4 Temmuz 2018 Çarşamba

Tarihin eşiğinde devrim düşü - ORHAN GÖKDEMİR

Geri sayma işlemini tamamladık. Artık 1908’in de çok gerisindeyiz. 1877’de olabiliriz. Tahta oturtulmasının hatırına anayasayı ilan eden Abdülhamit, bir yıl sonra patlak veren Osmanlı Rus savaşını bahane ederek yeniden rafa kaldırmıştı. 
Yenisi 15 Temmuz’u bahane ederek yaptı bunu. Tıpkı o gün olduğu gibi bugün de Meclis var, vekiller yerli yerinde ama artık yürürlükte olan bir Anayasa yok. 
Peki, ne var? 
Sınırsız yetkilerle donatılmış nevzuhur bir Abdülhamit ve onun 1100 odalı sarayı. Ogün olduğu gibi bugün de uzun istibdattayız ve adına “olağanüstü hal” diyoruz. 


Sistem dağılmış, sultanı sınırlandıran hiçbir kuvvet kalmamıştır; istibdattır. Ne yargı, ne yasama, ne yürütme ayakta kalmıştır, hepsi yıkılmıştır. Nevzuhur sultan sarayında tek başınadır ve yıkılışından 110 yıl sonra “tek adam” yönetimi yeniden yürürlüktedir.

Biz ise 1878 ila 1908 arasında sıkıştık kaldık. Bazılarımız bir yeni Mithat Paşa arayışında, Kemal Kılıçdar, Ekmeleddin Ekmek ve Muharrem İnce arasında gidip geliyor. Abdullah Gül’ün koşup kurtarmasını umanlarımız bile var. 
Hesap kitap fayda etmiyor. 
Ara sıra umutlanıyoruz ama sonra umudumuz Abdülhamit ve hafiye teşkilatı tarafından kırılıyor. “Padişahım çok yaşa” çığlıklarıyla uyanıyoruz derin uykudan. Çığlıkları duyan Mithat Paşa adayları kendilerinden umutlananları meydanda bırakıp kaçıyor.

Seçilmişi yok ama çok şükür atanmışı var. 
Kim dönemimizin atanmış Mithat Paşası? 

Binali Yıldırım!



                                                                      ***

1878 yılının karakışında padişah yaverlerinden biri, Mithat Paşa'ya "Tekliflerini görüşmek için sultanın kendisini saraya çağırdığını" bildirdi. Paşa saraya vardı ancak sultan onu huzuruna kabul etmedi. Bunun anlamını biliyordu. Az sonra Mabeyn Feriki Sait Paşa, üzgün Mithat Paşa'ya sultanın kendisini azlettiğini bildirdi. Mithat Paşa nedenini sordu. Anayasanın 113. Maddesine göre, kötü halleri Zaptiye Nezaretinin tahkikatıyla tespit edilenlerin yurt dışına sürgünü padişahın yetkisindeydi. Bu maddenin metne konulmasını Abdülhamit istemiş, Mithat Paşa da anayasa bir an önce yürürlüğe girsin diye kabul etmişti. Sadaret mührü Mithat Paşa'nın elinden alındı, odada hazır bulunan yeni Başbakan İbrahim Ethem Paşa'ya verildi. Yüreği meşrutiyet için atan paşa yenilmişti.

Abdülhamit her şey olup bittikten sonra durumu şöyle anlatacaktı; "Mehmet Rüştü Paşa'nın yerine Mithat Paşa'yı sadaret makamına getirdim ama göreve geldiği ilk günden başlayarak bana bir amir, vasi kesildi. Üstelik tutumu da meşrutiyetten çok despotluğa yakındı. Amcam Abdülaziz'in, kardeşim V. Murat'ın tahttan indirilmesinde onun da rolü olduğundan şüpheleniyordum. Giderek Mithat Paşa'nın durumu güven vermemeye başladı. Bana gönderdiği bir mektupta Kanuni Esasi’nin ilanından maksat sarayın istibdadına son vermek, zat-ı şahanelerine vazifelerini öğretmektir diyordu. Artık duramazdım, Kanuni Esasinin bana verdiği hakka dayanarak kendisini sadrazamlıktan uzaklaştırdım ve sınır dışı ettim." 

Doğrusu, tam tersidir. Mithat Paşa’yı sadaret koltuğuna oturtan o değil, onu saltanat koltuğuna oturtan Mithat Paşadır. Paşa bu yolla Anayasanın ilanını garanti altına alacağını düşünmüştü. Görevi ise “zat-ı şahanelerine” vazifelerini öğretmek, hatta haddini bildirmekti. 
Meşrutiyet diyoruz buna! 
Abdülhamit onun sürgününü ve yargılanmasını “yeni rejimi”ni kurmak için bir basamak olarak kullandı. Uyduruk bir takım ithamlarla paşayı yargıladı. Ardından da idamına ferman verdi. Adım adım ilerlemiş, paşanın arkasının boş olduğunu görmüştü. Anılarında durumu şöyle not edecekti: "Mithat Paşa, bilgisi ve olgunluğuyla halk üzerinde daha etkili olduğu halde onu Avrupa’ya sürdüğüm zaman kaç adam sesini çıkardı?” 

Tarihte olaylar iki kere tekrar eder. 
Talihsizlik, bizim payımıza komedisi kaldı. Binali Yıldırım’dan söz ediyorum, gönüllü düşüktür. Ses çıkaracak halimiz yok. Hatta bu düşüşü milletçe alkışlıyoruz!

Geri saymayı tamamladık, cumhuriyet, laiklik ve hürriyet tepelendi. Yeniden uzun istibdat döneminde, azaptayız. Olayların bir parça mizahi tarzda ilerlemesi ise tarihin mantığına uygundur. Mithat Paşa’nın yerine Malta Fatihi Binali Paşa, Abdülhamit’in yerine eşraf Ahmet Bey’in mahdumlarından Nevzuhur Tayyar Sultan! Sahne tamam, oyuncular yerli yerinde. Biraz karikatür gibi görünüyor her şey ama olacak o kadar. İşte böylesine pespaye bir oyundur sürmesi umulan. 

                                                               ***

1908’de bu karanlık birden bire dağılmış görünüyordu. Temmuzun son günlerinde sıkışan sultan 30 yıl önce rafa kaldırdığı anayasayı yeniden yürürlüğe koyacağını ilan etti. 

Ansızın hürriyet geldi!

Fakat bu iyileşme beklentisi 10 yıl içinde bütünüyle dağılacak, ülke parçalanmanın eşiğine gelecekti. 1908 ile 1918 arasındaki 10 yıl ülkenin uzun iç savaşına sahne oldu. Bu uzun on yılda Balkanları kaybetmekle kalmamış bir de kendimizi büyük bir dünya savaşının içinde bulmuştuk. Yavaşça yıkılmakta olan devletin son kurtarıcıları, İttihatçılar, ellerindeki her şeyi büyük güçlerin insafına bırakarak kaçıp gitmişlerdi. O sahipsizlikte kıyamet kapıya dayanmış, Anadolu’daki halklar geri dönülmez bir boğazlaşmanın tam ortasına yuvarlanmıştı. 
1908’deki o büyük iyimserlik nasıl olmuştu da 10 yıl sonra bir tablonun yaratılmasına neden olmuştu?

1905’deki iyimserlik 1917’deki büyük devrime hangi saikle neden olmuşsa aynı nedenle. Üstelik Rusya’da her şey Osmanlıya göre daha parlak görünüyordu. Çar II. Nikolay üzerinde durduğu toprağın sağlam olduğundan adı gibi emindi. Yeryüzünün altıda birine hükmediyordu. Doğal kaynakları uçsuz bucaksızdı, ülke hızla endüstrileşiyordu. Ama bütün bunların altında köhne rejim ile o rejimin kendine biçtiği dar kıyafeti yırtıp atmak için yanıp tutuşan dinamik bir toplum arasındaki gerilim geri dönülmez bir noktaya sürüklüyordu dokunduğu her şeyi. 

Osmanlı ve Rus imparatorlukları birbirlerine tutunarak neredeyse aynı zaman aralığında ve şaşırtıcı bir hızla çöktüler. Bu çöküntünün kalıntıları arasından Ekim Devrimi ve Türkiye Cumhuriyet çıktı.  

1980’li yıllarda her ikisinin de dramatik çöküşüne tanıklık ettik. Sovyetlerin çöküşü daha açık, Cumhuriyetin çöküşü daha örtük olmuştur. Nevzuhur sultana ve nevzuhur çara bakıyoruz,  Puzzle’ı şimdi tamamlıyoruz. Aslında iki değil tek bir resme baktığımızı hayretle görüyoruz. 

                                                                 ***

Sovyetlerin ve Türkiye Cumhuriyet’inin çıkışında bir ortaklık var. Sembiyotik iki devrimden söz ediyoruz. Rusya’da sosyalizm tutunamamışsa, Türkiye’de de cumhuriyetin tutunması imkânsızdır. Cumhuriyetsiz bir Türkiye ise geçen yüzyılın başına itilmiş olur. Tıpkı o gün olduğu gibi bugün de Meclis var, vekiller yerli yerinde ama artık yürürlükte olan bir Anayasa yok. Peki, ne var? 
Sınırsız yetkilerle donatılmış nevzuhur bir Abdülhamit. 

“Sosyalizme karşı duvar olsun diye” yolu açılan İslamizm bir Osmanlı karikatürü yaratarak misyonunu tamamlamıştır. Uzun istibdadın son günlerine doğru ilerliyoruz. Yeniden, her şeyin şaşırtıcı bir hızla çökeceği tuhaf ve devrimci bir dönemin eşiğindeyiz. 1878’in karanlığı dağıldı dağılacak. 

Yakındır hürriyet ilan edeceğiz…

Orhan Gökdemir / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder