Sergei Paradjanov hakkında sinema tarihlerinde çok az malzemeye rastlarsınız. Bunun başta gelen nedeni elbette sürrealist sinema yapmanın biçimsel zorluğu ve hikâye anlatmaktan uzaklaşmanın getirdiği risktir.
İstanbul Pera Müzesi’nin bugünlerde düzenlediği özel bir etkinlik bize sinema dünyasının nadir sürrealistlerinden Sergei Paradjanov’u tekrar hatırlatıyor. Sarkis’in ve Bülent Erkmen’in dokunuşlarıyla hayata geçen sergi kesinlikle görmeye ve düşünmeye değer, çünkü Paradjanov sadece sinemacı değil; gelenekselden pop art’a uzanan işler üreten, kolajlardan sinemasal taslaklara, kostümlerden desenlere, resimlere, mozaiklere, objelere, fotoğraflara kadar çok sayıda alanda özgün eserler veren, eşine az rastlanır bir ‘Rönesans adamı’. Ermenistan’daki Paradjanov müzesinden gelen eserler Sarkis’in işleriyle birleşiyor ve Türkiye’de ilk defa görücüye çıkıyor. Büyüleyici bir atmosfer yaratıldığını söylemek gerek.
İstanbul Pera Müzesi’nin bugünlerde düzenlediği özel bir etkinlik bize sinema dünyasının nadir sürrealistlerinden Sergei Paradjanov’u tekrar hatırlatıyor. Sarkis’in ve Bülent Erkmen’in dokunuşlarıyla hayata geçen sergi kesinlikle görmeye ve düşünmeye değer, çünkü Paradjanov sadece sinemacı değil; gelenekselden pop art’a uzanan işler üreten, kolajlardan sinemasal taslaklara, kostümlerden desenlere, resimlere, mozaiklere, objelere, fotoğraflara kadar çok sayıda alanda özgün eserler veren, eşine az rastlanır bir ‘Rönesans adamı’. Ermenistan’daki Paradjanov müzesinden gelen eserler Sarkis’in işleriyle birleşiyor ve Türkiye’de ilk defa görücüye çıkıyor. Büyüleyici bir atmosfer yaratıldığını söylemek gerek.
Sergei Paradjanov, Rus avangartlarının (Tarkovsky ile birlikte) başında geliyordu. Sovyet dönemi Gürcistan’ında doğdu. Annesi Noel ağacı süsleri ve perdeleriyle kendini süsleyen tuhaf ve de ‘sanatsal’ bir kadındı. Aileden gelen bu etki sanatçının tüm kolajlarında görülebilir. Birkaç kez hapishaneye düşen Paradjanov, burada kolajlar, bebekler ve resimler üretti. Diğer zamanlarda ise Sovyetler’de yapılmış en ‘tuhaf’ filmleri yaptı diyebiliriz. Aslında sürrealist sinemanın -eğer varsa- yüzyılın başlarında ortaya çıktığını ve Bunuel gibi birkaç sanatçının birkaç filminde görüldüğünü söylemek gerekir. İkinci sürrealist dalga ise 1940’larda Amerika’da Maya Deren’in ve birkaç yönetmenin filmleriyle görülür. Sovyetler’de sosyalist realizmin varlığından dolayı muhtemel çalışmaların geciktiğini ve ancak Paradjanov’un altmışlarda bu tür işler yaptığını görüyoruz. Tarkovsky sürrealist değildir ama Avrupa’da Vigo gibi bazı sanatçılarda olduğu gibi sürrealist öğeleri onun da kullandığını biliyoruz. Zaten Paradjanov’un ilk etkilendiği film de Tarkovski’nin Ivan’ın Çocukluğu filmi olmuştur.
Yönetmenin ilk önemli filmi Unutulmuş Ataların Gölgeleri’dir (1964). Ukrayna Karpatları’nda, çoğu Rus tarafından anlaşılamayan bölgesel bir lehçe ile çekilen bu film ona anında ün kazandırdı. Film kan davası yaşayan ailelerin çocukları olan Ivan ve Marichka’nın lanetli aşk hikâyesini anlatır. Kayıp çocukluk aşkı, vahşi katliamlar ve çeşitli Ukrayna halk törenlerinin temsili eleştirmenler tarafından beğenilmiştir. Daha sonra yönetmen 18. yüzyıl troubadour şairi Sayat Nova’nın hayatı hakkında doksan dakikalık meditasyonal ve tam bir sürrealist film örneği olan Narın Rengi’ni (1969) çekti, ki başyapıtı sayılır. Film, “şairin iç dünyasını yeniden yaratmak” için tasarlanmış bir dizi rüya tablosundan oluşur. Çok zor şartlar altında çekilen bu film anlaşılması zor, ama öte yandan da resimsel olarak inanılmaz güzeldir. Yönetmenin dediği gibi sürrealist bir yaklaşım olan, içsel gerçekliğin imajlara yansıtılmasıdır. Konusu itibariyle Andrei Rublev ile karşılaştırılan Nar’ın Rengi bir tür halüsinasyonudur; parlak renkli ve hareketli Fars minyatürleri ile anlatılan bir yaşam öyküsüdür. Detaylı el yapımı kostümler giymiş oyuncular, tekrarlayan stilize jestler uygulayarak, havada altın bir top atarak veya sembolik görünümlü nesneler ile tuhaf bir zamansal boşlukta hareket ederler. Filmdeki her bir eylem ve imaj zarif bir şekilde detaylandırılmış ve belirli bir amaca hizmet etmek için tasarlanmış ritüeller şeklindedir.
Narın Rengi’nden sonra ise Paradjanov yine hapishaneye düştü ve ortaya bugün Pera Müzesi’nde görebileceğimiz eserler toplamı ortaya çıktı. Bu büyük yönetmen çuldan bebek yapımında uzman olmuştu! Tutankamon’un bir bebeğini, arkadaşı Lilya Brik’in bir bebeğini yaptı. Mona Lisa’yı kolajladı, Fellini’nin mektubunu bir sanat eserine çevirdi. Kendi deyimiyle kolaj üretmek bir tür sinema yapmaktı onun için. Kolajlar bir şeyleri transfer etmek anlamına gelir onun için, bir duygunun ve buna bağlı olarak bir materyalin başka bir materyale transferi, tıpkı sinemada olduğu gibi. Bu işler yine sürrealistlerin çok sevdiği otomatizmin de izlerini taşır, duygunun ve fikrin içten geldiği gibi doğrudan malzemeye yansıtılması.
Paradjanov daha sonra, Sovyetler’in çözülmeye başladığı zamanlarda son iki filmini çekti: Suram Efsanesi Kalesi (1984) ve Aşık Kerib (1988). Mikhail Lermontov’un bir Türk halk masalını kullanarak yazdığı Ashik Kerib, sevgilisiyle evlenmek için yeterli para kazanmak için dolaşarak bin bir gün geçirmek zorunda kalan bir halk şairinin hikâyesidir. Bu iki film üzerinden söyleyebiliriz ki onun sineması, aynı zamanda masalların, söylencelerin ve şairlerin izlerini barındırır. Çünkü masallar ve şiirler rasyonel-sembolik gerçekliğimizin ötesindeki, sürrealistlerin çok sevdiği Freud’yen bilinçaltına uzanabilen yegâne anlatılardır. Bu iki film bu anlamda ve biçimsel olarak yine farklıdırlar, bir kukla gösterisinin hiper gerçekçiliği sofistike olana karışır. Kötü karakterler pençeler üzerinde dururlar, kötü çobanlar narlarını fırlatmak için bir köleyi zorlarlar, üst açıdan filme alınmış devasa bir koyun sürüsü tuhaf manzaralar çizer…
Bu kadar etkileyici ve çok yönlü bir sanatçı olmasına rağmen (Tarkovsky hakkında çok yazılıp çizilmiştir mesela) Sergei Paradjanov hakkında sinema tarihlerinde çok az malzemeye rastlarsınız. Bunun başta gelen nedeni elbette sürrealist sinema yapmanın biçimsel zorluğu ve hikâye anlatmaktan uzaklaşmanın getirdiği risktir. Zaten bu yüzden başta Bunuel, tüm sürrealist sinemacılar daha sonra vazgeçip realist filmlere yönelmedi mi? Diğer yandan fazlasıyla yerel öğelere ağırlık vermesi, çok farklı lehçeleri aynı film içerisinde kullanması da onu izleyici açısından oldukça zorlayıcı hale getirir. Bu fazlasıyla soyut, içsel ama öte yandan polifonik ve meta anlatılara açık sanatçıyı anlamak zordur, ama aynı oranda da tatmin edicidir. Pera Müzesi’nin sergisi bu ülkemizde az bilinen sanatçıyı hatırlamak, dönemi ve işleri üzerinde düşünmek için birebir. Özellikle benzer biçimsel filmlerin batağına çekildiğimiz bu sinemasal ortamda Paradjanov izlemek bize yeni kapılar açacak, ufkumuzu genişletecektir.
Murat Tırpan / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder