Celal Bey’i nasıl tanımlamalı bilemiyorum, “komünist Atatürkçü” mü, “Atatürkçü komünist” mi? Her ikisinden de vardır, az değildirler. Yönleri her zaman sosyalizme dönüktür, hepsi de Nazım Hikmet’in hayranıdırlar.
Bu yazı yılın son yazısı. Ya da artık 70’i sürüyor olmanın keyfini ya da hüznünü anlatmanın yazısı. Bu yazıyı yazarken ben, dışarıda gecenin karanlığı gözle görülür bir hızla sokağa iniyordu, gördüm onu. İşte bak geçiyor, gördün mü? Gördüm, yavaşladı sanki. Kar yağıyor, belki de bu yavaşlık ondandır, kar yüzündendir. Çünkü kar taneleri yavaşça iniyor yere. Çatılar doldu; evin önündeki çamların yeşilini örttü kar, öyle güzeller ki, nefesim kesiliyor. İşte bak zaman durdu. Yok, sana öyle geliyor, zaman durmaz, akıp gider; bir an gelir, biz o akıp giden zamandan atlarız mavi siyah bir karanlığa, boşluğa, hiçliğe.
Bu yazı yılın son yazısı. Ya da artık 70’i sürüyor olmanın keyfini ya da hüznünü anlatmanın yazısı. Bu yazıyı yazarken ben, dışarıda gecenin karanlığı gözle görülür bir hızla sokağa iniyordu, gördüm onu. İşte bak geçiyor, gördün mü? Gördüm, yavaşladı sanki. Kar yağıyor, belki de bu yavaşlık ondandır, kar yüzündendir. Çünkü kar taneleri yavaşça iniyor yere. Çatılar doldu; evin önündeki çamların yeşilini örttü kar, öyle güzeller ki, nefesim kesiliyor. İşte bak zaman durdu. Yok, sana öyle geliyor, zaman durmaz, akıp gider; bir an gelir, biz o akıp giden zamandan atlarız mavi siyah bir karanlığa, boşluğa, hiçliğe.
Ben sonsuzluk tutkunlarını, “zamandan ayrılsak, mavi siyah bir karanlığa düştüğümüzde, uzamda beklesek, sonra tekrar” diyenleri anlayamıyorum. Ama geçip gitmiş hayatları da merak ediyorum doğrusu. Benim gibi sıradan insanların hayatını değil, sıra dışı olanların, zamanla, uzamla, insanlarla sorunlu, onlar için kaygılanan, üzülen, onları bir kaşık suda boğacak kadar onlardan nefret eden, aşağılayan, yücelten, onlara boyun eğen, isyan eden, iyi, kötü, güzel, çirkin insanların hayatlarını merak ediyorum.
Uçlarda yaşayanlar insanlığın ortalamasını yükseltenlerdir, onları merak ederim ben.
İşte bu pazar yazısının konusu böyle bir insanın hikâyesidir.
ADI CELAL’Dİ SAKALLI CELAL DERLERDİ
Eric Hobsbawm 1789-1848 arasına “devrimler çağı” der. Taner Timur hoca ise 1917’ye kadar sosyal, siyasal açıdan çalkantılı bir döneme girildiğine, devrimler çağının bu döneme damgasını vurduğuna dikkat çeker. İşte Osmanlı İmparatorluğu’nda hayatın hızlandığı bir yılda 1886 yılının Mart ayında doğar Mahmut Celal. Babası Miralay Hüseyin Hüsnü, annesi Ayşe Melek hanımdır.
Karışıklıklar sürüyor, dünya büyük savaşa koşar adım gidiyor. Marx 1877 yılında Osmanlı ve Avusturya imparatorluklarının çöküşünü görüyor; “birçok yerel ya da genel savaş içinde gerçekleyecek olan bu çöküş, kılıç taşıyan tüm sahte iktidarların sonunu hazırlarken toplumsal krizi de hızlandıracak.” diye yazıyor. (Aktaran Taner Timur, Devrimler Çağı, sf.117-118. Yordam Kitap)
Büyük savaş 1914’te başlıyor. Birleşik Krallığın Rusya’ya yardım çabası Çanakkale’de durduruluyor. Rusya’da devrim hızlanıyor, Celal’in hayatı da. Galatasaray Lisesi’ni 1907’de bitiriyor. Celal’in öğrencisi olmakta gurur duyduğu öğretmeni bir süre müdürlük de yapan Tevfik Fikret’tir. Celal, Fikret’in müdürlüğü sırasında bir mezun olarak kapısını çalacak, “muitlik” muallim yardımcılığı isteyecek, alacaktır.
GERİCİLİK AYAKLANIYOR
Celal “muit” olarak çalışırken gericilerle, hani şu yeniden yapılmak istenen Topçu kışlasındaki askerler 31 Mart’ta (13 Nisan) ayaklanacaklar, Türkiye İşçi Partisi (TİP) başkanı Mehmet Ali Aybar’ın dedesi Hüseyin Hüsnü Paşa komutasındaki “Hareket Ordusu” gelecek, isyanı bastıracaktır. Hareket ordusu Makrıköy’e -şimdiki Bakırköy- geldiğinde o sırada Bahriye Nazırı olan Hüseyin Hüsnü paşanın iki oğlu, deniz subayı Kemal ile Galatasaray’da “muit”, muallim yardımcısı Celal gönüllü olarak Hareket Ordusu’na katılacaklardır. Abdülhamit tahttan indirilecek, yeni bir dönem başlayacaktır
Ama biz bu hayat hikâyesini artık özetlemek zorundayız. Galatasaray Müdürü “Milletim nevi beşer vatanım ruy-i zemin” diyen, beynelmilelci şair Tevfik Fikret, Celal’i Paris’e gönderir. Daha Galatasaray’da leyli -yatılı- okurken Ağabeyi Cemal’in idama mahkûm olmasının, küçük kardeşi Nihal’in bir kazada ölmesinin travmasını atlatamamış olan Celal siyasal bilimler okuduğu Paris’i sakallı olarak terk edecek, bir daha sakalını kesmeyecektir.
Büyük bir sıçrama yapıyoruz şimdi, değerli yazar, tanımaktan mutluluk duyduğum Orhan Karaveli’nin eserinden yaptığımız özeti hızlandırıyoruz.
CELAL KOMÜNTERN DELEGESİ
1919’da Almanya’ya gönderilen öğrencilerin Spartakist hareketten etkilenerek sosyalist olmaları, Türkiye İşçi Çiftçi Partisi yayın organı Kurtuluş çevresinde örgütlenmeleri Celal’in de hayatını değiştirecektir. Kurtuluş’un iki sayısı Berlin’de 19 Şubat 1920’ye kadar beş sayısı da İstanbul’da basılacaktır. İşte bu dönem Celal’in hayatında da önemli bir değişikliği haber veriyor. Öyle anlaşılıyor ki Celal bu gelişmeden uzak duramamış adına “sosyalist” sözcüğünü de ekleyen partiye üye olmuştur.
Partinin yayını olan Kurtuluş kitabına (Kurtuluş, Anadolu Yayınları, 1975) Celal’in de dostu, arkadaşı, uzaktan hısımı olan Rasih Nuri İleri’nin yazdığı önsözde T.İ.Ç.S.P üyeleri arasında Celal’in de adı geçmektedir.
Dahası, Komüntern’in 5 Kasım-5 Aralık 1922 tarihleri arasında Moskova’da toplanan 4. Kongresi’ne katılan Türk komünistleri arasında İsmail Hüsrev Tökin, Baytar Salih Hacıoğlu da vardır. TİÇSP heyeti ise üç kişidir: Vedat Nedim, Sadrettin Celal ve kahramanımız Lise müdürü Celal. O yıllarda Komünistlere pek de kötü gözle bakılmamaktadır. Sakallı Celal de dönüşünde Ankara İdadisi’nde müdür olacaktır.
Sonra hava değişir. Recep Peker’in başbakanlığı döneminde devlet destekli gericilik yavaş yavaş başkaldırmaya başlar. Peker makamına çağırdığı Celal’e “Komünist olduğun söylendiği için seni izlettik. Ama propaganda yaptığına rastlamadık, şu komünist huyunu ıslah etmeye ne dersin” der Celal’e.
Moskova’da Nazım’la buluşan, aralarında derin dostluk oluşan Celal ne diyecek. “Evet, ben komünistim, ama merak etme propaganda yapmam, polislerini de çek arkamdan.” der.
Ankara Sultanisi’ndeki görevi de Celal’e yakışır bir şekilde sona erecektir. Din derslerini azaltmış, Fransızca derslerini artırmıştır. İlk kez erkek öğrencilere ders vermek üzere bir kadın öğretmeni görevlendirmiş, bu da öfkeyi iyice artırmıştır. Galatasaray’dan arkadaşı Maarif Vekili Hamdullah Suphi, “Celalciğim ucu bana tokunuyor” diyerek rahatsızlığını belirtir.
Yeni Cumhuriyetin kadro sıkıntısı büyüktür. O nedenle de Celal Bey’den lise son sınıflarda sınavlarda fazlaca titiz davranılmaması Maarif Vekili Hamdullah Suphi imzalı resmi bir mektupla istenir. Celal’in ne yapacağı bellidir. Cevap yazar: “Ankara Sultanisi boyacı küpü olmadığı cihetle…” İstifa eder Sakalı Celal. Arkadaşının ısrarı da kar etmez: “Bak Hamdullah, Meşrutiyet ilan ettik olmadı, Cumhuriyet’i getirdik yine olmadı, bir de ciddiyeti denesek, ne dersin?” der Celal.
Celal’in hikâyesi böyle bitmiyor. Ama bundan sonrası tıpkı kendisine seçtiği soyadı gibi geçecektir: Yalnız ya da mezar taşında yazdığı gibi: Yalınız. Ve altında “Bağban (bahçıvan) bir gül için bin hâre (dikene) hizmetkâr olur.”
Ayrılırken arkadaşı sorar: “Peki şimdi ne yapacaksın, nereye gideceksin? Neyle geçineceksin? Kader demeye de dilim varmıyor…” “O zaman deme, der Celal, zaten kader diye bir şey yoktur. Özgürüm ya, rüzgâr nereye götürürse. Hem korkma, ülkeme zararım dokunmaz. Gönlüm sizinle beraber, Paşa’yla beraber, sonuna kadar.”
Böyledir Sakallı Celal’in hikâyesi.
Celal Bey’i nasıl tanımlamalı bilemiyorum, “komünist Atatürkçü” mü, “Atatürkçü komünist” mi? Her ikisinden de vardır, az değildirler. Yönleri her zaman sosyalizme dönüktür, hepsi de Nazım Hikmet’in hayranıdırlar.
Hep geleceğe, geleceğe bakanlara bakarlar.
Hep geleceğe, geleceğe bakanlara bakarlar.
Güray Öz / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder