6 Ağustos 2018 Pazartesi

Ekonomik kriz forumu: Çarkın dönmesi imkânsız, yolun sonu IMF - BİRGÜN

Dünyadaki ve Türkiye’deki ekonomik ve siyasal durumu, kriz koşullarını, krize karşı emekçilerin çözüm stratejilerini Korkut Boratav, Hayri Kozanoğlu, Serdal Bahçe, Aslı Aydın ve Kansu Yıldırım ile konuştuk.

‘Zayıf halklarda sert çöküşler beklenebilir’

» Kansu Yıldırım: 
Küresel siyasal ve iktisadi iklimden başlayabiliriz. Kapitalist metropollerdeki gelişmeler Türkiye’yi de etkiliyor. Türkiye’deki siyasal rejimin dönüşümü ve devlet ölçeğindeki hukuki ve idari düzenlemeler ise, söz konusu etkileri çeşitlendiriyor ve kuvvetlendiriyor.
“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile atipik başkanlık modelinin yerleşmesi ekonomi yönetiminde de merkezileşmeyi gerektiriyor. Faiz tartışmalarında olduğu üzere hükümetin ekonomiye müdahalesi, başta Batı finans çevreleri olmak üzere liberal iktisatçılar arasında rahatsızlığa yol açıyor. Batı’yla entegre Türkiye egemen sınıfları, dönemsel reflekslerle utangaç eleştiriler getirdikleri yeni modele övgüler düzmekten, bekleyip görelim demekten, yapısal reform beklentilerini yinelemekten başka çare bulamıyorlar. Finans kapital, bu puslu iklimde kendi kurallarını dayatıyor, finansal oligarşik düzen pekiştiriliyor. Ekonomideki yapısal tahribat ortadayken IMF programıyla çıkış yolu arayıp aramayacakları soruları gündeme geliyor. Özetlemeye çalıştığım bu iklimi detaylandırabilir misiniz?

» Korkut Boratav: Emperyalist sistemin çevresinde yer alan zayıf halkalar için olumlu ortam son bulmaktadır. Bu durum, hem Amerikan ekonomisindeki hem de Avrupa’daki eğilimlerle bağlantılı. Amerika’da FED’in faiz artırımlarını sürdüreceği biliniyor. Avrupa Merkez Bankası da 2019’dan itibaren tahvil alımlarına son vereceğini ilan etti. Faiz ayarlaması yapıp yapmayacağı bilinmiyor. Metropolde parasal daralma başladığı anda en güvenceli faiz getirileri –mesela 10 yıllık Amerikan tahvil getirisi– yüzde 3’e doğru gelir. Yüzde 3’ün üstü birçok çevre ekonomisinin sıcak para için getiri marjıdır. Mesela T.C. devlet tahvili faizleriyle 2017’de on iki aylık sıcak para getirisi dolar üzerinden yüzde 3,9 idi. Bu şu anlama geliyor: Hiçbir olumsuz gösterge gözlenmezken 2017’de Türkiye’den yüzde 3,9 kazanan bir yatırımcı, 2018’in riskli koşullarında Türkiye’den cayacak; Amerika’daki yüzde 3 getiriye yönelecektir.

Genellikle çevre ekonomilerinden bir miktar para çıkışı başladı ve bu da bir belirsizlik getirdi. Bu, emperyalist sistemin merkezinin normale dönmesinin yarattığı bir belirsizliktir. 2008–2009 krizinden sonra bütün dünya piyasalarını anormal bir likiditeye boğan konjonktür sistemin normal bir durumu değildi. Normale dönme bu konjonktürün son bulması anlamına geliyor. Zayıf halkalarda sert sonuçlar yaratabilir. Bunu Arjantin’de gördük. Türkiye de bu eşiğe geldi mi gelmedi mi? İşte dış dünyanın bize yansıması budur. Benim tespitim bu.


» Hayri Kozanoğlu: Küçük bir katkı olarak, Türkiye özellikle yurt-dışı borçlanmalarda, kamunun borçlanmalarında Amerika’nın benzer vadedeki kâğıdının faizi artı ülkeye ilişkin bir risk birimi üzerinden borçlanıyordu. Amerika’da faizler yüzde birken likidite ortamı da uygunken bir artı iki yüzde üç ile borçlanırken şimdi risk birimi de arttı, üç artı üçten borçlanıyor. Yani borçlanmada zorlanması bir yana borçlandığı zaman da maliyeti iki misline çıktı. Bu da cari açığı zaman içerisinde etkileyecek bir unsur. Bunun TL cinsinden Hazine Bonolarına yansıması çok dramatik oldu. Şöyle ki gösterge tahmin olarak nitelenen, iki yıldır tahvillerin faiz oranı yüzde 20’yi geçti.

Çalkantı ortamlarında gündelik faizler düşebilir de çıkabilir de ama Temmuz ayında Hazine yanılmıyorsam yüzde 20.21 ile ciddi bir borçlanma yaptı. Bu önümüzdeki dönemde bütçeyi de zorlayacak bir faiz yükünün gelmekte olduğunun işareti.

Ticaret Savaşları ile 1920’lere dönüş

» Aslı Aydın: Şöyle bir ekleme yaparak yeni bir soruyla Serdal Hoca’ya pası atacağım. Güncel küresel eğilimde hem sıcak para dediğimiz kısa dönemli portföy yatırımlarının hem de doğrudan yatırımların gelişmiş ülkelere geri dönmesini izliyoruz. Bu eğilimi ticaret savaşlarında, endüstri 4.0 tabelalı yeni teknolojilerin ‘yerinde üretime’ verdiği olanaklarda gözlemlemek mümkün. Korumacılık eğilimlerinin yanı sıra gelişmiş ülkelerin sanayiyi yeni dijital teknolojilerle ayağa kaldırma arayışları, ucuz işgücü ve hammaddenin bulunduğu az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri cazip olmaktan çıkaracak bir ortamı da beraberinde getiriyor. Bu ortam sağlanırsa üretimin her aşamasının parçalanmış olduğu ve Türkiye gibi montaj sanayi halkalarının yer aldığı sistemden tüm aşamalarının birleştiği bir yapının koşulları oluşacak. Türkiye’nin bu koşullarda rekabetçiliği nereye kuracağı, böylesi bir tabloda nasıl bir küresel aktör olarak hayatta kalabileceği sorusu ileride çok tartışılacağa benziyor. Siz ne dersiniz Serdal hocam?

» Serdal Bahçe: Geçenlerde bir yerde şöyle bir şey okudum, “Dünya 1920’ler ve 1930’lardaki dünyaya pek benzemeye başladı.” Bunun doğru olduğunu düşünüyorum. Yavaş yavaş oraya doğru bir gidişat var. Hem merkez ülkelerde izolasyonist eğilimlerin güçlenmesi hem de merkez kaynaklı sermayenin geriye çekilmesi, ricat etmesi bu benzerlik vurgusunun haklı olduğuna dair işaretlerdir. Üretimin küresel organizasyonunda senin dediğin türden bir yeniden yapılanma, eğer gerçekleşecek ise, uzun vadeli bir süreç olacaktır. Tekrardan tüm üretimin ara aşamalarının merkeze çekilmesi çok olanaklı bir şey değil ama belirli aşamalarının çekilmesi mümkün olabilir. Trump’ın ABD menşeili şirketleri anavatana geri çağırma gibi bir vaadi vardı. Bunun ötesinde olası kur ve ticaret savaşları gerçekten 1920’ler ve 30’larla benzerlik iddiasını haklı çıkaracak gibidir.

Mutlaka ki bu sermayenin geri çekilmesi, suyun geri çekildiği anda çatlamış toprak üzerinde sıçrayan balıklara benzer çaresiz ülkeler yığını yaratacaktır. Türkiye ve bir dizi ülkenin durumu buna benziyor. Bu önemli bir gelişme. Bu izolasyonizm en azından Türkiye gibi bu sürece çok yüksek açıklar vererek yakalanan aktörler açısından çok ciddi riskler içeriyor. Arjantin belki bunun ilk kurbanıdır, ama bu silsile halinde devam edecek. Hem küresel ekonomideki gelişmeler hem de emperyalizmin yeni şekillenmeleri bunun bir süre daha devam edeceğini gösteriyor. Üretimin yeniden şekillenmesi sürecinde belki Türkiye değil ama başka ülkeler çok daha derin etkilenebilir, Doğu ve Güney Asya ülkeleri gibi. Türkiye üretim ağlarına en azından onlar kadar eklemlenmemişti. Türkiye’nin eklemlenme tarzı biraz daha farklıdır ama hem o tür ülkeler için hem de Türkiye gibi ülkeler için çok ciddi riskler içeren yeni bir perdenin açıldığını söyleyebiliriz.

» Hayri Kozanoğlu: Bununla ilgili bir not ekleyeceğim. Geçtiğimiz hafta bu yarı iletken sektöründeki büyük bir şirket evlenmesini Çin veto etti. Rekabet kurallarına göre burada söz konusu olan dokuz ülkenin dokuzunun da onay vermesi gerekiyordu. Dokuzuncu halka olarak Çin, ABD şirketi Qualcomm’un bir Hollanda firmasına yönelik birleşme ve şirket ele geçirme operasyonunu veto etti. Bunun önümüzdeki dönemdeki sermaye akışlarını çok ciddi etkileyeceği, Amerika’nın bunu Çin’in yanına bırakmayacağı yorumu yapıldı. Bu gelişme Türkiye gibi ülkelere gelecek doğrudan sermaye yatırımları açısından da olumsuz sinyal olabilir.

» Korkut Boratav: Bir ufak ekleme de ben yapayım. Amerika’da Trump’ın getirdiği vergi sistemindeki hafifletmeler, doğrudan yatırımları da Amerika’ya doğru çekecek özellikler taşıyor. Bundan önce çevre ekonomilerindeki vergi avantajları doğrudan yatırımların çevreye taşmasındaki etkenlerden biri idi. Dolayısıyla, doğrudan yatırımların ana kaynaklarından biri Amerika olduğuna göre, Trump’ın vergi reformu Türkiye’ye dönük bu yatırımları frenleyecek bir etkendir.

» Serdal Bahçe: Biraz önce referans verdiğim çalışmadan hareketle başka ilginç bir belirleme daha yapmak mümkün. İktisatçılara göre merkez kapitalist ülkelerden Türkiye ya da Asya ülkelerine doğru genişletilen üretim ağının altında yatan en temel etmen iş gücü maliyetlerinin ucuzluğudur. BM’nin uluslararası göç rakamlarına göre merkez kapitalist ülkelerde yabancı göçmen sayısı hızla atıyor. Bu doğal olarak küresel üretimin organizasyonun gelecekte yeniden şekillenmesine dair ek bir girdi olabilir. Gelişmiş kapitalist ülkeler ucuz emek gücünü artık kendi vatanlarında bulabiliyorlar.

‘Türkiye finans kapitale teslim oldu…’

» Aslı Aydın: Türkiye ekonomisine geçebiliriz. Bugün ekonomide kriz dinamiklerinden en fazla öne çıkanları dış borçlar, cari açığın finansmanı, durgunluk içinde enflasyon koşulları yani stagflasyon ve TL’deki değer kaybının dış ticareti olumsuz etkilemesi. Türkiye’nin örneğin bir yıllık ödemesi gereken borç rakamı 240 milyar dolar civarında. Sıcak paraya ihtiyaç var. Ayrıca sıcak para bol olmadığında büyüme hızında ciddi bir gerileme bizleri bekliyor olacak, hem de yüksek enflasyon ve yüksek faiz eşliğinde. İşsizlik yüksek, bunun yanında zam üzerine zam söz konusu. İç talepte gerileme başladı bile. Ortada çözüm diye sadece parasal politikalar veya günü kurtarmaya dönük ‘eylem planları’ görüyoruz. Ekonomi bu sıkışmaya daha ne kadar dayanır?

» Korkut Boratav: Sosyalistler olarak finans kapitalin hakimiyetine övgü getirecek halimiz yok. Merkez Bankası özerkliği finans kapitalin özellikle 21. yüzyılda sadece çevre ekonomilerine değil metropol merkez bankalarına da ısrarla telkin ettiği bir durumdur. Bunu ihlal edenler de oldu tabiatıyla. Mesela Arjantin, Kirchner döneminde bilinçli olarak ihlal etti. Merkez Bankası rezervleri Arjantin devletine, kullanım yetkisi de siyasi iktidara intikal etti.

Bu bizim de savunacağımız bir şeydi. Siyasi iktidar izleyeceği ekonomi politikalarında kaderine hakim olmalıdır.

Ne var ki, uluslararası finans kapitalin ana kurallarına AKP 2002’den bu yana teslim olmuştur. Bu bağlamda Merkez Bankası’nın özerkliğini devralmıştır. 2001’in IMF programını devralmış; sürdürmüştür. Ayrıca 2005’te yeni bir IMF programı imzalayıp 2008’e kadar uzatmıştır. Sermaye hareketlerinin serbestliğini devralmıştır; dahası, enflasyon hedeflenmesini de benimsemiştir. Merkez Bankası’nın özerkliğini, “Merkez Bankası’nın ana görevi fiyat istikrarıdır” ilkesiyle kabul etmiştir. 2008’e kadar açıkça, sonra da dolaylı olarak “Merkez Bankası’nın enflasyonun üstünde politika faizi uygulama” ilkesini de uygulamıştır. Sonuna kadar teslim olmuşsanız, şimdi isyan etmeye kalktığınızda finans kapital size şamarı vurur. Yani yeni bakanın ifadesiyle, “kavga etmeye gücünüz yetmez…” TCMB faizleri değiştirmediği son kararında da bağımsızlığını göstermeyip hükümete teslim olunca, finans kapitalin şamarını da davet etmiş oldu. Sonucunu göreceğiz.

Merkez Bankası niçin faizleri yüksek ve enflasyonun üstünde tutuyor? Yanıt açık: Finans kapitalin aradığı güvenceler için… Türkiye’ye dönük yabancı sermayenin önemli bir bölümü sıcak paradır. Bu fonlar, yerli parayla güvenceli bir asgari getiriyi bilerek girmek ister. Sonrası kendi hesaplarına ve önlemlerine bağlıdır. Nedir tek risk? Döviz riskidir. Döviz pahalılaşırsa zarara girebilir. Büyük finans kapitalin döviz riskine karşı güvence yöntemleri vardır. Yerli getirinin garantiye alınması onun için önemlidir. Eğer bu tür yatırımcılarla kavga edecekseniz başa dönün ve sermaye hareketlerini kontrole geçin. Kontrol edemezsiniz; çünkü ekonominin sıfır büyüme ortamında, hatta küçüldüğü yıllarda bile cari açık veren bir yapısal zafiyet içindesiniz. Dolayısıyla başta sıcak paraya, türlü–çeşitli yabancı fonlara mahkumsunuz.

Çarkın dönmesi artık imkânsız
» Hayri Kozanoğlu: Korkut hocanın söylediklerine destek olarak, AKP iktidara geldiği zaman 122 milyar dolar dış borçtan şimdi en son rakamlarla 467 milyar dolar dış borca gelindi. İlaveten hocanın söylediği gibi giderek aynı büyümeyi daha büyük bir cari açıkla Türkiye finanse eder hale geldi. Daha evvel yüzde 5-6-7 büyümeleri, yüzde bir buçuk–iki cari açıkla finanse ederken şimdi yüzde 7 büyümeyi ancak yüzde 6 cari açıkla finanse ediyor.2014–2016 aralığında ortalama yüzde 4.8 büyüme, 109 milyar dolarlık cari açıkla sağlanabildi. Bu da sadece dış borç değil, Türkiye’nin çeşitli kaynaklarla finans kapitale olan bağımlılığının artması anlamına geliyor. Zaten bunun da en net örneğini net uluslararası yatırım pozisyonunun çok yüksek düzeyde eksilerde olması gösteriyor. Bu istatistikte son aylarda bir düşüş var; bunun da tek nedeni borsanın düşmesi, döviz kurlarının yükselmesiyle TL cinsinden kağıtların döviz karşılığı gerilemesi. Korkut hocanın söylediği gibi giderek risk algılaması artıyor, gelseler de artık çok daha yüksek getiriler bekliyorlar. Yani bu çarkın dönmesi giderek zor hatta imkansız hale geliyor.

» Serdal Bahçe: Bu bir bağımlılık hikayesi. Bizim 1950’lerden ve 60’lardan bildiğimiz bağımlılık hikayesi yepyeni bir tarzla ortaya çıkıyor. Bu anlamda Merkez Bankası’nın yasal bağımsızlığı finansal sermayenin çıkarlarına teslimiyetin açık ifadesidir. Dünyanın her yerinde de bu hayata geçirilir. Doğal olarak bu anlamda faizi arttırmayarak Merkez Bankası’nın bağımsızlığını tescil ettiğini söylemek her zaman uyumlu davranan çocuğun bir kere şımarmasının aslında şımarık olduğunu tescil ettiğini düşünmek türünden bir naifliktir. Faizi arttıracaklar, daha da arttıracaklar. Sürekli açık veren bir ekonomi olarak Türkiye’nin küresel ekonomiye eklemlenme tarzı bu eklemlenmenin sürekli daha yüksek maliyetle sürdürebilirliğini zorunlu kılıyor. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı da Türkiye’nin bir dinamik yapısal bağımlılığını sürdüren ana unsurlardan bir tanesi. O nedenle Merkez Bankası ile AKP arasındaki gerilim aslında görünüşte bir gerilim. Türkiye’nin finans kapitale teslimiyetinin yarattığı doğal sonuç yeniden ve yeniden gözlemlenecektir. Bu anlamda bir kaçış yolu olduğunu zannetmiyorum.

» Aslı Aydın: Bu teslimiyet, yarın öbür gün karşımıza yine yüksek faizlerin çıkacağı, belki yüzde 30’ları aşan, 94’lerdeki krize benzetiliyor mesela, bu faizleri görebileceğimiz bir ortama mı sürükleniyor Türkiye; çünkü, Korkut Hoca’nın da dediği gibi kavga etmeye de gücü yetmiyor ama sıcak parayı da çekmenin tek formülü faiz gibi gözüküyor.

» Korkut Boratav: Verdiğim örneği sayısallaştırabilirim. 1994 Krizinde dövize yönelik talep yığılmasında enflasyon yüzde 60’lar civarındaydı ve Tansu Çiller Hükümeti galiba yüzde 104’lük devlet tahvili ihraç ederek bunu durdurabildi. Döviz piyasalarına yığılmayı kestirme yolla durdurma yöntemi budur. Dolaylı durdurma yöntemi rezerv eritmektir, onun da sonu yoktur.

» Hayri Kozanoğlu: Yanlış hatırlamıyorsam 3 aylık yüzde 50 faizle kâğıt sattılar, bunun yıllık faizi yüzde 500’e geliyordu. Vatandaş bankalara hücum etti, bankalar kendileri ve en hatırlı müşterisi holdinglere verdi, onun için vatandaş yüzde 50 faizden sebeplenememiş oldu.

» Korkut Boratav: Finans kapital ile mücadele edemeyecek olan hükümetin karşısına IMF ile anlaşma ve kemer sıkma seçeneği çıkacak. Ancak AKP’nin kendi öncelikleri bu noktaya gitmesini güçleştiriyor. Bu noktada bu güçlükleri nasıl çözecek?

Yolun sonu IMF

» Serdal Bahçe: Öngörüme göre eninde sonunda IMF’ye gidilecek. AKP’nin İslamcı sağ-popülizmi açısından bir risk var, süreci geciktiren de bu risk. IMF mutlaka bütçe disiplini isteyecek, harcama kalemlerinin bazılarının kısılması gerekecek. Kısılmasını isteyeceği kalemler, aslında AKP iktidarı açısından çok hayati kalemler olacak. Şimdi buna dayanabilecek mi, bunu göğüsleyebilecek mi, AKP iktidarı açısından en büyük risk bu. Aslında 2002’den beri IMF programını uyguluyorlar zaten, yapısal unsurlarda tahminen çok kolay anlaşacaklardır. Esas anlaşmazlık kamunun kontrol ettiği rantlar ve yardımlar meselesinde ortaya çıkacak. Bu işin gecikmesini sağlayan bence bu konudaki tereddüt. Eğer bu tereddüt aşılırsa, öyle ya da böyle bence Arjantin’in gittiği kapıya Türkiye de gidecektir diye düşünüyorum.

» Korkut Boratav: IMF’siz IMF programı uygulanabilir. Ama nereye kadar? Tansu Çiller döneminde dolaylı olarak yapılan hamlelerden hatırlayalım, yüksek faizli tahvil ihracı sonunda yerli aktörlerin dövize talebi bitince, problem de çözüldü. Dolayısıyla IMF’siz IMF programı faizleri yukarı çekmek zorundadır.

Öte yandan IMF’siz bir IMF programında, kamu açıklarının frenlenmesi gerekli, çünkü iç talebi pompalayan ana etken kamu açıklarıdır. Kamu dengesi göstergeleri bakımından karnesi temiz çıkan AKP yönetimi, bu bilançoyu gizleme yöntemleri de oluşturmuştu. Özellikle bu yap-işlet ve Kamu Özel Ortaklığı tipi mega yatırımlar bu işe yaradı. Ama IMF’nin birkaç ay önceki Türkiye raporu, bu kaçamaklara not düşüyor. Vurguluyor ki mega yatırımlara verilen ciro vb. türü güvenceler arka kapıdan kamunun açıklarını beslemektedir ve disiplin altına alınması gerekmektedir. Bu disiplin, ancak açık bir IMF programı ile sağlanır.

Şimdi, Serdal arkadaşımın söylediği tespite de gelelim. Bu yönetimin ana problemlerinden biri yatırım platformunun/profilinin döviz getirmeyen sektörlerde, yani inşaatta ve altyapıda yoğunlaşmasıdır. İnşaat ve altyapı elbette son tahlilde döviz getiren sektörleri dolaylı olarak besler; ama Türkiye o noktaya henüz gelmedi.

Örneğin büyük AVM’lerin de dahil olduğu konut– gayrimenkul yatırımlarının bütün gelirleri, aslında Türk Lirası’dır. Döviz borçlusu mal sahibi kira sözleşmelerini dövizle yapıyor; AVM’lerde döviz geliri yok; ama döviz riski kiracıya aktarılmış oluyor. Bir başka örnek, otoyol-köprü geçiş bedelleri dolara bağlanarak döviz borçlusu yatırımcıya güvence sağlanıyor; ama bu tesisleri kullanan vatandaşlardan Türk lirası alınıyor. Kur riski Hazine’ye taşınıyor. Döviz geliri, getirisi olmayan ve önemli ölçülerde dövizle borçlanılarak gerçekleşen yatırımların döviz riski nasıl paylaşılacak? Bu soru gündemdedir. Dövizin pahalılaşması eski Türkiye ortamında sanayici ve ihracatçıyı coşkuya sürüklerken bir durumdu. Bugün Türkiye burjuvazisi endişe içindedir. Çünkü dövizli borçları yüksektir; ama döviz getirmeyen sektörlerde yoğunlaşmıştır.

Bugün kritik sorun, yabancı sermaye girişlerindeki durgunlaşmadır. Bu durumu telafi eden ve açıklanması imkânsız olan kayıt-dışı para giriyor. 2018 Mart–Mayıs döneminde kayıt–dışı sermaye girişi 6,5 milyar dolardır.

2017’nin aynı dönemi içinde ise, toplam 3,8 milyar dolar kayıt dışı sermaye çıkışı vardı. Türkiye ekonomisinin yarım kriz ortamına girdiği her konjonktürde, bizim deşifre edemediğimiz kayıt–dışı para girişi meydana gelmektedir. Yukarıda verdiğim rakam şunu söylüyor, 3,8 milyar dolarlık bir kayıt–dışı çıkış, 6,5 milyar dolarlık esrarengiz, karanlık sermaye girişine dönüşüyor. Net olarak 10 milyar doları aşan kayıtsız dış kaynak eklentisi geliyor. Bu kayıt dışı kaynak ne kadar devam eder? İç yüzünü bilemiyoruz. Ek olarak, Türkiyeli bankalar yurtdışındaki rezervlerini son üç ayda içeri taşıyorlar. 2 milyar dolara yakın bir katkı da buradan geliyor.

O yüzden bu tarihlerde yabancı sermaye girişlerinin bütün kalemleri düşmesine rağmen; sermaye hareketlerinin toplamı, kayıt dışı para girişi nedeniyle pozitife dönüyor. Bu iki kalem Türkiye’nin hızla krizin dibine doğru sürüklenme etkenini frenliyor ama durduramıyor.

Son iki ayda da yabancıların portföy yatırımlarının olumsuz seyri devam ediyor: Haziran’da menkul kıymetlerden net 238 milyon dolar çıkış var. Temmuz’un ilk 3 haftasında da 318 milyon dolar çıkış var.

Çözüm halkçı program

» Hayri Kozanoğlu: 
Kabataslak ben de Türkiye’nin önünde iki yol olduğunu düşünüyorum. Birisi IMF’li veya IMF’siz istikrar programı, bu da sıkı para ve sıkı maliye politikası anlamına gelecek. Özellikle önümüzdeki aylarda maliye politikasını çok konuşacağımızı düşünüyorum. Onun nedeni şu, bir dolu mali yükümlülükler, Korkut Hoca’nın söylediği kamu–özel ortaklıkları, kredi garanti fonu, reeskont kredilerinin TL cinsinden sabitlenmesi, uzlaşmalı döviz alımları gibi bir dolu yükümlülük ki ekonomiyi canlandırma için asgari ücret sübvansiyonu, yeni eleman alındığı zaman buna destek, bunların hepsinin yükleri önümüzdeki dönemde artacak ve ekonomide otomatik istikrar unsurları dediğimiz, yani kriz döneminde vergi gelirlerinin düşmesi, harcamaların artmasıyla da bu durum birleşecek. Ve Türkiye’de hepimizin bildiği gibi, vergi gelirlerinin büyük kısmını KDV, ÖTV gibi sade vatandaşlara da yük bindiren günlük harcamalardan elde edilen vergiler oluşturuyor. 2017’de de kamu bütçesinin kendi tahmin ettiklerinden de daha iyi bir performans gösteriyor görünmesi, ekonominin ısınması ile ilgiliydi. Şimdi bütün bu mekanizmalar devreye girdiği zaman çok büyük bir açık ortaya çıkacak.

Bunun da bu açıkları kapatılmasına ancak işte kamu çalışanlarının emeklilerin gelirlerinin düşmesi ki IMF raporunda da, hocalarım okumuştur, geriye doğru endekslenmenin kaldırılması, kıdem tazminatı yükünün yeni bir hamleyle farklı mecralara aktarılması gibi “emek karşıtı” ifadeler var, ya onlar devreye girecek. İkinci seçenek, çok IMF’ye laf ettiği için Başkan bu yolu seçmeyecek, esip üfürerek günü idare etme yoluna gidecek. Bunun da geleceği nokta gene aynı IMF’ninki benzeri bir istikrar programının daha büyük bir maliyetle, ekonomik daha büyük bedeller ödedikten sonra yürürlüğe girmesinde. O zaman ne öneriyorsunuz? derseniz, bir ekonomiyi 16 yılda dibe çökertmişler, gemi batma noktasına gelmiş, tabii ki şapkadan tavşan çıkartamayız. Ama önceden sorsalar gemiyi karaya oturtma noktasına getirtmezdik, zaman da verilse “halkçı bir programla” ekonomiyi daha iyi idare ederiz, diyebiliriz.

Türkiye bir şirket gibi yönetilemez
» Kansu Yıldırım: Birbiriyle bağlantılı iki soru soracağım. Başkanlık rejimlerindeki referans modele uymayan bir yapı kademeli olarak inşa ediliyor. Yeni siyasi tabloyu finans kapital, küresel sermaye nasıl karşılamaktadır? Dönem dönem AKP’yi “hukukun üstünlüğü”nü ve burjuva demokrasinin biçimsel özelliklerini çiğnemekle eleştiren Türkiye büyük burjuvazisi açısından yeni model ne anlam ifade etmektedir? Bununla ilişikli olarak ekonominin yapısal olarak bozulduğunu söyledik, krizden söz ettik. Burada bir anti-kriz programı oluşturmaya çalışacak olursak bunun temel yapı taşları neler olmalı; böyle bir program emekçi sınıflar açısından açısından hangi başlıklara odaklanmalı?

» Serdal Bahçe: Bütün dünyada kapitalist devletlerde böyle bir süreç işliyor. Yönetim, yürütme giderek tekilleşiyor, bu Türkiye’de de var. Peki, piyasalar nasıl tepki verir? Marx’ın teşhis ettiği sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması eninde sonunda burjuva temsili demokrasisinin güdük temellerini örseleyerek onu yozlaştırmaktadır. Bu anlamda aşırı liberteryen sağ ile liberal sağın piyasaların dinamizmi ve kurumlarının bir otoriterleşmeyi engelleyeceği türünden olumlu beklentilerini paylaşıyor değilim. Türkiye sermayesi, Türkiye burjuvazisi bu dönemlere alışkın, bu dönemleri bazen ister üstelik. Çok mu rahatsız olur piyasalar, çok emin değilim. Bana sorarsanız tıkır tıkır işlerler, o anlamda bir rahatsızlık olacağını çok zannetmiyorum.

İkinci sorunuza gelince, krizden çıkış programı nasıl bir şey olmalı? Bizim sihirli reçetemiz yok, bizimki türden kapitalizmlerin kendilerine has sınırları vardır, sistemin içinde kalarak yapılabilecek olanlar var yapılamayacak olanlar var. Ama biz entelektüel olarak onların veremeyeceğini de istemekle mükellefiz. Mutlaka, hem ücret payını hem de ücretleri arttırmaya yönelik, borçların yeniden yapılandırılmasını hedefleyen, para politikasının başka türden düzenlenmesini öngören, maliye politikasının mutlaka emek yanlı yeniden düzenlenmesine yönelik de adımlar içeren bir yeni programın hayata geçirilmesi lazım. Bir dipnot olarak şunu söyleyeyim, 24 Haziran seçimine giderken en azından görünürde bile olsa solda yer alan muhalefetin böyle bir programı önermekten kaçındığına şahit olduk. Böyle bir programla ortaya çıkmak lazım, bu programın ana detayları defalarca konuşulabilir. Başka deneyimlerden yararlanılarak reformist bir program kurgulanabilir, bu yönde bir toplumsal taleple ortaya çıkılabilir diye düşünüyorum.

» Korkut Boratav: Arjantin bunu yaptı. Dış borçlarını, büyük ölçüde yapılandırdı, kırptı. Ve 2003–2015 döneminde tam zıt yönü seçmiş olan Türkiye’den daha yüksek bir büyüme temposunu da sağladı. Şimdi Türkiye, üçte ikisi özel ve üçte biri devlete ait dış borç yükü ile karşı karşıya. Bunu yeniden yapılandırmadan normal bir büyüme sürecine geçmesi mümkün değil. Bu, sermaye hareketlerinin kontrolü ile birlikte olmak zorundadır. Burjuvazinin, sermayenin vergilenmesi de olmazsa olmaz bir önlemdir. Çünkü emekçi sınıflar krizin tüm yükünü üstlenemezler. Özel sektörün dış borçları alacaklının sorunudur; siyasi iktidar sermaye hareketlerini denetlerken döviz tahsisinde alacaklıya öncelik vermeyebilir. Özel sektörün, bankaların dış borçları 2001’de olduğu gibi devlet güvencesine alınamaz. Bunlar müzakere süreci içinde belirlenir. Türkiye, bu sorunların çözümünde zor bir noktadadır.

» Hayri Kozanoğlu: Şimdi bu borçlara ilişkin Türkiye’nin şöyle bir açmazı var; geçmişteki borç krizlerine kıyasla, işte 70’lerin sonunda Türkiye’nin Paris Kulübü’ne gitmesi, 80’li yıllardaki Dünya borç krizi, benzeri örneklerden daha vahim bir tablo ile karşı karşıyayız. Çünkü Korkut Hoca’nın da dediği gibi özel sektörün borçlarını, finansal olmayan şirketlerin borçlarını ki bu 340 Milyar dolar civarında; kabataslak yarısı Türkiye bankacılık sektörünün. Tahminim Türkiye böyle bir tabloyla, yani bankacılık sisteminin de sarsıldığı bir tabloyla karşı karşıya gelebilecek. Benim kişisel görüşüm bu Cumhurbaşkanlığı sisteminin KHK’larla yürüyen bu sistemin yönetilemez olduğu, kısa sürede çok ciddi açmazlarla karşılaşacağı. Çünkü şirket gibi yönetmekten bahsediliyor. Bir aile şirketi görüntüsü var, ancak aile şirketlerinin yerine niye kapitalizm anonim şirketleri tercih etti? Çünkü şirket yapıları büyüdü ve bir aile tarafından yönetilemez hale geldi. Türkiye gibi büyük bir ekonominin böyle tek merkezli, tek seçiciyle, bir kişinin kabineyi kendi seçtiği ve bunun AKP örgütü, cemaatler, tarikatlar, seçimlerde işbirliği/ittifak yaptığı MHP dahi bağımsızlaşmış, tek adama sadakati olan insanlardan seçilmesi bu sistemin devam edemeyeceğini gösteriyor. Biz kapitalizmin piyasa sistemini eleştiririz ama onun da kendine göre kuralları vardır, kurumları vardır. Türkiye’deki bütün kurumsal yapılar çökertiliyor. Bizim kapitalizme yönelik eleştirimizin en önemli bir noktası, piyasa sistemlerinde üste kalanlara, işine yarayanlara kapitalizmin sahip çıkması, altta kalanları ezmesi ve onların sorunlarına taleplerine duyarsız kalmasıdır. Şimdi burada liyakatin hiç olmadığı, kapitalizmin kendi mekanizmaları içerisinde makbul sayılabilecek insanların dahi KHK’ler ile işinden edildiği, kamuda hizmet etmelerinin engellendiği bir ortamda kapitalizmin kuralları da işlemez. 

Onun için bu sistemin çok kısa sürede işlemediğinin ortaya çıkacağını düşünüyorum. Bu siyasi yönetilememe süreci ile ekonomik krizin birbirleri ile çakışması, birbirlerini tetiklemesi olasılığının çok yüksek olduğu kanaatindeyim.

BİRGÜN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder