28 Ağustos 2018 Salı

Düşkün - ORHAN GÖKDEMİR

Birçok anlamı var başlıktaki kelimenin. Tutkun, bağlı, âşık anlamına gelebiliyor yerine göre. Ama daha çok “maddi” hallerle ilgili bir yanı var. Geçim sıkıntısına düşme, yoksulluk sebebiyle refahını veya yaşlılık, hastalık vb. sebeplerle çalışma gücünü yitirmiş olma anlamına da gelebiliyor.

Bizi ise daha çok mecazi anlamları ilgilendiriyor. Değer ve onurunu yitirmiş, kötü yola düşmüş, ahlaksız manasını içeriyor bu yanıyla. 

Anlamlı bir rastlantı, toplumsal bir vaka haline kapitalizmin doğuşunda, piyasa toplumunun eski feodal ilişkileri parçalayarak kendine yer açtığı bir zamanda gelmiş. “Speenhamland 1795” Karl Polanyi’nin piyasa toplumunu incelediği şahane “Büyük Dönüşüm” kitabının başlıklarından biri. Polanyi, bu başlık altında Sanayi Devrimi yıllarında İngiltere’de ortaya çıkan hızlı düşkünleşmeyi inceliyor. 
Dediği şu; o yılların İngiltere’sinde hem toprağı temsil eden toprak sahipleri, hem de parayı temsil eden kapitalistler emeği temsil eden işçi sınıfından önce örgütlenmişti. Kapitalistler ve toprak sahipleri o şartlarda feodalizmden kalan bütün ilişkileri düzlemeye girişti. 
Şöyle devam ediyor: “On sekizinci yüzyıl toplumu, onu piyasanın önemsiz bir parçası durumuna düşürme çabalarına karşı bilinçsizce direndi. Bir emek piyasası içermeyen piyasa ekonomisi düşünülemezdi; ama böyle bir piyasanın kurulması, özellikle İngiltere’nin kırsal uygarlığı içinde, ancak toplumun geleneksel dokusunun toptan parçalanmasıyla gerçekleşebilirdi.” Acımasızca parçaladılar. Köylüler topraktan koparıldı ve fırlatılıp atıldı. Onlar da çareyi şehirlerin kapısına yığılmakta buldu. Bir emek piyasasının oluşması için şartlar hazırlanmış görünüyordu. 

Ancak, Polanyi, Sanayi Devriminin bu en canlı döneminde, 1785’ten 1834’e kadar bir emek piyasasının yaratılmasının Speenhamland adı verilen yasayla engellendiğini haber veriyor. Türkçesi “Düşkünler Yasası”dır.

Yasanın içeriği şu; Şehre göçmüş ama bir iş bulamamışsan yasa sana Kilise aracılığıyla verilen hizmetlerden yararlanma imkânı veriyor. Kilise bu durumdakilere bir öğün yemek ve yatacak bir yer gösteriyor. Uzaktan bakıldığında gayet insani görünmektedir.

Fakat sorun şu ki bir iş bulmayı başarmışsan aldığın ücretle bir öğün yemek yemen ve yatacak bir yer bulman imkânsızdır. Bu durumda çalışmayı bırakıp düşkün olmak en iyisidir. İngiltere’nin müstakbel işçileri de bunu görüp işçi olmak yerine düşkün olmayı tercih etmiştir. Topraksız köylülere çalışmayı reddetmek, onun yerine kilisenin kapısında kuyruğu girmek daha avantajlı görünmüş ve bu nedenle de bir “emek piyasası” oluşamamıştır. Hem bir emek piyasanın oluşması hem de ilk sendikaların ortaya çıkması için Speenhamland’ın kalkmasını beklemek gerekecektir.

Emek piyasasının akıbeti bir yana, bizi daha yakından ilgilendiren şey bu yasadan yararlanıp kiliseye sığınanların durumudur. Şöyle özetleyebiliriz vaziyetlerini: Bu yasadan yararlanan hemen herkes değer ve onurunu yitirmiş, kötü yola düşmüş, ahlaki değerlerini yitirmiştir. Siz “insanlıklarından çıkmışlardır” diye anlayabilirsiniz. Kapitalizmin tarihinin en yıkıcı eylemi budur, toplumu çözmek ve insanı düşkünleştirmektir. 

Düşmüşsen düşkünleşirsin. Burada mesele yoksulluk değildir, düşkün olup olmamaktır. Bir işin var ve aldığın ücretle geçinemiyor, kendi kendini yeniden üretmekte zorlanıyorsan bu yoksulluktur. Kiliseye, dine, devlete, belediyeye sığınmış ve dilenerek geçiniyorsan, bu düşkünlüktür. 
                                                                ***

Özellikle son 16 yılda toplumun dönüşümünün özetidir bu. AKP eliyle hızla bir düşkünler toplumu yaratıldı. Bu kadar çok düşkün olan ülke de bir düşkünler evine dönüşür. Büyük bir düşkünler evindeyiz şimdi. Koşup korkuyla camilere sığındık hep beraber. Bir kap yemeğe ve uzanacak bir şilteye yurdumuzdan vazgeçtik. Tarlaları yağmalayıp betona boğuyorlar, köylüleri şehirlere yığıp düşkünleştiriyorlar. Koyun sürüleri ülkeyi yeniden işgal ediyor. Bu çürümenin ardında paranın ve mülkiyetin sınırsız iktidarı sürüyor. Emek(çi), dilenci düşkünlerin arasında silinip kayboldu. Sanayi Devrimi’nden yüzyıllar sonra yine düşkünler yoksullara, lümpenler işçilere galebe çalıyor. 

Ülkedeki çöl iklimine bir de böyle bakılmalıdır. Sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme, bu düşkünleştirmenin birer türevidir. Düşkünlük yükselmişse, orada ne insan kalır ne de sınıf. Orada yalnızca ibadethanelere sığınmış zavallıları görürsünüz. Kapitalizmin en yıkıcı halidir.
                                                               ***

Yalnız, burada bozulanın sadece alt sınıflar olduğunun sanılması bir yanılsamadır. Düşkünlük bütün toplumu ve bu arada aklı bozmuştu. Siyasal iktisat işte bu bozulmadan türedi. Voltaire ve Diderot’nun yerini Bentham ve Malthus alıyordu. İnsanı piyasa toplumunun sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından biri olarak tanımlamak için önce onu insanlığından arındırmak gerekiyordu. İnsanı önce düşürdüler ve sonra ihtiyaç oranında emekçilere dönüştürdüler. Sonuçta varılan yer gerçekten akıl almazdı. Polonyi, durumu, “Ricardo ve Malthus’a hiçbir şey mallardan daha gerçekçi görünmüyordu” diye özetliyor. Demek ki artık insan ve toplum düzlenmiş ve silinmişti. 

Yersiz bir iyimserliğe sapacak değilim. Ricardo’nun, Malthus’un, Bentham’ın dönemi çoktan gelip geçti. Bizim gecikmiş düşkünlüğümüz yepyeni tiplerin doğuşuna ebelik ediyor. İşlevleri düşkünleştirmek ve dokundukları her şeyi içeriksizleştirmektir.

Örnek vereyim; şimdi Can Dündarların, Ahmet Altanların dönemindeyiz. Birine adı Cumhuriyet olan gazeteyi verdiler. Tez zamanda gazeteyi bir düşkünler evine çevirdi. Taraf’ta kim varsa gazeteye devşirdi. Sonra rüzgârın tersine döndüğünü haber alıp Almanya’ya sığındı. Doğu ile Batı arasındaki yeni bağlarımızdan biri ilan edildi. (Eskisi malum Orhan Pamuk’tu.) Boş duracak hali yok, o da kalktı Doğuya, “Doğu Almanya” topraklarına gitti. Orada cezaevi müzesini gezerken rehberinden hukukun olmadığını, adalet sisteminin tamamen tek partinin elinde olduğunu öğrendi. Aklına hemen AKP geldi. O “Doğu Almanya”yı gezip sosyalizm düşmanlığında iman tazelerken, düşkünler evine çevirdiği Cumhuriyet, ömrünü cumhuriyete sövmeye vakfetmiş Ahmet Altan’a açtı sayfalarını. Ki o da bir yeminli antikomünisttir.

                                                                 ***

Marksizm ve onun kurguladığı komünizm düşüncesinin arkasında işte böyle bir tarih var. Marksizm, düşkünler toplumundan esinlenen siyasal iktisada, komünizm ise düşkünler toplumunu ortaya çıkaran piyasa toplumuna radikal bir reddiyedir. İnsanı insan, toplumu ise iktisadın gereklerinden öte birer insanlar toplumu haline getirmenin biricik yoludur bu. 

Ama hepsinden öte, komünizm kapitalizmin ortasında insan kalma mücadelesidir.  İnsanı düşkünleştiren, dilenci yapan, değersizleştiren, kötü yola düşüren, onursuz ve ahlaksız kılan bir düzeni değiştirme iradesidir. 

Demek ki toplumun en derinlerinde ve ideolojinin en tepelerinde kıyasıya bir savaşın içindeyiz. İnsan kalmak isteyenlerle insanı silmek isteyenler arasında amansız bir mücadele var. 
                                                                 ***

Düşkünler böyledir; bir süre sonra sadakayı reddedeni, üretmekte, yaratmakta, direnmekte ısrar edeni düşman görürler. Sultan Tayyar’dan kaçar Şansölye Merkel’e sığınır, kurtulacağını sanırlar. Oysa aslolan sığınmak değil, dünyayı değiştirmektir. 
Sordunuz söylüyorum; Onlarla bizim meselemizin esası budur.

Orhan Gökdemir / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder