21. yüzyılın başında tuhaf bir biçimde her şey 20. yüzyılın başındakine benzeme eğilimi gösteriyor. İç çatışmalarla sarsılıyorduk, iç çatışmalarla sarsılıyoruz. Bir dünya savaşının eşiğindeydik, bir dünya savaşının eşiğindeyiz. Hamit’in iktidarındaydık, “Payitaht Hamit”in iktidarındayız. Hürriyetsizdik ve Cumhuriyet arzuluyorduk, hürriyetsiziz ve Cumhuriyet arzuluyoruz. Onca hayhuyun arasında vatanın ellerimizin arasından kayıp gideceğinden korkuyor, bizi bir arada tutacak bir tutkal arıyorduk.
Parçalandık ve bir tutkal arıyoruz.
Hamit paranoyaları nedeniyle bir karikatüre dönüşmüş olsa da görmüş geçirmiş bir hanedanın son kuşağına dahil olmanın bütün vakarını üzerinde taşıyordu. Mütevazıydı. Bâb-ı Ali’nin yetkilerini iç edip ülkeyi Yıldız’dan yönetmeye başlamıştı ama akrabaları daha önce sayısız kez alaşağı edilip kellesi vurulduğundan “ölçülü” olmaya özen gösteriyordu. Devlet çürümüş olsa bile toplum dinamikti. O kadar ki onu bir saray darbesiyle tahta oturan Mithat Paşa, tahtan indiren Enver Paşaydı.
Evet, Hegel’in dediği gibi dünya tarihindeki tüm büyük olgular ve kişiler iki kez ortaya çıkar. Trajediyi geçtik, komedi faslındayız. Hamit yerine Payitaht Hamit, Mithat Paşa yerine Hulusi Paşa. Talat Paşa yerine Fethullah Gülen. 31 Mart gerici ayaklanması yerine 15 Temmuz gerici kalkışması, Yıldız yerine Beştepe Külliyesi…
Hakkında yazılanlara bakılırsa ilkinin Müslümanlığı sahici, dindarlığı siyasiydi. Avrupa’ya hayrandı ama öte yandan büyük güçlerin oyunlarla mülkünü elinden almak istediğinden kuşkulanıyordu. Dindarlığı bir savunma mekanizmasıydı. Korktuğunda dindar görünmeye çalışıyordu. Çok korktu çok dindar oldu. Haksız da sayılmazdı. İktidarının son yıllarında Anadolu’da Ermeni Tebaası ayaklanmıştı. İmparatorluğun kalbi olan Balkanlar kaynıyordu. Emperyalist merkezlerde topraklarını paylaşma planları yapılıyordu.
***
1908 Hürriyet Devrimi geçici bir rahatlama sağladı. İmamlar, papazlar, hahamlar kol kola gezdi. Makedonya dağlarındaki Rum, Bulgar, Makedon çeteler ovaya indi. Doğu Anadolu’daki Ermeni çeteler peşindeki müfrezelerle kucaklaştı, barıştı. İç savaş nihayet bitmişti. Ülkesinin nefes aldığı kısa sürenin onun yokluğuyla mümkün olmasını rastlantı sayamayız.
Hürriyet’ten dört yıl sonra, 1912’de başlayan Balkan savaşı az zamanda büyük bir ricata dönüştü. Osmanlı ordusu 250 bin zayiat vermiş, Avrupa Türkiye’sindeki topraklarının yüzde 83’ünü ve nüfusunun yüzde 69’unu kaybetmişti. Artık “kültür başkenti” Selanik yoktu. Kuruluşundan bu yana Avrupa’nın bir parçası olan imparatorluk kısa sürede neredeyse tamamen kıtanın dışına itilmişti.
Osmanlı, Balkan Savaşları ile Küçük Asya’ya sıkıştırıldı fakat Dünya Savaşı o küçük vatanı da tartışmalı hale getirdi. “Osmanlıcılık” için artık imkân kalmamıştı. “Türkçülüğü” mümkün kılan işte bu hızlı küçülme ve büyük çaresizlikti. İttihat ve Terakki, 1913’te Türkçeyi imparatorluk liselerinde tek eğitim dili ilan etti. Çaresizliktendir. Türkçülük büyük çaresizliğimizdir.
Çaresizdik, çok abarttık ve hiç güvenmedik. Türklüğümüzü hep nominal bir İslam’la tahkim etmeye çalıştık. Anadolu’ya sıkıştırılanlar Türklüğün de ellerinden kayıp gitmesinden korkuyorlardı. Nüfus ayarlamalarına gittiler, hassas bölgelerdeki Türk unsurları daha görünür kılmak istiyorlardı. Göçler, tehcirler dönemi böyle başladı. Esası çaresizliktir. “Türk-İslam Sentezi” kaybedilmiş büyük yurdun küçük, çarpık bir hayaletidir.
***
Enver Paşa, çaresiz olduğumuzu hiç kabul etmedi. Çok parlaktı, Hürriyet kahramanıydı. Osmanlı’nın büyük savaşa girmesine öncülük ederken bile çare bulacağına inanıyordu. Baktı olmayacak dönüp tek tabanca Bab-ı Ali’yi bastı. Hükumeti devirdi, İttihat ve Terakki’yi yeniden iktidar yaptı. Sonra koştu gitti, direnişle karşılaşmadan, Edirne'ye girdi. Edirne Fatihimizdir. Almanya’nın savaşı kazanacağından emindi. Onun yanında saf tutarak İmparatorluk topraklarını geri alacağına inanıyordu. Fakat tarih onun için bambaşka bir son hazırlamıştı. Serüvenine Osmanlıcı olarak başladı, biçare bir Türkçü olarak bitirdi. Rusya’daki Türkleri birleştirip büyük Türk yurdu için ayaklandırmak isterken Türkistan’da öldürüldü.
“Sarıkamış içi meşe
Urus yaktı hep ataşa
Bizi koydun eli bağlı
Nereye gittin ey Enver Paşa”
Onu bir de Sarıkamış Faciasıyla hatırlıyoruz. Harbiye Nazırı olmasına rağmen ordunun Rus kuvvetlerine karşı giriştiği Sarıkamış Kış Harekâtının komutanlığını üstlendi. 1915'te gerçekleşen o harekâtta Türk birlikleri tam bir bozguna uğradı. 78 bin asker boş yere öldü. Bırakıp İstanbul’a döndü. İstanbul basınında Sarıkamış bozgunu hakkında yayın yapılmasını yasakladı. Korkunç bozgun beş yıl sonra katılan subaylardan birinin anılarını yazmasıyla ortaya çıktı.
Enver maceracıdır amma asla bir Hulusi Paşa değildir. Renklidir, cesaretlidir, cüretlidir. İstemediği görevleri ve hazır olmadığı rolleri tereddütsüz üstlenmiştir. Vatanseverdir. Enver, trajedidir.
İnsan beyni seçicidir, trajedileri unutmak ister. Enver’i unuttuk. Türkistan’da çürümeye terkedilen cesedi ancak 1996’da İstanbul’a getirildi. Abide-i Hürriyet’e Talat Bey’in yanına gömüldü. Törene dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Devlet Bakanı Abdullah Gül, Kültür Bakanı İsmail Kahraman katıldı. Enver’i neredeyse bir asır sonra yeni vatanına getirebildik. O sırada açılışında rol oynadığı Hürriyet ve Cumhuriyet dönemi kapanıyordu…
***
Enver hep büyük vatanın peşindeydi. Mustafa Kemal ise elde kalana razı olarak başladı. Cumhuriyetin ardından bütün yapıp-ettiklerini, eldekini, imparatorluktan arta kalan küçük Anadolu’yu yeni yurt olarak benimsetme çabasından ibaret sayabiliriz. Mecburduk ve mecburiyetimizi kabul eden tek kişi vardı. Kemalizm’dir.
Cumhuriyet bitip Kemalizm tasfiye edilince içinden bir Enver karikatürünün çıkması kaçınılmazdı. “Payitaht Hamit”in bir Hamit-Enver sentezi olarak ortaya çıkmasını da rastlantı sayamayız. Panislamizm’in ve Pantürkizm’in tuhaf bir karışımı olan bir yeni bir bakış açısı var. Biraz “Diriliş Ertuğrul”, biraz “Payitaht Abdülhamit”tir. Yaldızı biraz kazınırsa “İhvan-ı Müslimin”e varılır ki, Suriye’deki bataklığa saplanmamızda hepsinin payı var.
“Aşağıdan ses geliyor
Figan bağrımı deliyor
Kör olasın Enver Paşa
Gelinleri el alıyor”
Yersiz maceracılığın kaçınılmaz sonucudur, gelinleri el alır.
Sonuna yaklaşıyoruz. “Türk-İslam Sentezi” kaybedilmiş büyük yurdun küçük, çarpık hayaletidir. Varlık nedeni çaresizliktir. Cumhuriyeti yaşatamadık, laikliği sindiremedik ve hürriyeti koruyamadık. Koşup Hamit’in bir karikatürünü bulduk. Fakat Enver’in karikatürünü bile bulamadık. Kendimize harıl harıl bir Sarıkamış arıyorduk, İdlib’de bulduk. Çaresizliğimizdir.
21. yüzyılın başında tuhaf bir biçimde her şey 20. yüzyılın başındakine benzeme eğilimi gösteriyor. Sosyalizme koşuyorduk, sosyalizme koşuyoruz.
Orhan Gökdemir / SOL