26 Ocak 2020 Pazar

Deprem - Mine G. Kırıkkanat

İlk sarsıntı olduğunda, tavla oynadıkları sehpa hafifçe yerinden oynadı, atılan zarların tıngırtısı biraz uzun sürdü, o kadar.
‘Şeş caar!’ dedi, dede.
‘Altı beş!’ dedi, baba.
Ve devam ettiler.
Ataerkil bir aileydi. Orta halli bir evde, ana baba, dede torun, dayı yenge birlikte otururlardı. Hırlaştıkları olurdu, ama seviştikleri günler de vardı.
İkinci sarsıntı ile duvardaki Ata portresi yan yattı. Tepedeki lamba şöyle bir gidip geldi, atılan zarlar çalkalandı.
‘Yahu ben penci düş atmıştım, dü beşe döndü!’ diye şaşırdı, dede. 
‘Yer sarsılıyor!’ diye bağırdı, torun.
Dayı yerinden fırlayıp Ata portresinin yanında asılı duran mavzerini kaptı, pencereye seyirtip mevzilendi:
‘Kimse kıpırdamasın, yakarım!’
Ana çığlık çığlığaydı:
‘Oğlum, oğlum! Kirişin altına gir, koru kendini!’
Baba, ilk şaşkınlıktan sonra tüfeği sokağa doğrultan dayıyı sakinleştirmeye çalıştı.
‘Sokak kıpırdamıyor birader, kendine gel, yer sarsıntısı oluyor, yer sarsıntısı!’
Dede, ‘Bizim zamanımızda yerler böyle sarsılmazdı!’ dedi.  
‘Bırakın yakayım bu evi sallayanları!’ diye bağıran dayı ile tüfeği onun elinden almaya çalışan baba, pencere kenarında boğuşuyorlardı.
Kuran okumakta olan yengenin tiz sesi, işaret parmağını havaya dikip ‘Dinsizler imansızlar, kıyamet günü geldi işte, hesabını verin günahlarınızın bakalım!’ diye çınladı.
Üçüncü sarsıntıyla birlikte, Ata’nın sureti yere düştü, tavla devrildi, zarlar ortalığa saçıldı. Dayı, tüfek elinde hazırola geçti.
‘Saat dokuzu beş geçe, Atam Dolmabahçe’de gözlerini kapadı, bütün dünya ağladı, doktor doktor kalksana, lambaları yaksana, Atam elden gidiyor, çaresine baksana!’
‘Elektrik kesik ama’ dedi baba.
‘Sular da gelmedi bugün’ diye sızlandı ana.
Torun, ‘Saçmalamayı bırakın!’ diye gürledi. ‘Derhal evden çıkmamız gerekiyor!’
Dede, yere saçılan zarları topluyordu. 
‘Ana, şeş beş gelmiş!’
Ana oğlunun koluna yapıştı.
‘Hayır çıkma! Masanın altına sığınalım.’
Yenge kendisini masanın altına attı.
‘Masanın altı benim, kimse giremez!’
Baba kirişlere sarılmış ağlıyor, dayı devrildiği koltuktan bağırıyordu:
‘Bırakın tepeleyeyim yeri sarsanları!’
Torun, ‘Canımızı kurtaralım, dışarı çıkalım, ne olur!’ diye yalvardı.
Ana, ‘Kal beraber ölelim’ diye inledi. 
Baba bağırdı: ‘Evim elden gidiyor, devlet nerede?’
Dede dört ayak üstünde emekliyor; dayı kalkamadığı koltuktan mavzerinin kurşunlarını boşaltıyordu, pencereye doğru ve görünmez düşmanlar üstüne.
Yenge masanın altında altın bileziklerine ve faizdeki hesaplarına ağıt yakıyordu. ‘Vademi kimler yiyecek aaahh... Duamı kimler diyecek vaahh...’
Dördüncü sarsıntının şiddetiyle hepsi yere yuvarlandı.
Evin kapıları menteşelerinden çıktı, ardına kadar açıldı.
Deprem gelmişti.*
Ne değişti dostlar, ne değişti?
Yukarıdaki öyküyü, 1999 yılında yaşadığımız iki büyük depremden üç yıl önce, yani Yalova’da kaybettiğim yakınlarım, dostlarım hayattayken ve bu depremlerin yarattığı toplumsal travmadan henüz etkilenmeden yazmıştım, sevgili okurlarım. 
Neden daha o yıllarda bile yaşamadığım bir deprem olgusuna takılmış; Türkiye’nin her anlamda dökülen sosyal yapısını, yıkılma tehlikesini, önsezi denebilecek deprem metaforuyla anlatmak istemiştim, ben de bilmiyorum...
Ama 1996’da yazdığım bu öyküyü tekrar okurken, betimlediğim koşulların pek de değişmediğini fark ettim.
Koyun duvardaki Ata portresinin yanına Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotoğrafını; mümin yenge elbette ki çok daha saldırgan, hatta dede de hacı olmuştur arada, ama öyküdeki toplumsal taslak, o gün olduğu gibi bugün için de geçerli değil mi?
Bu öyküden yedi, 1999 afetinden dört yıl sonra, İstanbul’un beklediği depremin jeopolitik sonuçlarını bilimsel verilere dayanarak kurguladığım bir uyarı, hatta alarm romanı yazdım: Bir Gün Gece**.
İlk baskısı 2003’te yapılan romanda tarif ve ihbar ettiğim hiçbir altyapı ya da üstyapı çarpıklığı aradan geçen on altı koca yılda değişmediği gibi, katmerlendi, çoğaldı, genişledi ve afetin vereceği zarar oranı beşe katlandı! 
Kitap yıllardır çok okunuyor, hep konuşuluyor, ama gidişatı değiştirebilecek yetkililerde en küçük bir ürperti, sorumluluk benzeri bir duyarlılık yaratmadı, yaratmıyor!
Deprem vergilerinin deprem felaketinden gayrı her şeye harcandığı bir ülkede, zaten hangi duyarlılığın anlamı ve karşılığı var ki?
Elazığ’da yakınlarını yitiren yurttaşlarımıza sabır, yaralılara şifa diliyorum.
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
* Topuk Tıkırtıları/Milliyet Yayınları, 1996
** Kırmızı Kedi Yayınevi, 2018

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder