9 Aralık 2018 Pazar

Sınırda yaşamak - ORHAN GÖKDEMİR

“Boş teneke çok ses çıkarır” diye şahane bir sözümüz var. Son zamanlarda ortalık boş teneke sesinden toz duman. “İdeolojilerden uzak durun” diyen profesörü, AKP’yi Bolşeviklere benzeteni takip ediyor. “Sarı yelek satın alan darbecidir, yakalayın” diye polise yol gösteren yobaz gazeteciyi, kuran okumayan çocukları şeytana benzeten Diyanetçi tamamlıyor. Sinirleri sağlam tutmak her zaman mümkün değil, biz de sürükleniyoruz ara sıra teneke sesinin geldiği yöne doğru haliyle. “Bakmayın koca koca unvanlar taşıdıklarına, teneke bunlar” demek zorunda kalıyoruz. Ama itiraf edeyim, geride tuhaf bir damak tadı bırakıyor bu tür yazılar, üzerine çamur sıçramış, ahmaklık bulaşmış gibi hissettiriyor.

Bunlar zamanımızın kahramanları. Ama çok şükür boş tenekelerden ibaret değil ülke. Bir de yüzü geleceğe dönük insanlarımız, yoldaşlarımız var. Onlardan birinin hayatı “Sınırlarda Yaşamak” adı altında kitaba dönüştürüldü geçtiğimiz günlerde. Arkadaşımız Şevki Ömeroğlu kahramanı. Tanışıklığımız 1980’li yılların sonunda, “Toplumsal Kurtuluş” yıllarına rastlıyor. “Bombacı” Ahmet Zenginle birlikte bir gün habersiz çıkageldiler ve sessiz sedasız kavganın parçası oldular. Ahmet’in bombacılığı, bir bombanın kazara elinde patlamasından. Vücudunun bazı parçalarını alıp götürmüştü patlama. Bir savaş gazisi gibi dalardı tek göz odaya. Bu durumdan yakındığına ya da övündüğüne hiç tanık olmadım. Acımasız bir savaşın içinde doğmuştu, hem savaşı hem o savaşın vücudunda bıraktığı izleri kanıksamıştı. İki kafadarın hünerli ellerinin eseri olan “Akış Yayıncılık” ve “Dünya Solu” dergisi bizimdi, öyle kabul ediyorduk. Şevki ve Ahmet koşturuyordu pratik işleriyle. Üzerimize gelen kalabalık harami güruhuna karşı direniyorduk. Cağaloğlu yokuşunda, İran Konsolosluğunun sınırında bir iş hanında iki tek göz odadan ibaretti kalemiz. Cesaretimizden başka barikatımız yoktu.
Sonra zaman işini gördü, herkes bir yerlere savruldu. Şevki ve Ahmet’ten ortak dostlarla karşılaştığımızda haber alabiliyorduk artık. Sonrası hepimizin kahramanı olduğu bir hazin hikâyedir.
                                                             ***
Tanıdık, tanımadık pek çok arkadaşımız yazmış Şevki’nin arkasından. Yalçın Hoca da her zaman olduğu gibi uzun ve akıcı bir yazıyla katılmış üretime. Şöyle anlatıyor tanışmalarını:
“Sultanahmet’e düştüm ve Ahmet’i gördüm, ‘baktım’ demek daha doğrudur, hissettirmiyordum, herkes öyle yapar, ‘Bombacı Ahmet’ dendiğini sonradan öğrendim. Bakmak imkânsız, sadece merak ediyoruz. Sanki dikkatle inceliyoruz ve hala güçlü ve iddialıdır…
Şevki, Sultanahmet’e, daha önce gelmiş ve sonra Metris’e geçmiş, ‘sevk’ daha doğrudur. Dev Sol’dan Ahmet, bombayı elinde patlatmış, bir kaza, iki parmağı kalmıştı, ‘göz’ olarak kalanlardan ise görmeyi sağlıyordu. Hemen anlıyorduk, Bombacı Ahmet, harika bir adamdır. Pek az organdan, herkesin yaptığından yüz kat fazlasını, çıkarıyordu. Hep öyle oldu.
Silivri’ye düşmeden önce, galiba bir kez telefonla konuşabildim, herhalde artık zorlanıyordu ve artık çekilme dönemindedir. Sanki artık doğa’dan çekiliyordu. Sonra pekiyi olmadığını duydum. Arkasından duymanın, anlamını yitirdiği, bir zaman var. Anlamsızlığı duyuyorduk.
Bombacı, hapiste, bana geliyordu, istisnai bir durumdur. Peki, nasıl yaşadı, hapse girdi ve sürgüne gitti, şikâyet etti mi, duymadık. İsyancı bir aileden geliyordu, sakin sakin ama hep isyandaydı. Âşık oldu mu, şimdi öyle anlıyoruz, ama iddiasız ve gösterişsiz. Aşka zıttır. Vefa Lisesi’nden Şükran’ın tarifine göre, lider, havalı ve telaşsız, hep iş peşindedir.  Ve ilk kez pek müfritti, sevindik, Hasip’in deyişiyle, siroz oldu ve üzüldük. Ve tarihi tarihten bir yıl geç, bizden koptu. Artık yok. Peki, özetle gerçekten yaşadı mı, evet ve bir tek iş buldu, ‘devrim’, biz yaşadık. Şevki’yle güzel yaşadık, aynı yoldayız. Ve eksikliğini hep duyuyoruz…”
Şevki ve Ahmet bizim için birdir, aynı kişidir, tek bir yoldaştır.
Geniş anlamda “yoldaşlık” tarifimiz var; Birbirimizi görmesek de, hapishanede veya cenazede, barikat başında veya gözaltında mutlaka karşılaşırız. “Kaderimiz” bizi birleştirir, kaçamayız. Eksiği gediği olsa bile sonuçta yol kardeşliğidir.

                                                           ***
Yalçın Hoca arıyor ara sıra. Bir süredir sağlık sorunları var, beyninden tabii. Yalçın Hoca bu, başka yerinde sorun çıksa şaşırır insan. “Orhan villaya taşınacağım, yeniden çalışmaya başlayacağım” diyor. Villa dediği Ankara Karakusunlar’da, 1980’li yıllarda solun uğrak yeri olan küçük, müstakil dubleks daire. Bizim kuşaktan olup da o evde anısı olmayan kimse yok neredeyse. Şimdi arıyor ve “seni tanıyor muyum” diye başlıyor, olası unutkanlığa karşı Hoca usulü önlemdir. Tanışıyoruz. 1987’de bir panelde karşılaştık ve ertesi gün dergi çıkarmaya karar verdik. Sonra hepimizi tutup hapse tıktılar. Biz yirmili yaşlarını süren asi çocuklarız, Hoca bir tür kılavuz bizim için.

Geçen yıl, mahkeme sonrası geleneği olan kalabalık bir yemekteyiz. Askerleri tartışıyoruz, ben onların adam olmayacağı kanısındayım. Hoca hala umudunu koruyor, anlaşmamız imkânsız. Fakat bu tartışmanın Hoca’yı üzdüğünü fark ediyorum. Sert görünür ama kırılgandır hep. Olağanüstü bir zekâya ve müthiş bir birikime sahip olmasına rağmen yüreğinin işaret ettiği yere gider çoğu zaman. Devrimci kalabilmenin başka yolu yoktur çünkü.

Şevki ve Ahmet’le birlikte, biz Hoca’nın öğrencilerinin birinci kuşağındanız. “Sınırda Yaşamak”ta anılarını yazanların çoğu ikinci kuşaktan. Bir de üçüncü kuşak var, birlikte “Gündoğdu” dergisini üretiyoruz. Çok parlak bir kuşaktır sonuncusu, galiba dergide yazanların arasında en az eğitimlisi benim. Bunları bir önemi olduğu için anlatmıyorum, nihayetinde birlikte yürümenin esası yoldaşlıktan ibarettir. Ama Yalçın Hoca kendi seçtiği öğrencileri olan, pek çok genç kuşağı mücadelenin içine arkasından ittirmiş gerçek bir hocadır. Eksik veya fazla, doğru veya yanlış, bizim hocamızdır.
                                                             ***

“Övünüyorsun ama seni cezaevine ben soktum” diye takılır bana hep. Hoca son mahpusluğuna sadece üçüncü kuşağı götürdü. OdaTV’deki iki Barışlar o kuşaktandır. Deniz Hakan, Barış Zeren ve Okan İrtem dışarıda kalan “Azap”lardandı. Hoca bir mahkeme arasında elime bir not tutuşturdu, “onlara gazeteciliği öğret” diyordu. Kelin merhemi olsa kendi başına sürer. O not yüzünden tuhaf işleri bulaştık bir ara, içime sinmese bile cezaevi arkadaşlığının hukuku var, zorda olana itiraz etmek olmaz.

Hem, benim öğretecek halim olmasa bile, üçüncü kuşaktan arkadaşlar işi çoktan öğrenmişti sanırım. Gündoğdu, delilidir.

Peki, özetle gerçekten yaşadık mı? Evet, “devrim” diye bir işimiz olduğu sürece, yaşadık. Dönüp dolaşıp hep birbirimizi ve kendimizi buluyoruz. Şevki’yle, Ahmet’le, hep birlikte aynı yoldayız. Eksikliklerini duymamamızın imkânı var mı?
Devrim bir tutkudur, hep sınırda yaşama halidir, kahırlıdır ama güzeldir. Hakkını vererek taşıyabilenlere imrenmemiz bundan. Yoldaşlar, ne olacaksa sizin de eseriniz olacaktır…

Orhan Gökdemir / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder