The Economist dergisi bu hafta milenyum kuşağı mensupları, yani şimdi yaşı 18-29 arasında bulunanlarda artan sosyalizm sempatisini kapağına taşıdı. Tüm dünyada keskinleşen gelir ve servet dağılımı uçurumları, piyasa egemenliğinin insanların özgürlük alanlarını kısıtlaması, emperyalist savaşların yarattığı trajediler kapitalizme duyulan tepkinin başlıca nedenleri.
Her şeyden önce, genç nesiller ebeveynlerinden daha yüksek bir yaşam standardı yakalayacaklarına inanmıyor. Böylelikle kapitalizm ve bu üretim tarzının tüm coğrafyalara yayılmasını temsil eden küreselleşme ideolojik hegemonyasını yitiriyor. Hepimizin aynı gemide olduğu, sonunda herkesin yüzünün güleceği, yelkeninin şişeceği masalı sönümleniyor.
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasının travmasını yaşamamış; “piyasa toplumunda” sürekli işsizlik, refah kaybı ve gelecek endişesiyle yüz yüze kalmış genç kuşaklar “kapitalizmin hegemonya krizi” derinleşirken bir de üzerine ekonomik kriz nüksederse sosyalizme daha kararlı bir biçimde meyledebilirler.
Sosyalizmin bir politik proje olarak ve ideolojik, kültürel ve ahlaki boyutlarıyla genç kuşaklara nasıl tanıtılacağı, 21.yüzyılın koşullarına ne şekilde uyarlanacağı Türkiye’de ve dünyada önemli ve uzun soluklu bir gündem olacağa benziyor. Bu tartışmayı zamana yayarak, şimdilik önümüzdeki yerel seçimlerde sosyalizmin nasıl karşılık bulacağı üzerine kafa yorabiliriz.
Öncelikle vurgulayalım, tek ülkede sosyalizm bile zor olduğuna göre, tek bir kentte sosyalizm ancak ütopyalarda gerçekleşebilir. Ancak, sosyalist bir belediye yönetiminin, toplumcu zihniyeti yerellerde nasıl ete kemiğe büründürülebileceği, kapitalist düzenin bağrında nasıl gedikler açabileceği, giderek bir ilgi ve çekim merkezi haline gelebileceği konusu üzerinde yoğunlaşabiliriz.
YERELLEŞTİRME YENİDEN
Kentler özellikle metropoller sınıfsal çelişkilerin en yoğun hissedildiği, hiyerarşilerin en belirgin açığa çıktığı yerlerdir. Üretimin ağırlığının sanayiden hizmetlere kaymasıyla rant, sömürü, artık değere el koyma en yaygın biçimde kent merkezlerinde gerçekleşir. Mutenalaştırma projeleriyle yoksullar adeta lanetli gibi kendi mahallelerinde “fazlalık” gibi görülmeye başlanır. Bu nedenlerle, Gezi isyanında da gözlendiği gibi, aynı zamanda öfke ve tepki de küresel kapitalizmin sinir merkezlerinde yoğunlaşır. Üretim birimleri küçüldüğü için emekçiler ve ezilenler arasında ortak bir ruh hali, dayanışma ilişkileri de buralarda gelişir.
Türkiye’de şimdi yaşandığı gibi yerel yönetimler kriz zamanlarında çok önemli işlevler üstlenebilirler. Kent hakkı talebi üzerinden, “yerelleştirme yeniden” mücadelesini yükseltebilirler. Demokratik ve katılımcı karar alma mekanizmalarına alternatif bir ekonomi tasarımıyla iç içe geçirebildikleri oranda, ulusal anlamda da örnek alınan, eğilimleri belirleyen bir nitelik kazanabilirler.
SOLUN YEREL YÖNETİM ANLAYIŞI
Sol yerel yönetimlerin sorunlara yaklaşımı eşitlik, özgürlük, dayanışma, paylaşma değerleri temelinde şekillenir. Hizmetlerini AKP belediyeleri gibi sadece kendi yandaşlarına değil, hiçbir ayırım gözetmeksizin tüm yurttaşlara sunma perspektifiyle hareket ederler. Çünkü, Zapatistaların ifadesiyle “içinde herkese yer olan bir dünya” arayışından yola çıkmışlardır. Ayrıca bu ülkenin çimentosunun din, dil, mezhep, inanç, yaşam tarzı farkı gözetmeden, “bir arada yaşama sahip çıkma” iradesiyle yoğrulduğunun da farkındadırlar. Siyasal İslam’ın ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı, çürütücü zihniyetinin hasarını onarma sorumluluğuyla karşı karşıya bulunduklarının bilincindelerdir.
Yerel yönetim mülkiyeti, ulusal ve kooperatif mülkiyeti ile birlikte sahip çıkmamız gereken kolektif mülkiyet biçimlerinden biridir. Yerel yönetimler “mega projeler” peşinde koşmazlar; diyelim demir-çelik fabrikası açma, petrol rafinerisi kurma gibi boylarını aşan işlere kalkışmazlar. Ancak çöp toplamadan, park ve bahçe işletmesine, ulaşım hizmeti sunulmasına kadar geniş bir yelpazede faaliyet gösterirler. Taşeron şirketlere ihale edilen hizmetlerin yerel yönetimlerin bünyesine dönmesi, bir kar kapısı olmaktan çıkması, neoliberal tasarımın aşındırılması için özellikle önemlidir.
Sosyal nitelikli yerel yönetimler yurttaşların kendileriyle ilgili kararları mümkün olan en küçük ölçeğe inerek kendilerinin almasından yanadırlar. Ekonomik etkinliklerin yerele indirilebilmesi, hem karar alma mekanizmalarının demokratikleştirilmesi, hem de hizmetten yararlananlar tarafından kontrol edilebilmesi açısından hayati önemdedir. Böylelikle kamu çıkarını koruyup, gözetmek kolaylaşır.
Başarılı yerel yönetimler %15’e yaklaşan işsizliğin gözlendiği bir ekonomide pekala üretim ve istihdam kapısı haline gelebilirler. Hünerli bir demokratik planlamayla yerel yönetim hizmetleri çarpan etkisi yaratır, yerel tedarikçilerin ve esnafın da yüzünü güldürür. Artan vergi gelirleriyle hizmetlerin kalitesi artar, borçlar aşağıya çekilebilir.
DAYANIŞMA EKONOMİSİ
Toplumcu bir yerel yönetime en uygun çerçeve “dayanışma ekonomisidir”. Dayanışma ekonomisi egemen kapitalist sisteme ve otoriter devletçi anlayışlara karşı, insanı ve gezegenimizi merkezine koyar.
Dayanışma ekonomisi çoğulculuk, dayanışma, katılımcılık ve eşitlik değerleri üzerinde yükselir. Bu genel çerçeveden yola çıkarak 10 ayrı uygulama alanı önerilebilir. Haliyle bir yerel yönetim aynı anda hepsini hayata geçiremese bile en azından dağarcığında tutabilir, uygulanabilirliklerini araştırabilir, gelecek planlarına dahil edebilir. Şimdilik başlıkları sıralamakla yetinelim. Açılımlarını ve birbirleriyle etkileşimlerini- kesişim noktalarını gelecek yazımıza bırakalım.
- Katılımcı bütçe
- Ortak mutfaklar
- Zaman bankaları
- Şehir tarımı
- Semt kütüphaneleri- dijital bilgi merkezleri- kent müzeleri
- Üretim-tüketim-işçi kooperatifleri
- Boş bina ve arsaların kent sakinlerinin hizmetine açılması
- Sanat ve kültür kooperatifleri
- Kreşler ve yaşlı bakım evleri
Not: Bu satırlar öncelikle CHP Beyoğlu adayı Alper Taş ve Ordu Çamaş adayı Ahmet Kesik’in çalışmalarına belki bir katkı sağlar düşüncesiyle kaleme alındı. Haliyle başka adaylara esin kaynağı olmasından ayrıca mutluluk duyarız.
HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder