21 Aralık 2019 Cumartesi

Osmanlı, Çingenelere ne yaptı? - OKAN ÇİL / duvaR

Hem devlet hem toplum nezdinde hırsız, düzenbaz olarak nitelendirilen Çingenelerin başları dertten pek kurtulmuyordu. Nerede bir hırsızlık yapılsa, nerede biri öldürülse civardaki Çingenelerden hesap soruluyordu. Hor görüldüler, özel günleri basıldı, vergilerle belleri bükülmeye çalışıldı. Peki bu Çingeneler kimlerdi?

Çingeneler ve Çingene kültürü pek çok yerde gerçeklikten uzak bir temsiliyetle, yer yer karikatürize edilerek ve önyargıyla dolu şekilde karşımıza çıkar. Türkiye’de ve dünyada, Çingenelere yönelik yerleşen bu yargıları, ötekileştirme zihniyeti anlayabilmek için, işin tarihsel kökenine gitmekte fayda var.
Çingenelerle ilgili ilk araştırmaların, 1780 yıllarında, Heinrich Morizt Grellman ve Jacop Carl Christoph Rudiger isimli iki Alman dilbilimci tarafından yapıldığı iddia edilse de Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde de Çingenelerle, Kıptîlerle ilgili sosyolojik veriler mevcut.
Osmanlı kaynaklarında Çingene ve Kıptî kelimeleri benzer anlamlara karşılık gelmekteydi. Göçebe bir halk olan Çingenelerin, gittikleri her ülkede de çeşitli lakaplarla anıldıklarını görüyoruz. Cigagin Bulgarca, Zingari İtalyanca, Tsigane Fransızca… İlginçtir; hemen her dilde de olumsuz bir anlamla beraber anılan bu kelimeler, bize yüzyıllar öncesinden bir şeyler söylüyor aslında.
Çingenelerin farklı milletlerce söz birliği edilmişçesine ötekileştirilmesinin belki de en temel nedeni, onların göçebe olmasından ve kontrol altına girmek istemediklerinden ötürü düzeni bozmalarından kaynaklanıyor. Yapılan araştırmalar, kökenlerinin Hindistan’a dayandığını söylese de V. yüzyıldaki toplu göçlerinden sonra uzun süre Mısır’da yaşamaları, onların Mısırlı olduğu fikrini doğurmuştu. (Egypt – Gypsy – Kıptî) V.-XIV. yüzyıl arası düzensiz aralıklarla ve çeşitli kollara bölünmüş olarak İran’a, Mısır’a, Anadolu’ya, Balkanlar ve Avrupa’ya dek ilerlemişlerdi. Göç esnasında benzer güzergâhları tercih ettiklerinden, bir savunma mekanizması olarak, arkadan gelenleri uyarmak için çeşitli yerlere yön işaretleri bırakmayı ihmal etmemişlerdi.
Bu süreçte göç eden kolların bir kısmı yerleşik hayatı kabul etseler de tıpkı göçerler / yarı göçerler gibi bir muameleye tabi tutulduklarını cizyedârların raporlarından, kadı sicillerindeki davalardan ve kanunnamelerden okuyabiliyoruz.
ÇİNGENELERLE EVLENMEME YASASI! 
İçinde yaşadıkları toplumun dilini, dinini, âdetini benimseme noktasında pek zorluk çekmeyen Çingeneler, yine aynı toplulukça ötelenmeye devam ederler. Mesela Eflak ve Boğdan’da, Çingenelerle yerli halk arasında çok nadir de olsa yapılan evliliklerin önüne geçebilmek için 1766’da, Boğdan Prensi tarafından bir yasa çıkarılmıştı. Bu ve buna benzer nedenler yüzünden kendi içlerinde evlenip çoğalan Çingeneler, özlerini korumayı da başarmışlardı. Dünyanın farklı ülkelerinde (değişen sosyolojik koşulları göz önünde bulundurarak) benzer meslekleri icra etmeleri (bohçacılık, falcılık, müzisyenlik, çiçekçilik, ayı oynatıcılığı, kalaycılık vs.) ve benzer kültürel kodlara sahip olmaları (Hıdırellez, dans, göçebelik, kadınların ve çocukların çalışması vs.) önemli bir ayrıntıdır.
Diğer taraftan Müslümanlıkları, Hristiyanlıkları, Yahudilikleri de her zaman tartışma konusu olmuştu. Evliya Çelebi, Kıptilerin “Kâfirler ile kızıl yumurta, Müslümanlar ile Kurban Bayramı ve Yahudiler ile Kamış Bayramı,” yaptıklarını söyler. Hatta göçebeliği sürdürenlerin daha çok Alevi-Bektaşiliği, yerleşikliği kabul edenlerinse Sünniliği seçmeleri de üstüne düşünmeye değer bir konu.
Osmanlı kayıtlarına girmeleri de İstanbul fethi sonrasında, Balkanlarla etkileşim kurulmasıyla beraber gerçekleşmişti. Bu kayıtların ilk hâlini tahrir defterlerinde görmekteyiz. Tahrir kayıtları, her ne kadar vergi sisteminin düzenlenmesine yönelik tutulmuşsa da o bölgenin ve o bölgedeki insan topluluğunun sayısı, mesleği, milleti ve dini hakkında (hane bazlı olarak) önemli bir kaynak niteliğindedir.
MÜSLÜMANLAR AMA VERGİ VERİYORLAR! 
Osmanlı’nın temel gelir vergilerinden biri olan cizye, sadece gayrimüslimden alınırken, Müslüman Çingeneler de bu vergiye dahil edilmişlerdi. Tabii şöyle bir farkla; gayrimüslimden 25 akçe tahsil ediliyorsa, Müslüman Çingeneden 22 akçe istenmekteydi. Onların gerçekten değil, görünüşte Müslümanlaştıklarına inanılıyordu.
Sultan Fatih döneminde hazırlanan kanunnamelerin birinde geçen şu cümleler hayli enteresandır. “Müslüman olan Çingene, kâfir olan Çingeneler arasında oturmamalı, Müslümanla karışmalıdır. İlle de onlarla birlikte oturup Müslümanlara karışmayacak olursa, onların da kâfirler gibi haraçları alınmalıdır.”
Diğer bir değişle vergi meselesi, Osmanlı’yla Çingeneler arasındaki çatışmanın uzun yıllar boyunca sürmesine sebep olmuştu. Bu ve buna benzer nedenler yüzünden bir kısım Çingenenin eşkıyalığa kalkıştığı, soygunculuk yaptığı ve insan öldürdüğü de kayıtlarda bulunmaktadır. Yakalanan eşkıyaların bir kısmı öldürülürken, bir kısmı da Tersâne-i Âmire’ye (Haliç Tersanesi) kürekçi olarak sokulurlar. (Kürek cezasının ne menem bir bela olduğunu anlamak için Emrah Safa Gürkan’ın Sultanın Korsanları kitabına ya da kitapla ilgili yazdığım şu yazıya bakabilirsiniz.)
Çingeneleri yerleşik hayata geçirmek ve bu sayede vergi sisteminin işleyişini sağlamak için çeşitli düzenlere giden Osmanlı, ilk olarak Çingenelerin belirli kazalar dahilinde göç etmelerine izin verir. Aksi bir durum söz konusu olduğundaysa yakalanıp o sınırlara geri getirilirler ve vakanın durumuna göre cezalandırılırlardı.
Çingenelerin vergi sistemine karşı geliştirdikleri taktiklerin başında da işte bu vardı; yer değiştirmek. Cizyedârların civar köylerde olduğu haber alındığında, hemen tası tarağı toplayıp kaçıyorlardı. Cizyedârlar aynı zamanda, onları yakalayıp getirmekle de görevli olduklarından trajikomik bir kaçma kovalamaca hikâyesi yaşanıyordu.
Bazen de kaçmayıp, cizyedârları soyup öldürüyorlardı. Yaşanan irili ufaklı çatışmalar ve benzer örnekler neticesinde, Çingenelerin at ve kısrak kullanmaları dahi yasaklandı. Sadece eşekle seyahat etmelerine izin veriliyordu.
Çingenelerin maruz kaldıkları bu durum, zaman zaman da cizyedârların suiistimalleriyle karşılaşıyordu. Cizyedârlar, bu cahil göçmenlerden fazlaca vergi tahsil edebiliyorlardı. Bazen de vergiyi tahsil ettikleri hâlde, kayda geçirmeyip ceplerine atıyorlar ve Çingenelerin kaçıp gittiklerini söylüyorlardı.
Cizyedârlara onları yakalama görevi biraz da bu yüzden verilmiştir diye düşünülebilir. Hatta belli bölgelerde, tahsil edilmeyen cizyenin, cizyedârdan alınması gibi yöntemlere de başvurulduğunu okuyoruz. Buradan düşününce, yaşanan çatışmaların nedeni daha anlaşılır oluyor. Çingeneler kaçıp gittiklerinde, cizyedârlar ya onların peşine düşüyor ya bin bela okuyup akçeyi çıkarıp kendi veriyor, yeterli paraları yoksa cezalandırılmaktan korktukları için, Çingeneler gibi sırrı kadem bastıkları da oluyordu.
Ağırlıklı olarak Rumeli dolaylarında yaşayan Çingenelerin, İstanbul’un fethinden sonra Kasımpaşa, Ayvansaray, Sulukule, Üsküdar’ın Selamsız Mahallesi gibi yerlere, daha o yıllarda yerleşmeye başladıklarını görüyoruz. Fakat bu yerleşmeler, yukarıda bahsettiğimiz gibi, her an değişime açık durumdaydı.
Cizyedârların bu belaya karşı buldukları çözümse hayli ilginç; madem Çingeneler sürekli kaçıyorlar, o zaman onların toplanma günlerinde vergi tahsilatı yapalım. İşte bu yüzden Rumi 23 Nisan (6 Mayıs) gününe denk gelen Kakava Bayramı’nda, yani Hıdırellez gününde yapışıyorlardı yakalarına…
Konuyla ilgili kadı sicillerini araştırdığımda, 1663-1664 yıllarında Hasan bin Bâli isimli bir Çingenenin cizye vergisinden muaf tutulmak, ehli sünnet bir Müslüman olduğunu kanıtlamak ve babasının yükünü çekmemek için açtığı bir davaya rastladım. Mahalleden getirdiği şahitlerle “Müslüman” olduğu onaylanınca vergiden muaf tutulabiliyor ancak.
Bu, karşımıza çıkan tek bir örnek. Çeşitli nedenlerle vergiden muaf tutulmalar, akçe sayısının düştüğü durumlar da mevcut fakat hem devlet hem toplum nezdinde hırsız, düzenbaz olarak nitelendirilen Çingenelerin başları dertten pek kurtulmuyordu. Nerede bir hırsızlık yapılsa, nerede biri öldürülse civardaki Çingenelerden hesap soruluyordu. Hatta yer yer suçsuz insanların dahi cezalandırıldığı oluyordu.
Osmanlı, Çingene meselesini çözmek için bir sürü şey yapsa da kalıcı bir rahatlama yaşanmamıştı. Sultan Fatih’den sonra Sultan Süleyman, Çingenelere sancak vererek (Livâ-i Çingâne) onları kontrol altında tutmaya çalışmış, ancak Osmanlı’nın son dönemine kadar benzer düzenlemelere devam edilmişti. Tanzimat yıllarında çıkarılar Kıbtîler Nizamnâmesi bu açıdan önemli bir göstergedir.
Son kertede; bir türlü zapturapt altına alınamayan Çingeneler, kendi kültürleri ve yaşayış biçimleriyle günümüze kadar geldiler ve 15. yüzyıldan beri olduğu gibi eğlencenin, müziğin, sokağın yanı başından ayrılmadılar.
Okan Çil / duvaR

Kaynakça
  • Osmanlı Toplumunda Çingeneler, İsmail Altınöz, Türk Tarih Kurumu, 2013, Syf: 36

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder