“Kutuplaşma bitmeli, artık kucaklaşılmalı”:
Komşunun komşuya düşman gibi baktığı bir ülkede kim mutlu olabilir ki? Bu kutuplaşmanın bitmesini, siyasetin daha somut sorunlar üzerinden yapılmasını istemek doğal. Peki, bu toplumsal kutuplaşmaya yol açan nedenler ne ve o nedenler bitti mi? Yani her gün kürsüde elindeki medya olanakları ile bas bas bağıran, toplumun yarısından fazlasını sapkın, müfteri, hain, şer odağı ilan eden iktidar sahipleri bundan vaz mı geçti? Tüm toplumu kendi mezhepçi anlayışıyla biçimlendirmeye çalışanlar, bunu aynı zamanda başta kalmanın bir koşulu olarak gördükçe ve baskıya devam ettikçe, “barışmak” sözü, ateşkesten farklı bir anlam taşımıyor.
“Seçimlerde karşı mahalleye ulaşmak gerek. Onları kazanmak gerek”:
Herhalde hiçbir siyasi organizasyon, sözünü sadece kendi yöneticileri ve üyeleri duysun istemez. Tüm siyasi gruplar, hatta fikri gruplar doğası gereği düşüncelerini farklı kişilere benimsetme amacı taşır. Yayılmak, büyümek, genişlemek siyasetin doğasında vardır. O yüzden bu söze ilk bakışta kimse karşı çıkamaz. Buradaki temel sorun şu… Siyasi ya da fikri organizasyon, farklı kesimlere fikrini benimseteyim derken kendi fikrinden vazgeçiyor mu? Yanıt “evet” ise, o organizasyonun var olmasına da hacet yoktur. Karşı mahallenin hali hazırda oy verdiği ya da desteklediği parti ve gruplara katılıp onun içinde yükselerek çok daha rahat “başarılı” olabilirler.
“Yerel seçimde adaya bakılır, adaya…”
Toplumun en küçük yaşam alanlarından başlayan yerel seçim süreci, o yaşam alanlarının iç dinamiklerinden bağımsız düşünülemez. Ailevi, etnik, kültürel pek çok neden oy verme davranışında etkili olur. Bu eğilimler nedeniyle aday seçimi elbette ki genel seçime göre daha önemlidir. Fakat bir önceki “anlamlı gözüken anlamsız söz” için söylediklerimiz burada da geçerli. Toplumu eşitlik, özgürlük, laiklik, adalet temelinde değiştirmek, dönüştürmek istiyorsunuz ancak bu isteğinizle tezat oluşturacak fikirlere sahip isimleri aday göstermekte sorun görmüyorsunuz. Bunu da yerel dinamiklere bağlayıp işin içinden çıkıyorsunuz. Gözünüzü rant bürümemiş ise en iyimser tabirle iddialarınızdan vazgeçmişsiniz.
“Evet ama o da diktatördü…”
Emperyalistler ne zaman bir ülkeyi işgal etmeye kalksa ya da bir darbe organizasyonu içine girse, o ülkedeki yönetime dair bu “anlamlı gözüken laf” devreye sokulur. Ama o da şöyleydi, böyleydi! “Dövdüm, taciz ettim ama bir sor niye” tadındaki savunmalara benzer bir işgal meşrulaştırma hali… Oysa Irak’taki Saddam yönetimini yıllar yılı eleştiren tüm demokrat kesimler, ABD’nin Irak’ı aynı bahaneyle işgaline de “amasız, fakatsız” karşı çıkmayı bildi. Aynısı Afganistan için de Libya için de geçerliydi… Batının “demokrasi götürme” bahanesi ile Ortadoğu’da, Afrika’da, Latin Amerika’da işlettiği darbe ve işgal politikasını görmemek ne anlam ifade ediyor bilemiyorum. Bir ülkenin kaynaklarının, göz göre göre başka bir ülke tarafından hem de zorla, bir avuç sömürgenin eline tutuşturulmasına kim göz yumabilir. Altında sıkı bir Amerikancılık yoksa şu psikoloji yatıyor olabilir: “Bizim de başımızda bir diktatör var, biz onu yenemiyoruz, takatimiz de yok, batı bizi kurtarsın.” O batının kurtarıcılığını bu topraklar 1. Dünya Savaşı sonrasında gördü. Mandacıları ve himayecileri de gördü! Bağımsızlık ve cumhuriyet için savaşan liderlerin hayatı üzerinden kitap satıp para kazananlar, bağımsızlık ve cumhuriyet mücadele etmeyi de biraz anlasalar keşke…
Barış İnce / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder