Türkiye’yi sarmalayan ve birbiriyle ilişkili uluslararası iki süreç bir dönemin sonuna işaret ediyor. AKP’nin bir ülkede elde edilebilecek en büyük gücü elde ettiği kesit aynı zamanda karşıtını, mutlak bir güçsüzleşmenin dinamiklerini içeriyor.
Tanımlanan dönemi nereden başlatalım?
İsterseniz 1980 24 Ocak kararlarından, ister 2001 Derviş yasalarından, ister 2002’de başlayan AKP iktidarından…
Dönemin tanımı; Ekim Devrimi sonrası sosyalizmli bir dünyanın dengeleri içinde gelişen bir Cumhuriyet’in özelliklerini tasfiye etmek ve emperyalist sistemle bütünleşmek olarak yapılabilir.
Bu dönem amaçlandığı gibi, tam boy bir piyasa egemenliği, emek güçlerinin çözülmesi ve dinci bir mutlakıyetle sonuçlandı.
Emperyalist sistemle bütünleşildi mi? Evet, bütünleşildi. Türkiye’ye yabancı sermaye aktı, Türkiye’den de yurtdışına.
Ancak başından beri devletin kontrol edemediği sürecin bir sorunu vardı: cari açık
Bir aile düşünün, gelirleriyle harcaması örtüşmesin, bunu borçla ve sürekli dolaşan bir parayla kapatsın. Aslında çoktan iflas ettiği halde, para ve borçlar döndüğü sürece bu aile sahte bir refah dönemi yaşayacaktır.
AKP döneminde toplumun en azından bir kesimi için tam da böyle oldu; bu sahte ve geçici refah belki dinin istismar edilmesinden daha etkili bir düzen tutkalı haline geldi.
Şimdi ise yolun sonuna gelinmiş gözüküyor, özellikle özel şirketlerin bir devletin bile boyunu aşan dış borcu ve dünyadaki iktisadi parametrelerin değişmesi, borcun döndürülemez bir noktaya taşınmasına neden oldu.
Hatta öyle ki Türkiye’de olası bir iktisadi çöküşün emperyalist sistemin tümünde mali sistemden başlayan bir çöküşü tetikleyebileceği söyleniyor. Türkiye’nin 450 milyar dolar civarındaki dış borcu sırasıyla en fazla İngiltere, ABD, Almanya ve Hollanda bankalarından alınmış. Normal koşullarda bu ülkelerin mali sistemleri Türkiye borcunu ödeyemez hale gelirse çökmezler, aksine iktisadi ve siyasi olarak kazançlı çıkmak için büyük bir fatura çıkartırlar. Ancak faizlerin yükselmesi, sıcak paranın azalması, petrol fiyatlarında artma eğilimi ve ticaret savaşının olası kötü etkileri ile birleştirilirse Türkiye’nin iktisadi çöküşünün bir dünya krizini tetikleme olasılığı var.
Diğer uluslararası dinamik ise geçtiğimiz günlerde Brüksel’de yapılan NATO zirvesinde gözüktü.
Türkiye; Özal, Çiller, Derviş ve Erdoğan zincirinde emperyalist sistemle bütünleşmeye çalışırken işler yolundaydı, çünkü iç çelişkilerine rağmen hiyerarşi içinde tek bir emperyalist dünya vardı. Ancak emperyalist sistem 2000’li yıllarda ikiye yarıldı ve iki kamplı emperyalist rekabet son 10 yıl içinde her şeyi belirler hale geldi.
Türkiye’de sermaye sınıfı 2011’den sonra bu yarılmadan yararlanmaya çalıştı. Bir tarafta mali, iktisadi, askeri ilişkiler, ittifaklar, diğer yanda bağımlı olunan doğalgaz ve petrol, Türkiye’den yapılan sermaye ihracatında zengin olanaklar. Türkiye sonuçta bir Portekiz değil, her iki tarafla da fiziki olarak komşu.
Ve bu denge politikasında da sona gelindi.
NATO zirvesi, dışardan bakıldığında, liderlerin eşleriyle katılması, bütün liderlerin birbirine sarılması, birbirlerinin sırtlarını sıvazlamaları ile bir lise döneminin 40. yıl yemeğini andırabilir.
Ama öyle değil, dünyanın gördüğü belki en büyük halk düşmanı toplantı gerçekleştirildi. Resmen birkaç sene sonra düğmesine basılacak bir savaşın hazırlık toplantısını yaptılar.
Kararlara bir kez bakın:
Rusya sınırına son yıllarda yapılan büyük askeri yığınağa dört “30’lar”ı eklediler. Yani 2020’ye kadar, 30 gün içine savaşa hazır olacak, 30 savaş uçağı birliği, 30 zırhlı tugay ve 30 savaş gemisinden oluşan “Yüksek Teyakkuz Girişimi”.
ABD gücü azalmış ama böylece kullanılabilirliği yükseltilmiş taktik nükleer silahları Avrupa’ya yerleştirecek.
Her NATO üyesi devlet askeri harcamalarını GSYİH’sının %2’sine çekecek ki bu askeri harcamaların neredeyse %100 artması anlamına geliyor.
Şimdi Türkiye’ye S-400 gelse ne olacak!? Bu borç yüküyle ve burnu sürtüldüğünde emperyalist paylaşım savaşına NATO envanterinde katılmak zorunda. En ön cephede…
Rusya ve Çin’in bu kadar büyük bir ekonomiyi krizden çekip çıkarması çok zor gözüküyor.
Zaten Türkiye NATO’nun “Mızrak başı” olarak tanımlanan “Çok Yüksek Hazırlık Seviyeli Müşterek Görev Gücü’nün (VJTF)” komutanlığını 2021 yılında üstleniyor. Tam kıyamete beş kala.
Aslında bakarsanız, çöken Türkiye değil, emperyalist sistemin kendisi.
Ve her şey kendi karşıtıyla birlikte hareket eder.
Süreci iyi kavrayıp yaşam tarzını ona göre değiştirmek bugün bütün yurtseverlerin, aydınların, emekçilerin, gençlerin görevi olarak yükseliyor.
Erhan Nalçacı / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder