21 Şubat 2019 Perşembe

Metastaz durdurulabilir mi? - (I-II-III) - VOLKAN ALGAN

(I)

Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın yeni kitabı Metastaz, devletteki krizin boyutunu göstermesi bakımından çarpıcı bir çalışma olmuş. Sayısı giderek azalan nitelikli gazetecilik emeğiyle, cesurca ve “bir dert taşıyarak” yazılan kitabın hak ettiği gibi tartışılmasını dileyerek başlayalım. 

Kitapta yer alan olayların bir kısmını daha önceden takip etmiştik, bunlar derinleştirilmiş. Kimilerini ise ilk defa duyuyoruz. 

Metastaz, isabetli örneklerle Türkiye’deki cemaatler-tarikatlar olgusunun AKP döneminde değişen niteliğini ve devletle ilişkilerindeki boyut farklılaşmasını aktarmada kuvvetli bir kayıt olarak yerini şimdiden almış görünüyor.
Cephanemize yaptıkları bu katkıdan dolayı Terkoğlu ve Pehlivan’a teşekkür etmek gerekiyor. 

Türkiye’de bu boyutta bir cemaat-tarikat tartışması varsa, aynı anlama gelmek üzere devlet tartışması da var demektir. Kitap, ortaya koyduğu olgular ve olaylarla bu tartışmaya kapı aralıyor. 
Pehlivan kitapla ilgili bir söyleşide şöyle diyor:
“Öncelikle şunun altını çizelim; devletin tüm kademelerinde FETÖ üyesi o yapıyla bağlantılı unsurlar vardı. Bunların önemli bir kısmı tasfiye edildi. Peki ne oldu? Yani FETÖ’cü emniyet müdürleri, savcılar, hakimler gitti de yerlerine kimler geldi? Bizim yanıt aradığımız sorular bunlardı. Ve bunun yanıtını aradığımızda da şunu gördük: Devlet çıplak kalmış. Yapı taşını oluşturan tüm hücreler açığa çıkmış.”

Pehlivan’ın “devlet çıplak kalmış” ifadesi son derece kritik. Ve aslında şu anda hangi cemaat hangi köşeyi tutuyor tartışmasından çok daha önemli. Çünkü sorunun kaynağına işaret ediyor. Erdoğan’ın sık sık söylediği “Türkiye bir çadır devleti değildir” ifadesi biraz belagat ama daha çok bir savunma refleksi olarak ele alınmalı.


Kapitalist devlet her türlü gerici yapılanmayı elbette kullanır, cemaatleri de. Ancak bu, kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda oluşturulmuş daha üst bir paradigma altında böyle olur. Şu anda burada bir boşluk olduğu görülüyor. Boşluktan kastım devletin ortada kaldığı ya da hemen büyük sonuçlar verecek kadar paralize olduğu değil. Öyle olmadığı belli ve sermayenin acil ihtiyaçları doğrultusunda gerekli adımları hızla atacak bir akıl görülüyor. Daha derin ve etkisini giderek artan bir şekilde, ama vadesi şimdiden kestirilemeyecek bir dönemde gösterecek yapısal bir kriz söz konusu. Türkiye’yi aşan bir sorundan söz ediyoruz.
Sorun şu, emperyalist sistemin krizi ve buna bağlı olarak Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları, tutarlı bir devlet paradigmasını mümkün kılmıyor artık. Bunun ayrıntılarına bir sonraki yazıda değineceğim ama buradaki büyük boşluk şimdilik nihayetinde bir fani olan Erdoğan figürüyle doldurulmaya çalışıyor.

Ancak Erdoğan bir fikrin yerini tutamaz. Son derece pragmatik bir siyasetçi olarak tek adamlığını sürdürmesi kısa süreli krizlerde işe yarasa da, sorun olduğu yerde durmaya devam ediyor.

Devlet örgütlenmesindeki bu fikirsel boşluk, sermaye düzeni açısından ancak zaman zaman kullanışlı bir aparat olabilecek, ilkel yapılanmalar olarak cemaatlerin gücünün ve rolünün olduğundan fazla görünmesine neden oluyor. Diğer taraftan bu boşluk cemaatlerin hak ettiğinden fazla güç kazanmasına da neden oluyor tabii. Karşılıklı bir durum var. Her koşulda Türkiye çapındaki bir kapitalizmin kafası dumanlı tarikatlara tamamen teslim edilmeyeceği açık olsa da, bir devleti devlet yapan “paradigma”dır ve şu anda bu paradigmanın oluşturulamadığı görülüyor ki, bu da Türkiye’nin en önemli tartışmasının cemaatler ve dini yapılar olduğu yanılgısına neden olabiliyor. Siz devlet kadrolarına tutarlı bir "motivasyon" veremezseniz, bu fikirsel boşluğu "cemaatler" doldurabilir, ve metastaz işte böyle ortaya çıkar.

Bu demek değil ki cemaatler önemsiz. Bu gerici yapılar çok büyük bir sorun elbette, ancak bu sorunu ortaya çıkaran nedenleri doğru tespit etmezsek çözüm de mümkün olmaz. 

Türkiye’de yüzyıllardır süren ilericilik-gericilik mücadelesinin kavga alanlarından biri olan devlet tartışmasının sağlıklı zemininin böyle kurulabileceğini söylememiz lazım. Devlet paradigmasındaki bu boşluk neden ortaya çıktı ve iktisadi temeli nedir? 
Buna çözümü nerede aramak gerekir?
Bu nedenle, kitapta da ele alınan dönem, yani ülkede dini bir yapılanmanın, bağlı bulunduğu emperyalist kliğin de desteğiyle ilk defa darbeye teşebbüs etmesinin ardından yaşananlar, tartışmayı “gericilerin devleti ele geçirmesi” kodlamasına sıkıştırılamayacak bir boyutta ele almayı gerektiriyor. 

Pehlivan aynı röportajda şu ifadeyi kullanıyor: 
“FETÖ’den boşalan yerlere, AKP kendisi açısından daha güvenilir olduğunu düşündüğü farklı tarikatları panzehir olarak yerleştirmiş. Karşılaştığımız tablo buydu.”

Darbenin ardından iktidar adına konuşanlar dahil olmak üzere herkes laikliği keşfetmiş, cumhuriyetin erdemlerini hatırlamış, devletin cemaatleri kontrol altına almasından bahsetmişti. 
Peki sonuç niye böyle oldu? 
Yazarların ifadesiyle, neden ders alınamadı?
Bu soruya tatmin edici bir yanıt vermek için Türkiye’den biraz uzaklaşmak, tarihe ve dünya emperyalist sistemin krizine doğru açılmak zorundayız.

15 Temmuz’un polisiyesi ve soru işareti en bol darbe (girişimi) olması bize bir şeyler söylüyor aslında. Devamında yaşananlar için de bu durum geçerli. ABD’nin hangi kolu darbeyi teşvik etti, AB içinde kimler buna hayırhah baktı, TSK kurmayları çoğunluğu onlardan olmadığı halde cemaat neyine güvenip inisiyatif aldılar? Ve tabii şu anda da aktif siyasetin ve bürokrasinin içinde yer alanlardan (Hakan Fidan’dan, Hulusi Akar’a) kimler bu müdahalenin neresindeydi? Kapıdan kovulan cemaat(ler) nasıl oluyor da bacadan giriyor? Bu sorulara hala net yanıtlar verilemedi... 

Soruların çok olması, polisiye merakımızı tahrik etmesin, ya da buraya takılıp kalmayalım. Bu çok dolambaçlı, sonunda da bir yere varılamayan bir yol olur. Aksine, soruların fazlalığının çok önemli nedenleri var. Ve bu nedenler, soruların yanıtlarından daha önemli. 

Türkiye’deki tüm askeri müdahaleler emperyalizmin ve Türkiye kapitalizminin yönelimiyle paralellik arz eder. İşte bu nedenle teşebbüsteki "muğlaklık" içinden geçtiğimiz dönemin karakterine çok uygun. Devletteki “boşluk” da bununla ilgili. 
Darbe sonrası yaşananlar, devletin içinde düştüğü kriz ancak, bu gelişmelerin emperyalist sistemin hangi dönemine denk düştüğüyle ve bu denk düşmenin Türkiye’ye etkileriyle birlikte ele alınınca anlaşılabilir. 

Aksi halde hem devletin bir türlü alt edilemeyen dincilerin elinde oyuncak olduğu gibi karamsar bir sonuca ulaşılacak, hem de sorunun kaynağına değil de sonuçlarına odaklanılacağından gerçek bir çözüm mümkün olmayacaktır.

(II)

Son yazıda Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın ses getiren kitabı Metastaz’ı ele almış, kitabın devlette yaşanan krizle ilgili verimli bir tartışmayı açtığını söylemiştim. Hatırlatmak için bir kaç paragrafı tekrar aktarıyorum:
“Metastaz, isabetli örneklerle Türkiye’deki cemaatler-tarikatlar olgusunun AKP döneminde değişen niteliğini ve devletle ilişkilerindeki boyut farklılaşmasını aktarmada kuvvetli bir kayıt olarak yerini şimdiden almış görünüyor.
Türkiye’de bu boyutta bir cemaat-tarikat tartışması varsa, aynı anlama gelmek üzere devlet tartışması da var demektir. Kitap, ortaya koyduğu olgular ve olaylarla bu tartışmaya kapı aralıyor. 

Sorun şu, emperyalist sistemin krizi ve buna bağlı olarak Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları, tutarlı bir devlet paradigmasını mümkün kılmıyor artık.
Devlet örgütlenmesindeki bu fikirsel boşluk, sermaye düzeni açısından ancak zaman zaman kullanışlı bir aparat olabilecek, ilkel yapılanmalar olarak cemaatlerin gücünün ve rolünün olduğundan fazla görünmesine neden oluyor.”

Devam edelim... Bu paradigma boşluğun temelinde ne yatıyor?
Türkiye Cumhuriyeti emperyalist sisteme bütünüyle entegre olmuş, önemli bir kapitalist devlettir. Devletin geçirdiği dönüşümün kökenleri ve belirleyici parametreleri, emperyalist sistemdeki değişimin niteliğinde, bunun Türkiye’ye yansımasında aranmalıdır. Kapitalizmi dikkate almayan bir devlet tartışmasıyla yol alınamaz.Son yıllardaki gelişmelerin de “cemaatlerin devleti ele geçirmesi” kodlamasına sıkıştırılamayacak bir boyutta yürütülmesi gerekiyor. Bu çok açık olması gereken gerçek, her ne kadar yolun sonuna gelindiği giderek daha fazla hissedilse de, ülkeyle ilgili samimi kaygı duyan, kafa yoran bir kısım “aydın” tarafından ısrarla görmezden geliniyor. Görmezden geldikçe de aydın olma vasfını yitiriyor bu kesim, çürüyor. Bunu şimdilik geçelim, ayrı ve önemli bir tartışma konusu çünkü.

Peki bugüne kadar iyi kötü bir paradigma oluşturabilen Türkiye Cumhuriyeti devleti, kısa sayılamayacak bir süredir neden bunu yapamıyor? 

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyerek başlayalım: Türkiye’de devlet paradigması, resmi ideoloji başlangıçtan günümüze dünya kapitalist sistemiyle bağlantılı olarak belirlenmiştir. Kapitalist bir devlet için başka türlüsü de mümkün değildir. Yeni bir paradigma oluşturulamamasının da altında kapitalizmin (emperyalist sistemin) son bir kaç on yıldır yaşadığı niteliksel dönüşüm yatıyor. Bu tartışmada sabit ayağın, çıkış noktasının burası olması gerekiyor.

Britanya İmparatorluğu’nun hegemonyasındaki emperyalizmin ilk genişleme döneminin ardından ve iki savaş arasında yaşanan daralma döneminde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ulus devletlerin ortaya çıktığı, küresel ticaretin zayıfladığı, sistemin krizde olduğu bir dönemin ürünüydü. Böyle bir dönemde ortaya çıkan geç kapitalistleşmiş bir ülke olarak Türkiye kendi yağında kavrulmak zorunda kalan, bu yüzden devlet eliyle yerli üretime ağırlık veren, emperyalist sistemdeki kriz ve hegemonya boşluğu nedeniyle (Britanya’nın giderek geri çekilmesi ve ABD’nin yükselişi) sistem dışı güçlerle de ilişki kurabilen (Sovyetler Birliği) bir ülkeydi. Kuruluş döneminin paradigmasını bu şartlar oluşturdu. Kendisini kapsayamayan ve kurumlarını henüz oluşturamayan emperyalist sisteme karşı refleksif ve şüpheci yaklaşıma, bağımsızlıkçılık ve gelişmemiş burjuvazinin önünü açacak bir devletçilik eşlik etti.

Kemalizm’in ilk dönemindeki baskın unsurlar olan devletçilik, bağımsızlıkçılık ve halkçılık bu şartlarda bir paradigma oluşturabiliyordu. Ama altı ısrarla çizilmelidir: Bu paradigma emperyalist sistemin o dönemdeki koşullarına bağlı olarak ve Türkiye kapitalizminin ihtiyaçlarına yanıt veren bir şekilde ortaya çıktı. Bunların giderek terk edilmesi, yine sistemin yaşayacağı dönüşümle ilgili olacaktı. 

İkinci savaş sonrasındaki genişleme döneminde emperyalist sistem, ABD öncülüğünde tahkim edildi, kurumsallaşması tamamlandı. Ve Türkiye buradaki yerini hızla aldı. Emperyalist sistemdeki ticari genişleme ve kurumsallaşmanın sağlanması, onun, Türkiye gibi ülkeleri de sisteme entegre edebilme kabiliyetini artırdı. İki savaş arasındaki kaos ortadan kalkmış, devlet eliyle palazlandırılan Türkiye burjuvazisi de hem sisteme güçlü bir şekilde eklemlenmek hem de kendini korumak adına “ithal ikameci” modelde karar kılmıştı. 

Resmi ideoloji, Türkiye kapitalizminin emperyalist sisteme entegre olmuş “ithal ikameci” dönemine uygun olarak yeniden elden geçirildi. Kemalizm resmi ideoloji olarak yaşamaya devam etse de temel paradigması güncellendi. Devlet cumhuriyetin ilk yıllarındaki üretici pozisyonunu terk ederek,  “yerli üreticiyi –burjuvaziyi- kollayan” bir noktaya çekildi. Devletçilik ilkesi ekonomik açıdan liberalleştirildi, batı alerjisinden tasfiye edildi. Emperyalist sisteme entegrasyonunun tamamlanmasıyla birlikte de yükselen işçi hareketine ve komünizme karşı eli tetikte olacak şekilde yeniden organize edildi. 
Devletin resmi ideolojisi olarak Kemalizm’in ikinci dönemi sayılabilir bu dönem. Kemalizm gerekli düzenlemelerle birlikte kapitalizmin ihtiyaçlarına hala yanıt üretebiliyordu. 

Kemalizm’in tarihi, Türkiye kapitalizminin ihtiyaç ve yönelimleriyle paralel ilerledi bugüne kadar. Hem ideoloji olarak Kemalizm’in hem de devletteki paradigma boşluğu krizinin altında da tam olarak bu yatıyor. Bu tarihe dikkatli bakınca, son zamanlarda bir kesimin kurtuluşu Kemalizm’in yeniden ihyasında görmesi duygusal olarak anlaşılabilir olmakla birlikte gerçeklikten oldukça uzaktır.

Kapitalizmin 70’lerde içine girdiği krizden yapısal değişikliklerle çıkması, bu noktadan sonra hem Kemalizm hem de Türkiye’deki devlet paradigması için işlerin yokuş aşağı gitmeye başlaması anlamına geldi. Sermayenin finansallaşması, ulus devletlerin sınırlarının önemsizleşmesi ve bunlara eşlik eden emperyalist hiyerarşideki boşluk... Bu kapitalizm açısından da niteliksel bir dönüşüm anlamına geliyordu. O yüzden eski paradigmalardan kurtulmak için çok planlı bir operasyon yürütüldü.

80 darbesi, kapitalizmin yeni dönemine uyum sağlama çabası olarak sahneye sürüldü ve bildiğimiz anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini sarsan, AKP döneminde de ortadan kaldırılmasına kadar giden sürecin kapılarını açtı. Bu nedenle diyoruz ki Türkiye’deki sermaye düzeni tartışılmadan ne AKP döneminde ülkeye ne olduğu ne de bunun sonucunda devlette yaşanan dönüşüm anlaşılabilir. 

(III)

Yeni tipte bir devlet
Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın yeni kitabı Metastaz vesilesiyle iki haftadır sürdürdüğümüz tartışmada bu hafta, neden uzun süredir tutarlı bir devlet paradigmasının oluşturulamadığına dair birkaç not düşeceğim. 

En azından son otuz yıldır şiddeti giderek artan bir sorundan bahsediyoruz.
90’lar 2. Cumhuriyet tartışmalarıyla geçmişti. Cumhuriyetle hesabını bir türlü görememiş olduğunu düşünen liberallerden gericilere geniş bir koalisyon, AKP döneminde bu özlemlerini bulduklarını sandı. Ancak geriye ne paradigma, ne cumhuriyetin kaldığı görüldü. 

Açık ki Türkiye’nin de hikayesini belirleyen esas mesele kapitalizmin 70’lerde girdiği krizden çıkarken yaşadığı dönüşümdü. 
Peki neydi o?
Ulus devlet, kapitalizmin gelişme, hatta neredeyse bir asırlık emperyalist döneminde üretim ilişkilerinin, emperyalist sistemin merkezi yapı taşıydı. Türkiye örneğinde kuruluştan 80 darbesine kadar geçen süreç, kendi içinde alt başlıklara bölünse de, (emperyalist) kapitalizmin ulus devlet merkezli döneminin bir parçasıydı. Bu yüzden, vurguları ve öncelikleri değişse de Kemalizm, kurucu unsur olmaktan da aldığı güçle, bu dönemin rakipsiz resmi ideolojisi, devlet paradigmasının ana kaynağı olmaya devam etti. 

70’lerde bu modelde değişiklikler olmaya, kapitalizm, dünyada hegemon üretim biçimi olmasından bu yana ilk defa artık ulus devlet merkezli organizasyon şemasına sığmamaya başladı. Finans kapitalin güç kazanması, sermayenin serbest dolaşımının artması, kararların ulus ötesi ölçeklerde alınma ve denetlenme ihtiyacı... Diğer bir deyişle neoliberalizm.

80 darbesi Türkiye sermaye sınıfının bu dönüşüme ayak uydurması için yapılan büyük bir operasyondu ve işler o noktadan sonra yokuş aşağı gitmeye başladı. 
Bu seyir basitçe ulus devletin sınırlarının fiziki olarak aşılması anlamına gelmedi. Ama aynı zamanda ulusal sınırlar içinde tutarlı ideolojik referansların, ve dahi devlet paradigmasının oluşturulmasını da çok zor hale getirdi. 

Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve son resmi ideolojisi sayılabilecek Kemalizmin ne yeni bir versiyonu üretilebildi, ne de yerine bir şey konulabildi. Yani Kemalizm tasfiye edildiği için bir boşluk oluşmadı; kapitalizmin yapısal dönüşümü ve dünya ölçeğinde izlediği seyir Kemalizmin ve bildiğimiz ulus devletin altını oydu. 

Lenin devleti patronların işlerini yönetmek için kurulmuş bir çeteye benzetir. Ama devlet, özündeki bu işlevselliğini ancak “tüm halkın devleti” olarak görünebilirse gerçek kılabilir.

Yukarıda özet olarak aktardığımız kapitalizmin yapısal dönüşümü sermayenin de isteği doğrultusunda (Bakınız TÜSİAD raporları) Türkiye’de mantıki sonucuna biçimsel ve organizasyonel olarak “başkanlık sisteminde” ulaştı. Ancak bunun çok büyük bir dezavantajı var ki, devletin patronlar açısından işlevsel özü, bu dönüşümle daha az gizlenebilir hale geldi. 

Yazı dizisinin ilkinde Metastaz’ın yazarlarından Pehlivanoğlu “Devlet çıplak kalmış. Yapı taşını oluşturan tüm hücreler açığa çıkmış” diyordu. Bu doğru, ama bu korunaksızlığın-çıplaklığın asıl nedeni siyaset kurumunun tasfiye edilerek devletin işlevsel özünün çok daha ön plana çıkması. Asıl belirleyici çıplaklaşma orada.

Sermaye sınıfı devleti devlet yapan ideolojik yüklerden, denge mekanizmalarından olabildiğince arıtmak, onu esas özüne indirgemek, silah tekelini elinde tutan bir organizasyonel aygıta dönüştürmek istiyor. 

Bunlar siyah-beyaz netliğinde olacak işler değil elbette. Devletin her zaman melez bir tarafı olmak zorunda. Fakat devlet gibi üst yapı kurumlarında ağırlık noktalarındaki kaymalar büyük dengesizlikler anlamına gelebilir ve geldi. Türkiye’de de devletin ağırlık noktası, kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda fazlasıyla kaydı. Bu geri döndürülmesi mümkün olmayan, ekonomik temelleri çok kuvvetli bir dönüşüm. Güncel olarak bulunan çözümlerin, uzun vadede bu eğilimi engelleme şansı yok.

Devletin saf özü, herhangi bir paradigmaya ihtiyaç duymayacak kadar basittir, giderek oraya yaklaşıyorlar. Bu yaklaşma halinin en belirgin özelliği siyasetteki tutarsızlık ve kuralsızlık. Aslında siyasetten kurtulmak istiyorlar, bir açıdan burada yol aldılar da. Türkiye’de hem devletteki, hem siyaset kurumundaki çamurlaşma bununla alakalı. Çamurlaşmayı kirlenme anlamında değil, maddenin bir hali olarak kullanıyorum: Bulanıklaşma, sınırların belirsizleşmesi, şekilsizlik. 

Bu özü ön plana çıkaran dönüşümle birlikte ortaya çıkan boşluğun önemli bir dezavantajı da devlet kadrolarına, bürokrasiye “ulu amaçları olan” bir devlet ideolojisinin verilmekte zorlanılması oluyor. 

Durum böyle olunca oluşan boşluğu kendi iç motivasyonu-amacı olan cemaatler, ya da çeşitli kılıflara bürünmüş mafyatik yapılar doldurabilir kolaylıkla. Öyle de oluyor. 

Metastaz durdurulabilir mi diye soruyoruz, yanıtı net olarak hayır. Çünkü kanser onun varoluşunda gizli. Sorun dışarıdan vücuda giren bir virüs değil.
Bize lazım olan yeni tipte bir devlettir, işçi sınıfının yeni baştan kuracağı bir devlet. 

VOLKAN ALGAN / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder