Rahip Brunson krizinin ABD’nin Türkiye’ye yönelik yaptırım kararıyla krize dönüştüğü zamanlardı. AKP’li Cumhurbaşkanı “iyi saatlerde olsunlar”ı yatıştırmak üzere ABD’ye gitmeye karar verdi. Yola çıkmadan önce Türkiye’de faaliyet gösteren Amerikan ve Alman firmalarının temsilcileriyle bir araya geldi, “Kendinizi ülkenizde hissedin. Sıkıntılı olduğunuzda ben buradayım” diye güvence verdi. Ülkede boğucu bir hava vardı var olmasına ama serbest piyasa ekonomisinden taviz verilmeyecekti. Erdoğan’ın bu çabası karşılıksız kalmadı, Microsoft, Boeing, Bosch, Deutsche Bank, BMW gibi dünya devleri hem Amerika’da hem de Almanya’da Cumhurbaşkanının davetiyle yapılan toplantılara iştirak ettiler.
Geçen yılın Ekim ayıydı. AKP’li Cumhurbaşkanı, ABD’den ayrılmadan önce dev tekellerin temsilcileriyle yeniden bir araya geldi. Onlara çıkarlarına dokunulmayacağı güvencesi verdi, “Ülkemizde 1700’ün üzerinde Amerikalı şirket var. Türkiye’de size yabancı olarak bakmıyoruz. Küresel sermaye olarak görüyoruz. Sizi bizden sayıyoruz” dedi.
Ne desin daha?
O sırada gaza getirilmiş yandaşları, Trump’ın Türkiye’yi hedef alan tweet’lerine karşı iPhone’larını yakıp dolar turşusu kurmaya çabalıyordu. Bunların çoğu da cami avlusu gösterisiydi.
Uluslararası tekellere verdiği güvenceden beş ay önce “yerli ve milli” sermayeye de güvence vermişti. Üç aylığına ilan edilen ve yıllarca süren OHAL hala yürürlükteydi. Patronları etkilemeyecek OHAL icat ettiklerini anlattı uzun uzun, “Eski OHAL’lerde grev olurdu, şimdi anında müdahale ediyoruz” dedi. “Sanayicilere sesleniyorum” diye ekledi, “Bir tane fabrikada grev söz konusu mu? Böyle bir şeyde anında müdahalemizi yapıyoruz. Ve OHAL anında bir çözüm kaynağı oluyor. Huzurun olduğu bir ortam var, böyle bir ortamda bunlar OHAL’in olmamasını tavsiye ediyorlar. Tezgâh bozulacak o yüzden, size biz bu tezgâhı bozdurmayız.”
OHAL’leri bile sermaye sosludur. Tek adam rejimi var ama patronların kredisi sonsuz. Olağanüstü Hal var ama piyasaya müdahale yok. Önlemler sadece işçiler grev yapmasın, mazlumlar sokağa çıkmasın diye. Yürümek, direnmek, nefes almak, itiraz etmek, eleştirmek yasak ama piyasa sonuna kadar serbest. Özeti budur. İçinden geçtiğimiz ağır baskı döneminin ürünü bir tek veri aktarayım tablo tamam olsun. Aynı zamanda iktidar partisinin genel başkanı olan cumhurbaşkanı nı eleştirdi diye sadece 2017'de 20 bin 539 soruşturma, 6 bin 33 ceza davası açılmış. Sayısını bilmediğimiz sayıda insan içeride bu suçtan verilen hapis cezalarını tamamlamak için gün sayıyor.
Ama çok şükür piyasaya müdahale yok. Tıkır tıkır işliyor dolaşım alanı. Diyor ki patron görünce, “sıkıntınız olursa ben buradayım”… Biz aynı şeyi diyoruz, patronlar sıkıntıya girmesin diye oradadırlar.
***
Peki, Türkiye’de yaşayan herhangi bir İslamcı “bana ne kardeşim, bunlar beni ilgilendirmez” diyebilir mi? Bakın, Mısır’da, Libya’da ne olduysa burada da o oluyor. Suriye’de ne olmadıysa burada da o olmuyor. Evet yer yer direniş var ama “Müslüman Kardeşler” iktidarda, alaşağı ettiler eski rejimleri, kendi bildiklerini kurdular.
Nedir sonuç?
Fukaralar için harlı bir cehennem, sermaye için tarifsiz bir cennet. İslamcı hülyanın dünyevi denklemlere çarpıp tuzla buz olmasıdır bu. “Huzur İslam’da” diye geldiler, meğer patronları kastediyorlarmış.
Bu arada dinle ahlakın bağı olmadığı anlaşıldı sayelerinde. O kadar ölçüsüzler ki çalıp çırpmada, ahlaksızlığın dini bir olgu olduğunu da ispatlayacaklar yakında. İnsanlık tarihine gerçek tek katkılarıdır.
***
İki “mana” taşıyor bütün bu vakalar. Birincisi kapitalizm ile ilgili; demokrasi ile piyasa arasında kurulan ilişki koca bir yalandan ibarettir. Açıkça görülüyor, piyasalar diktatörlük istiyor. İkincisi “İslamcı” program ile ilgili. İslamcılığın siyasal programının kapitalizme karşı olduğu tezi temelsiz bir efsanedir. Tüccar dinidir, kâr etmek meşrudur, her ne şekilde olursa olsun kazanmak makbuldür. Bu cemaatte kölelerin payına düşen ise varlıklıların merhameti ve sadakasından ibarettir. Piyasa ile İslam arasındaki müthiş uyumu görebiliyoruz.
Biliyorum, İslamcılar arasında Tayyip Erdoğan’ın İslamcılığını beğenmeyenler var. Neyi beğeniyorlar?
İslam’ın altın çağını. “Altın çağ” dedikleri peygamber ve dört halife döneminden ibaret. Bakın yazılanlara, söylenenlere, bir çağın işaretleri olmakla birlikte, altına benzeyen hiçbir şey göremeyeceksiniz. Varsa bir altın çağ, ardından gelen Emevi-Abbasi dönemine aittir. Bu dönemde din devlete dönüşmüş, istilalar ve fetihlerle sermaye birikmiş, sınıfsal ayrımlar keskinleşmeye başlamıştır. Şeriatın kalabalıklara indiği ama muktedirlerin bütün dini yükümlülüklerden azat olduğu bir dönemdir. Altındır ama altın her zaman olduğu gibi varsıllarındır.
Nedir şeriat?
Allah tarafından Peygamber vasıtasıyla vaz ve tebliğ olunan hükümlere havi ilahi kanunlar. Dini hükümler söz konusuysa, şeriat dinin bütün anlamına geliyor. Bu durumda günlük hayatı da içeriyor mecburen. Hangi hayatı? Sıradan insanların, kalabalıkların, yoksulların hayatını. Onun ötesine geçildi mi tarikata, hakikate, marifete maruf olunanlar var. Şeriat kuru kalabalıklar içindir. Varsıllar için şeriat yoktur.
Bu konuda kafa yormuş bilgin Maxime Rodinson “İslam ve Kapitalizm”inde kazanç veya çıkar peşinde koşmaya kötü gözle bakan dinler olmakla birlikte İslam’ın bunlardan biri sayılamayacağını hatırlatarak şunları not ediyor: “Kuran sadece dünya nimetlerini unutmamak gerektiğini değil, aynı zamanda maddesel yaşam ile ibadetin bir arada yürütülebileceğini, hac sırasında bile ticari etkinlikte bulunabileceğini söyler. Hatta ticari kazançları ‘tanrının lütfu’ olarak nitelendirir.” Ne olabilir ki başka?
Köleci toplum ile feodalizm arasında bir yerde, kim bundan öte bir eşitlik düşü kurabilir? Köleye merhamet et, ölçülü çal, çok zenginleştiysen servetinin küçük bir bölümünü yoksullara dağıt, dostlar alışverişte görsün…
“Ebu Zer” diyorlar bir de. Bu “ilkel komünist” şahsiyeti sürgüne gönderen “altın çağ”ın kahramanlarından Halife Osman’dır. Hâlbuki ona ilk biat edenlerdendi Ebu Zer. Ebu Zer sefalet içinde öldü evet ama Osman’ın sonu da ondan parlak değildi. Osman “müminler” tarafından hunharca katledildi, o sırada evde bulunan eşinin parmakları kesildi. Cenazesi iki karısı tarafından kaldırıldı. Müslüman mezarlığına gömülmesine izin verilmediği için bitişiğindeki çöplüğe defnedildi. Eski CHP’li müftü İhsan Özkes’ten aktardım. Hepsi Müslümandır fakat kavga din kavgası değil, paylaşım kavgasıdır.
***
“Antikapitalist Müslümanlar”, haftaya “İslam ve Sol” çalıştayı düzenliyor. Nuray Mert, CHP’liler, HDP’liler, ÖDP’liler, AKP ve İYİP kurucuları katkı yapıp konuya açıklık getireceklermiş. Cevabı çok açık hâlbuki: Bu iki şeyin hiçbir ilişkisi yok. Kimse kusura bakmasın, din şu an yürürlükte olan şey. Siyasal İslamcı da piyasanın şekillendirdiği nevzuhur tiptir; Gerici, yobaz, yağmacı, zalim, sömürgen, ahlaksızdır.
Max Weber, Protestanlıkta kapitalizme uygun bir din bulduğuna inanıyordu. Zavallı papaz, İslamiyet hakkında pek bilgili değildi. Protestanlık bu konuda eline su bile dökemez.
Kuran’dan Kapital’e geçerseniz göreceksiniz; Ne zenginin merhametine ihtiyacı var çağın emekçisinin, ne sadakasına. Kurtuluşu ellerinde tuttuğunu fark ettiğinde sermayesine el koyarak son verecek onun acılarına da.
Cami avlusu eşeleyerek gidilecek yer kalmadı. Bu karanlığı ancak devrim dağıtır!
Orhan Gökdemir / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder