek temsilcisi, koruyucusu olarak tezahür etti ve desteğini aldı. Daha sonra elde ettiği iktidar konumlarının verdiği disiplin, yani ödül ve ceza imkânlarını kullanarak bu grupların büyük çoğunluğunu kendine bağlamayı başardı, onları birer yan kuruluşa çevirdi. Buna paralel olarak, AKP döneminde İslamcı camia iktidardan pay almaktan öte iktidarın merkezine yerleşti. Tabii böylece İslamcılığın AKP disiplinine girmekle özdeşleştiği ve iktidar nimetlerinden yararlanmak adına İslamcı olunduğu bir süreç de başlamış oldu. İslamcılığın iktidar ve nimetleri dışında hangi değeri, hangi ilkeyi savunduğu, hangi değeri ve ilkeyi siyaset için harcamadığı anlaşılamaz hale geldi.

-AKP, bir siyasi hareket ve kimlik olarak ilk ortaya çıktığı 2000’ler başından bugüne, nereden nereye geldi, nereye gidiyor?
AKP 90’lı yılların birikimi üzerine kurulmuştu. Bu birikimin dört temel özelliği vardır. Birincisi, 12 Eylül 1980 darbesinin genelde siyaset , özelde sol siyaset karşıtı niteliğinin yarattığı merkez siyasetleri zayıflatan dinamikler sayesinde mümkün olan yükseliş süreci. İkincisi, RP’nin karşılaştığı daha doğrusu karşılaşamadığı siyasi muhalefettir. Sağ ve sol merkez siyasetler İslamcı bir parti olan RP karşısında laiklik ilkesini güncelleyerek koruyacak bir siyasal dil geliştiremedi. Bununla bağlantılı olarak üçüncüsü (RP’nin kendisi o kadar olmasa da) İslamcı camianın giderek artan oranlarda demokrasi ve insan hakları dilini kullanarak laiklik pratiğinin otoriter yönlerine dikkat çeken bir söylem geliştirmesidir. Dördüncüsü, RP’nin yükselişinde önemli roller oynayan genç neslin 28 Şubat sürecinden çıkardığı derstir. Erbakan ve birkaç arkadaşının belirlediği siyaset tarzıyla ülkeyi yönetme kabiliyetinin kazanılmayacağını ifade eden bu ders, AKP’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır.

Parti Erdoğan’ın kişisel aracı
Dolayısıyla, AKP’nin çıkış noktası özellikle merkez siyasetlerin zayıflamasından kaynaklanan boşluğun verdiği iktidar olma, ülkeyi yönetme potansiyelini gerçekleştirmekti. Bu da RP’ninkinden farklı yeni bir siyaset tarzı ile mümkündü. Başlangıçtaki Millî Görüş gömleğini çıkarma, muhafazakâr demokrat bir parti olma iddiasıyla AKP hem İslamcı kesimdeki demokdemokrasi ve insan hakları perspektifinden eleştiri birikimini başka toplum kesimleriyle de ittifak kuracak şekilde seferber etti, hem de bildiğimiz anlamda İslamcı olmayan yeni bir siyaset tarzının haberini verdi. Böylece kendisinin İslamcı olarak kategorize edilmesini zorlaştırdı. Geriye dönüp baktığımızda ilk yıllarındaki reformist politikaları daha çok AKP’nin iktidar arayışına hizmet etti. AKP, muhafazakâr demokrat kimliğini 2007’de Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ile başlayan bir süreçte adım adım terk etti. Bu terk ediş 2012’de yapılan dördüncü kongrede kesinleşti. Bu Kongrenin önüne koyulan 2023 Vizyonu başkanlık sistemine geçişi AKP’nin gündemine yerleştirdi. Öte yandan aynı kongrede yaptığı konuşmada Erdoğan İslamcı bir tema olan “medeniyet söylemi”ni partinin yeni kimliği olarak ilan etti. Bu sırada gerek kabinede gerekse parti içinde iktidarın giderek artan oranlarda Erdoğan’ın şahsında merkezileştiği, AKP’nin Erdoğan’ın kişisel aracına dönüştüğü bir süreç de yürürlükte idi. Dolayısıyla, üçlü-paralel bir süreçten bahsedebiliriz:

AKP’nin Erdoğan’ın partisine dönüşmeye başlaması; Başkanlık sistemini gündemine alması; ve medeniyet söyleminin yeni kimlik olarak benimsenmesi. Medeniyet söylemi aslında buradaki iktidar arayışını haklılaştırmak için başvurulmuş bir söylemdi. AKP, medeniyet söylemi ile bizzat kendi tarihinin önemli bir kısmını görmezden geldiği, reddettiği için ne medeniyete, ne demokrasiye, ne de geleceğimizi kurmamıza katkıda bulunabilirdi. Nihayetinde söz konusu iktidar arayışını karşılamaya yetme diği için Türk milliyetçiliği ile takviye edilerek “yerli ve milli” söylemine dönüştürüldü. Her iki söylem de AKP’nin toplumun kayda değer bir kesiminin varlığının, taleplerinin ve eleştirilerinin demokratik meşruiyetini “mesele” ederek hâkimiyet kurma stratejisini, toplumla barışmama ısrarını ifade etti. Bugün İslamcılık deyince akla iktidar fetişizmi ve kibrinin ve normsuzluğun gelmesinin nedenleri bu süreçte aranmalıdır. Bu açıdan 16 yıllık AKP iktidarının sadece demokrasimiz için değil İslamcılık için de ürettiği oldukça yüksek bir maliyet bulunmakta. Bugün geldiğimiz noktada AKP, iktidarını güçlendirmeye ve bir tek kendisinin meşru olduğu bir siyaset çerçevesi çizmeye hizmet eden fırsatlar kollamaya, yaratmaya kendisini endekslemiş bir parti. AKP’nin kendi içinden bir enerji ve dinamizm üreterek buradan farklı bir noktaya evrilmesi mevcut şartlarda pek olası görünmemekte.

Mesleği siyaset

-Recep Tayyip Erdoğan, 1970’lerde MSP Gençlik Kolları’nda başladığı siyasi serüveninde o zamanlardan bugüne nereden nereye geldi, nereye gidiyor?

Erdoğan profesyonel bir siyasetçi. Ondan önce liderlerin hiçbirinin geçmişinde sadece siyasi kariyer yoktu. Hepsinin ayrı bir mesleği ve kariyeri vardı. Mühendis, bürokrat, akademisyen, gazeteci idiler. Erdoğan’ın mesleği siyaset . Gençlik yıllarında Millî Görüş Hareketine katılıyor ve o günden bugüne siyasetin içinde. O yıllar Türkiye’de solun etkide bulunabildiği yıllar. Aynı zamanda Soğuk Savaş yılları. Soğuk Savaş sonrasında gördüğümüz demokrasi ve insan hakları söylemi yerine alternatif sistemler tartışması yürürlükte. 

Millî Görüş Hareketi de pek itibar görmeyen, hatta yer yer hakir görülen bir hareket olsa da devletin anti-komünizm ideolojisinin İslam’a başvurmasından faydalanan, komünizm ve kapitalizm dışında bir üçüncü yol olma iddiasında. Bu yıllarda Erdoğan’ı en çok etkileyen figür muhtemelen Necip Fazıl. Necip Fazıl demokrasiyle alakası olmayan tepeden inmeci, totalci, merkeziyetçi ve liderci bir sistem öneriyor alternatif olarak. 90’lı yıllarda, global bağlamdaki değişimle bu alternatif sistemlerden ziyade demokrasi ve insan hakları söylemi yükseliyor ve İslamcılık da bu söyleme eklemleniyor. 90’lı yıllar aynı zamanda kültürel, ekonomik, siyasal alanlarda İslamcılığın yükseldiği yıllar, fakat merkezi iktidardan pay alamıyor, paralel bir toplum oluşturuyorlar. Böyle bir pay alma hamlesinde bulunduklarında da 28 Şubat süreci ile karşılaşıyorlar ki bu toplumun önemli bir kısmının kriminalize edilmesi, yok edilmesi gereken iç düşman ilan edilmesi anlamına gelmiştir. 

Erdoğan’ın 1990’lı yılların ortalarında mealen “bizim ideallerimizi, Hocamızın (Erbakan’ı kastediyor) ideallerini gerçekleştirmek için mutlaka iktidar olmamız, mutlaka muktedir olmamız lazım” anlamına gelen bir demeci var. Bu, 28 Şubat şartlarının verdirdiği bir demeç olmanın ötesinde profesyonel siyasetçi olmaktan kaynaklanan bir demeç bence. Ve yine bir profesyonel siyasetçi olarak Erdoğan, diğer siyasetçilere oranla, bu amacını gerçekleştirmek için daha geniş bir söylem ve ittifak repertuarına sahip. Liberallerle, Kürt siyasi hareketiyle, şimdi FETÖ dediği grupla, Türk milliyetçileri ile ittifak arayabiliyor ve buna göre söylem de geliştirebiliyor. İktidar arayışının gerektirdiği bu dinamizm dışında anlayış olarak ne değişti derseniz, konumu değişti derim. Erdoğan artık muktedir, hatta hiçbir liderin olmadığı kadar muktedir ve İslamcı ve/veya dindar muhafazakâr kesimlere de kendi iktidarından pay veriyor. Varlığının ve kimliğinin dışlandığı, bastırıldığı, hedef alındığı arka planı düşündüğümüzde, bu kritik bir başarı. Ancak bu başarıya düşünsel, ideolojik ve psikolojik bir yenilenme eşlik edip etmediği ayrı bir mesele. 

Benim görebildiğim kadarıyla, Erdoğan örneğin “bizi nasıl bazı şeylere alıştırdılarsa, biz de onları bazı şeylere alıştıracağız” diyerek, adaletten aynıyla veya misliyle karşılık vermeyi anlıyor. AKP iktidara geldiğinde Türkiye toplumu, AKP kurucularının ve dindar muhafazakâr kesimlerin dışlandığı bölünmüş bir toplumdu. AKP meşruiyet açığını kapatma, iktidardan pay alma, ya da kendisine alan açma mücadelesinde adalet ve demokrasi söylemlerini kullandı, fakat pragmatist profesyonel bir siyasetçi olan Erdoğan esas geçer akçe olduğunu düşündüğü hâkimiyet alanlarını genişletmeye, iktidar birikimini artırmaya odaklandı. Bu sırada alnı secdeye değenden bize zarar gelmez diyerek ittifaklar kurdu ve müttefiklerinin suiistimallerine göz yumdu. Erdoğan bölünmüş Türkiye toplumunu demokrasi, yurttaşlık, anayasal haklar ve özgürlükler zemininde birleştirmeyi deneme fırsatına sahipti. Ancak bunu yapmak yerine, muhaliflerinin ve eleştirenlerinin varlığını ve meşruiyetini tanımamayı tercih etti. Böylece tıpkı bir zamanlar kendisinin maruz kaldığı muameleyi başkalarına layık görerek normalleştirmiş oldu. Ekonomi de bir güvenlik meselesidir diyerek, huzura ve refaha erene kadar OHAL kalkmayacak diyerek bir zamanlar bizzat kendisinin şikâyetçi olduğu güvenlikleştirme politikalarını benimsedi. Bunlar bir yerden bir yere gidilmediğinin ve gidilmeyeceğinin işaretleri maalesef.

Prof. Dr. Menderes Çınar, Başkent Üniversitesi siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi. 1990’ların başından bu yana karşılaştırmalı İslamcılık ve Türkiye siyaseti üzerine Türkçe ve yabancı dilde çok sayıda çalışmaya imza attı. “Siyasal Bir Sorun Olarak İslamcılık” (Dipnot Yayınları, 2005) ve “Vesayetçi Demokrasiden ‘Milli’ Demokrasiye” (Birikim Yayınları, 2015) başlıklı kitapları, Türkiye’de İslami siyaset , Millî Görüş hareketi ve AKP üzerine temel başvuru kaynakları niteliğinde. 

YARIN: TEK KİŞİLİK BİR OYUN: AKP

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder