Bu konuda üç ana eksenin oluştuğunu söylemek mümkündür. İlki, ana akım görüşün iki yüzünü, ikincisi sol-liberal yaklaşımı, üçüncüsü ise sosyalist ve komünistlerin duruşudur.
İlk gruba mensup görüşler, pandemi karşısında AB’nin dayanışma gösteremediğini, savunduğu demokratik normların büyük çoğunluğunu tükettiğini, Avrupalı ulusları bir arada tutacak yeni bir şey üretemediğini böylece AB’nin hızla dağılacağını ileri sürmekte. Aynı grupta, madalyonun diğer yüzünden bakanlar, AB’nin bu krizi de atlatacağını, Avrupa Birliği’nin dağılmasının Avrupa ulusları arasında savaşa yol açacağını, AB’nin başat aktörleri, Almanya ve Fransa’nın bunu bildiği ve işlerine yaradığı için AB’nin dağılmayacağını ileri sürmekteler.
Bu grup yaklaşımda iki farklı öngörü bulunsa da esasen ikisi de tek bir varsayımdan hareket ediyor: “Avrupa bütünleşmesi savaşı önlemeyi öngören Avrupa ulusları arasında bir barış projesidir”. Bu bakış açısı içinde AB içi hiyerarşik yapıya, örneğin Almanya ve Fransa’nın başat ve baskın durumda oluşlarına eleştiri getirenler bulunsa da son tahlilde bu grupta bulunan yaklaşımlar sınıflar arası eşitsizlik toplumsal düzeni tehdit eder noktaya gelmediği zamanlarda sınıfsal farklılıkları göz ardı eder. Tarihsel verilerin gösterdiği üzere bugüne kadar temel insan hakları değerlerini savunan demokratlık ve sosyal demokrasi tam da madalyonun iki yüzünü temsilen bu noktada çok işlevsel bir rol üstlendiler.
Bugün bu rolü ne demokratlar ne de sosyal demokratlar üstlenebiliyorlar! Adını doğru koyalım, uzun süredir yaşanan gerçek şu; AB’de merkez sağ ve solun çöküşü gerçekleşti. Bu grupta bulunan ana akım yaklaşımın iki yüzü de AB içinde de eşitsizliğin giderek arttığının farkında ve bunun yaratabileceği toplumsal sorunlara karşı sosyal demokrasiyi yeniden öne çıkarmaya, çare olarak sunmaya, çalışıyorlar.
Bir başka yönüyle, pandemi dönemi - sosyal demokrasi nasıl kurtarılabilir - sorunsalına ivme kazandırdı. Çoğu sosyal demokrat partiler adeta pandemiden medet umar durumda. Geçmişte sosyal devletin inşa ettiği sağlık hizmetlerinin yok edilişine adeta seyirci kalan, güya-karşı koyan, “ama sistemden zengin ile fakir aynı ölçüde yararlanmıyor”, “zenginler biraz olsun katkı koysunlar”, “eşitsizliğin azaltılması böyle olur” diyenler bugün esasen halk sağlığının tartışmasız kamusal hizmet alanı olduğunu, bunun planlı yapılmadığı durumda sermayeye hizmet etmekten başka bir işe yaramadığı, sermaye ile flört etmenin bedelinin ise ağır olduğunu ancak pandemi ile görebildiler.
Ne yazık ki, ana akım yaklaşımların bu girdaptan çıkış önerileri, bir süre önce yaptıkları gibi (bir kısmı halen devam eden) neoliberalizme karşı sergiledikleri tavırdan farklı gözükmüyor. 1990’lı yıllarda yaptıkları gibi, bugün de kapitalist-emperyalist sisteme karşı çıkmak yerine bu sistem içinde neoliberal politikanın revize edilmesiyle sorunların aşılabileceğini varsayıyorlar.
Neoliberal politikanın revize edilmesi elbette bazı sorunları kısmi olarak azaltabilir, ancak bu palyatif, kısmi sorun çözücü olmanın ötesine geçemez. Sorun yeniden, dönüşerek, ortaya çıkar.
Yukarıda özetlediğimiz ana akım yaklaşımın iki temsilcisinin de analizlerinde noksan ve hatalı yönlerin bulunduğunu dile getiren eleştirel, sol yaklaşımlar da var. Bunlar AB’nin geleceğini tartışırken öncelikli meselenin Avrupa barışı olmadığının altını çizdikten sonra, AB içinde eşitsizliğin arttığına dikkat çekmektedirler. Sosyal demokrasiye yeşil ışık yakan, örneğin Yanis Varufakis’in önerdiği “İlerici Enternasyonalizm” oluşturma fikri, sol-liberal duruşu temsil eder. Bunların amacı öncelikle eşitsizlik hızının artmasının önlenmesidir. Gelir dağılımına müdahale edilerek bunun mümkün olacağını ileri sürmektedirler ki, bu sol-liberallerin sistemi dönüştürmekteki sınırlılıklarını gösterir.
Yukarıda bahsedilen yaklaşımların hepsine temelden eleştiri getiren yaklaşımların sonuncusu, sosyalist ve komünistlerin duruşudur. Bunlar AB’nin geleceğini tartışırken geçmişte olduğu gibi, bugün de esas itibarıyla AB’nin oluşumundan bugün pandemi karşısında gösterdiği tutuma kadar hepsinin sınıfsal niteliği bulunduğunu, AB’nin işçi sınıfının sorununu geçmişte çözmediği gibi, ileride de çözebileceğini ileri sürmenin temelde yanlış olduğunu savunmaktadır. Bunlara göre sorun eşitsizlik hızının artması veya azalması ile sınırlı değildir. Sorun eşitsizliğin azaltılmasıyla da giderilemez. Bu noktada sol-liberal yaklaşımlardan farklıdırlar.
Açıkça söylemek gerekirse, AB’nin geleceği konusunda en net tavrı gösterenin sosyalist ve komünistlerin olduğunu söylemek mümkündür. Bunlar AB’yi kapitalist-emperyalist sistemin bölgesel bir birliği olduğunu, bu sistem içinde hareket ettiği için AB’nin sermayenin çıkarlarına hizmet etmekten başka bir işlevi olmadığını, son tahlilde kapitalist-emperyalist sistem ilga edilip yerine sosyalist sistem kurulduğunda sorunların çözülebileceğini savunmaktadırlar. Doğru duruşa ne denebilir ki!
Mustafa Türkeş / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder