Emperyalizm kavramı solun kendisinin üretmediği, ama devralıp maharetle kullandığı bir kavramdır. Doğumunu 19. Yüzyıl’ın son çeyreğinde İngiltere’de iktidarı paslaşarak paylaşan liberaller ile muhafazakârların İngiltere’nin sömürge siyasetinin ekonomik ve sosyal maliyetleri üzerine yürüttükleri ciddi bir tartışmaya borçluyuz. Bu tartışmada muhafazakâr Torylerin tamamı ve emperyalizme teşne liberaller sömürgeleştirme ve emperyalizmin “beyaz adamın yükü” olduğuna ve tanrının İngiltere’yi bu yükü taşımak göreviyle kutsadığına inanıyorlardı. Onlara muhalefet eden bir grup “sol” liberal ise emperyalizmin İngiliz halkı ve Majestelerinin hazinesi için maliyetli ve üretken kaynakları boşa harcayan israfçı bir macera olduğunu savunuyordu. Bu “sol” liberal cenah farkında olmadan kavramı sağdan alıp daha sola devretti. Bu tartışmadan çok kısa bir süre sonra Marksizmin klasik emperyalizm analizinin başyapıtları ortaya dökülmeye başladı (Hilferding, Luxemburg, Lenin ve Bukharin). Kavram artık ait olduğu yere ulaşmıştı, artık kapitalizmdeki kaçınılmaz olarak saldırgan, militarist, yağmacı, nobran ve sömürgen bir damarı nitelemek için kullanılacaktı.
Marksist klasik emperyalizm analizi aslında acil bir gereklilik ve ihtiyaç ortamında doğdu, Avrupalı emperyalistler apaçık bir emperyalist yağma savaşına doğru yol alıyorlardı. Üstelik Osmanlı’nın, Çin’in, Afrika’nın ve Orta Doğu’nun paylaşımını hedefleyen gizli anlaşmaların daha biri imzalanmadan diğeri gündeme geliyordu. Geç kapitalistleşen ve emperyalistleşenler pervasızca, arzularını gizlemeden pay istiyorlardı, ve üstelik bu istekte bulunurken bunu bir hak gibi gördüklerini hiç ama hiç gizlemiyorlardı. Haritalar sürekli güncelleniyor, siyasi coğrafya haritaları miatlarını günlük süt kadar çabuk dolduruyorlardı.
Emperyalizm her zaman yeni haritalar anlamına gelecekti (emperyalist basına ve Türkiye’nin yandaş basınına bakın, havada uçuşup duran Suriye haritaları karşısında nevriniz dönecektir).
İşte tam da bu ortamda Sosyalistlerin içindeki enternasyonalist kanat (ki savaş harcamalarına ve hazırlıklarına destek veren reformist döneklerden ayrıldıklarında Komünist Partileri kuracaklardı) savaşın aslında farklı ülkelerin emekçi sınıflarının sermaye için gırtlaklaşması anlamına geleceğinin bilincinde olarak acil bir adım atma gereği hissetti. Bu acil adımın kuramsal boyutu belki de düşün tarihindeki en yerinde ve en çok zamanına hitap eden adımın atılmasına yol açtı. Önce Hilferding, sonra Rosa, sonra Lenin ve Bukharin hala dimağlarımızı besleyen hacmi küçük ancak etkisi büyük bir külliyatı yarattılar. Tam da burada Kızıl Kartal’a, Luxemburg’a hakkını teslim etmemiz gerekir. Hayattayken yayınlandığını gördüğü tek derli toplu eseri olan ve Marksizm içinde çok ciddi tartışmalara yol açan Sermaye Birikimi 1913 yılında basıldı. Son bölümü “Bir Birikim Alanı Olarak Militarizm” çok ilginçti, kapitalist sermaye birikiminin kaçınılmaz bir şekilde militarizmi besleyeceğini ve emperyalist dinamikleri doğasında barındırdığını belirtti (bu son nokta çok önemliydi, önemine aşağıda işaret edilecektir). Kitap bir öngörüyü sürekli tevdi ediyordu; emperyalistler arası savaş kaçınılmazdı. Mesajın zamanlaması çok manidardı, Kızıl Kartal’ın dehasına yormalıyız. Bir yıl sonra Birinci Paylaşım Savaşı patlak verdi.
Marksist klasik emperyalizm tezi kuramsal yapısıyla aslında ilgili olduğu kuramsal alanı ne kadar dolduruyordu, tartışılmalıdır. Ancak şu tez ileri sürülebilir, klasik emperyalizm analizi aslında sol içi bir darbeydi. Rosa, Lenin, Liebknecht, Zimmerwald Solu; bu küçük ancak etkin cephe klasik emperyalizm teziyle Avrupa Sosyalizmi ve Sosyal Demokrasisi içindeki kendi burjuva hükümetlerini destekleyen reformist kanada karşı darbe yaptı.
Ancak belirttiğimiz gibi acil bir ihtiyaca cevap veren bu darbenin politik etkisi ve dokusu müthiş iken kuramsal dokusu her zaman geliştirilmeye muhtaç kaldı.1 Politik bir mevzi savaşının ortasında darbenin mimarları işin gerçeği çok da düşünmediler (örneğin Lenin’in çok etkili olan Emperyalizm eseri aslında çabucak yazılan bir broşürdü). Bu acil ihtiyacı giderme güdüsü kapitalizm ile emperyalizm arasındaki tarihsel ilişkinin bazı durumlarda eksik algılanmasına yol açtı. İleride bir yazıda detayları açılacak ancak şimdi birkaç eksikliği vurgulamak gerekiyor. Birincisi emperyalist eğilimi kapitalizmin tarihinde belirli milada ve döneme bağlamak bir tür eksiklikti. Emperyalist kapitalizmi dönemselleştirmek, emperyalist olmayan bir kapitalizmi kuramsal ve siyasal olarak olanaklı kıldı. Yani sokak diliyle emperyalist olmayan şirin ve katlanılabilir bir kapitalizmi ima etti. Aslında darbenin mimarı büyük ustalar pek tabi ki acil siyasal gerekler karşısında herhalde bunu düşünmediler ancak sulu sepken bir patikada yürüyen Avrososyalizm ve Avrokomünizm için reformist ve uyumcu bir hattı bilmeden de olsa desteklemiş oldular. Dediğimiz gibi önümüzdeki haftalarda detaylandırılacak bir tezi ileri sürmek gerekiyor, kapitalizm her zaman emperyalist idi. Emperyalist olmayan kapitalizm tahayyülü ne yazık ki solu stratejik ve programatik olarak geri mevzilere itti.
Bu eksiklik emperyalizm tartışmaları henüz gelişmiş kapitalistler arası bir paylaşım savaşının çerçevesi içinde yürütülürken pek de kendini göstermedi. Ancak ne zaman ki tarihlerinin olmadığına inanılan sömürge halkları ulusal kurtuluş savaşları vermeye başladılar, işte o zaman bu eksiklik kendisini başka bir sapma içinde yeniden üretti. II. Dünya Savaşı sonrası Ulusal Kurtuluş Savaşları ile birlikte gelen bağımsızlık sürecinde anti-emperyalizm ile anti-kapitalizm arasındaki zorunlu ilişki yok sayıldı. Böylece anti-kapitalist olmayan anti-emperyalist bir mücadele hattı olası göründü. Bu sapma eninde sonunda bir garip siyasal stratejiye götürdü. Üçüncü yol, kapitalist olmayan kalkınma, milli demokratik devrim türünden tezler azgelişmiş kapitalist dünyada devrimcilerin ve sosyalistlerin kaçınılmaz yazgısı gibi görünmeye başladı. Böylece sosyalizm bir nihai hedef olarak sürekli ileriye, belirsiz bir tarihe atıldı. Bu türden bir patikayı tutturan Jakoben ulusalcı devrimci hareketlerin iktidara geldiği ülkelerde sonuç hüsran oldu.
Emperyalist olmayan kapitalizm bakışını tamamlayan ve en az onun kadar hatalı bir başka tez yine klasik emperyalizm analizi darbesi sırasında kendiliğinden ortaya çıktı. Emperyalizm bir siyasal-iktisadi program olarak belirli bir tür organizasyona sahip kapitalizmin yan ürünü olarak algılandı. Hilferding’in Finans Kapital’i doğal olarak tekelci kapitalizm kavramına da yol açtı. Tekellerin ortaya çıkışlarının kapitalizmin bir evresini bitirdiğini ve bir diğerini açtığı varsayıldı. Böylece emperyalizm tekelci kapitalizm ile özdeşleşti. Hatta net bir tanımlama yapıldı ve emperyalizm tekelci aşamadaki kapitalizmdir denildi. Emperyalist olan/ emperyalist olmayan kapitalizm ikiliği burada yine kendisini başka bir sorunlu ikiliğinin bünyesinde yeniden üretti; rekabetçi evredeki kapitalizm/tekelci kapitalizm. Bu ikilik de ilki kadar sorunluydu. Kapitalizmde rekabet ile merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimleri birlikte işlerler. Diyalektik bir sosyo-ekonomik bütünlüğün çelişik ancak bütünleşik parçalarıdır. Kapitalizmde rekabet tekelci pozisyona, tekelci pozisyonun getirisi ise yine rekabete yol açar. Dolayısıyla hem rekabet hem de tekelleşme eğilimi kapitalizmin bünyesinde, yapısında eş anlı olarak birlikte var olurlar.
Bu türden hatalı bir bakış açısının dünya soluna nelere mal olduğunu düşünün bir kere. Özellikle emperyalist ülkelerde sosyalistler ve komünistler sosyalizme ulaşma hedefini çıkmaz ayın son Çarşambasına erteleyip, bütün güçlerini anti-tekelci mücadeleye harcadılar. Oysa tekelci eğilime sahip olmayan ve rekabetçi olmayan kapitalizm mümkün değildir. Hoş bir hayaldi, tekellerden arındırılmış, ve rekabetçi sermaye gruplarının egemenliğindeki rekabetçi kapitalizm. Ancak ütopyaydı, ütopya ise olmayan yer demektir.
Böylece sosyalistler ve devrimciler azgelişmiş kapitalist ülkelerde emperyalizme karşı emperyalist olmayan ulusal bir kapitalizm, emperyalist ülkelerde ise tekellere karşı tekelci olmayan, rekabetçi kapitalizm için çırpınıp durdular. Ne yazık ki her iki coğrafyada da bu sapma eninde sonunda iktidarsız bir demokratizme kapıyı araladı.
Ancak tüm bu eksikliklere rağmen Marksist klasik emperyalizm tezi tarihin sınamasından başarıyla geçti, hâlâ geçmeye devam ediyor. Uzun lafa gerek yok, Irak’ın, Suriye’nin, Libya’nın, Yemen’in ve Filistin’in yaşadığı deneyimlere bakın. Artık bir Irak yok, bir Suriye yok, bir Libya yok. Onların yerlerine şimdi kaotik, parçalanmış ve her türlü emperyalist rekonfigürasyona açık sahipsiz, bahtsız ve yoksul coğrafyalar var. Onların halklarının acılarında yankılanıyor Lenin ve Rosa’nın daveti, duyuyor musunuz?
- 1.Örneğin Kautsky, Lenin’in hışmını çeken bir adımla, “Ultra-emperyalizm” makalesini yazarken ve kapitalist dünyanın emperyalistler arası bir kartel ya da tröst tarafından yönetileceği çatışmasız bir döneme doğru gittiğini iddia ederken tam da bu darbeyi göğüslemek istedi, olmadı. Yetersiz bir çabaydı.
Böyle demişti Sosyalizmi içeriden çökerten hain ekibin başı Gorbaçov 1988’de SBKP 19. Parti Kongresi’nde. Bir garip konuşmaydı. O zamanlar Glasnost ve Perestroika’dan yeni ve daha güçlü bir sosyalizm bekleyenler çok takdir etmişlerdi bu konuşmayı.
Marksist klasik emperyalizm tezi tarihin sınavından başarıyla geçti, geçmeye devam ediyor. Kavramların hayatı vardır. Burada hayattan kasıt hem akademik ortamlarda hem de siyasal düzeyde kullanımının sürmesidir. Dolayısıyla kavramlar zaman ve mekanda onu yüklenenlerin, onu bir silah gibi kullananların haykırışlarında, aşağılamalarında ve olumlamalarında yaşarlar. “Kahrolsun Emperyalizm!”, “6. Filo Defol!”; emperyalizm bu haykırışlarda, bu reddiyelerde hayat buldu önce, sonra gündelik hayata sızdı, sınıflara sızdı. Onu yüklenenler tüm ideolojik bariyerleri yıktılar ve en kabul görmeyeceğini düşündüğünüz yerlere soktular emperyalizm kavramını. Bu onu sırtlanan kitlelerin gücünü ve özgüvenini gösteriyordu. Ne zaman ki onu sırtlananlar geçici de olsa bir ricat süreci içine girdiler, ne zaman ki emperyalist sömürüye maruz kalmayı arına sindiremeyenler geri adım atmaya başladılar, ne zaman ki sosyalizm siyasal olarak intihar etti, işte o zaman kavram girdiği her yerden sökülmeye, kazınmaya başladı.
“Hakimiyet, bağımsızlık, eşit haklar ve içişlerine müdahaleden kaçınma, 20. Yüzyıl’ın önemli bir kazanımı olarak, uluslararası ilişkilerin genel kabul gören normları olmaktadırlar.”
Böyle demişti Sosyalizmi içeriden çökerten hain ekibin başı Gorbaçov 1988’de SBKP 19. Parti Kongresi’nde. Bir garip konuşmaydı. O zamanlar Glasnost ve Perestroika’dan yeni ve daha güçlü bir sosyalizm bekleyenler çok takdir etmişlerdi bu konuşmayı. Başka neler demişti Gorbaçov? Örneğin ABD Başkanı Reagan ile (ki Amerikan emperyalizminin en arsız suretiydi) Reykjavik ve Cenevre’de yaptıkları silahsızlanma görüşmelerinin çok hayırlı olduğunu ve dünyanın barışla yoğrulmuş yeni normlara hazır hale geldiğinden bahsetmişti. Ayrıca ilerde uluslararası ilişkilerin militarizasyondan azade ve daha insani olacağına dair inancını büyük bir güvenle belirtmişti. Emperyalizm mi? Elbette ki hala bir tehdit idi ancak insanileşmeye ve anti-miltarizasyona o da ayak direyemeyecek ve değişecekti. Silahsız bir emperyalizm olası hale gelecekti. Böyle demişti ve Ekim 1917’de kurulan büyük deneyimin bittiğini resmen tescillemişti. Sovyetler Birliği emperyalizmin önünde diz çöktüğünde artık bilfiil ölüydü zaten.
Grobaçov mu, tescilli haindir. Yeniden yapılandırmak hedefi altında sitemi yok etmiştir, sonra ise iktidarı ayyaş Yeltsin’e bırakıp gitmiştir. Tarihte çok örneği vardır, hainler ve maşalar işleri bitince tarihin çöplüğüne atılırlar. Ancak Gorbaçov mahir ve işbilen biri olduğunu kanıtlamıştır. Yıllarca binlerce dolar karşılığında kapitalist ülkelerin üniversitelerinde sosyalizmi nasıl yıktığını ballandıra ballandıra anlatmıştır.
Böylece emperyalizm kavramının hayat silsilesinde bir hazan mevsimi başlamıştır. Emekçilerin ve kitlelerin mücadelesiyle zorla girdiği yerlerden giderek dışlanmaya başlamıştır. Örneğin 1960’larda ve 1970’lerde solun kültürel ve akademik hegemonyasının da etkisiyle dünya siyaseti, ekonomisi veya tarihi derslerinde, dersi anlatanın siyasi bakışı ne olursa olsun, emperyalizm en temel kavramlardan biriydi, sonra giderek tedrisattan kazındı. Onun yerine onu tırnağı bile olmayacak, gerçekliği açıklama gücü olmayan ve bütünüyle burjuva siyasal ideolojisinin tornasından çıkma kavramlar monte edilmeye çalışılmıştır (örneğin Küreselleşme). Ancak…
Ancak Gorbaçov’un ihanet yolunu gizleyen temennilerle süslü konuşmasının üstünden daha çok geçmeden ABD ve müttefikleri Kuveyt’i işgal eden Baasçı Irak’ı tüm güçleriyle bombalamaya başladılar. Aslında dört dörtlük, tam emperyalizmin şeceresine yakışacak bir komploydu; sonraları ortalara dökülen istihbarat kırıntıları tam da böyle olduğunu kanıtlamaktadır. Saddam Hüseyin ve Irak Baası el altından kışkırtılmıştı, hatta aslında Kuveyt’in tarihsel olarak Irak toprağı olduğuna dair de telkin edilmişlerdi. Irak da küçük fakat zengin Kuveyt’i 1991’de işgal etti. Onu işgale kışkırtanlar hemencecik bir müdahale koalisyonu kurdular ve Irak’ı canı çıkıncaya kadar bombaladılar. Ölü sayısı yüksek idi, umursamadılar. Sonra Irak’ı 2003’de bilfiil işgal edilinceye kadar ambargo altında tuttular. Bu da yetmedi, 12 yıllık ambargo boyunca canları sıkıldıkça bombaladılar. Ambargo dolayısıyla temel gıda ve sağlık malzemesinden yoksun Irak’ta çok sayıda insan ve çok sayıda çocuk öldü. Doğrusu tarihin rotası pek de hain Gorbaçov’un beklentisine uygun değildi. 2003’de bu defa olmayan kitle imha silahlarını bahane edip tarihin gördüğü en büyük yalanlardan birine dayanarak gidip Irak’ı işgal ettiler. Sonra ara tara, yemin olsun bir tek kitle imha silahı bulamadılar. Amerikan istihbarat cemiyetinden sızan dedikodulara ve raporlara göre tarihin gördüğü en büyük düzenbazlıklardan biriydi; işgal başladığında hem CIA hem de diğer istihbarat örgütleri Irak’ta bir tek kitle imha silahının olmadığını zaten biliyorlardı. İşgal sonrasında aslında namevcut kitle imha silahlarını bulmadılar ama Irak’ın tarihi zenginliklerini (raporlara göre işgalin ardından Irak halkının üstüne çöreklenen paralı askerler en başta Irak Ulusal Müzesi’ni yağmaladılar. Bir tahmine göre Sümerlilerden, Asurlulardan ve Babillilerden kalan 15 bin parça yurt dışına kaçırıldı ve hala uluslararası yasa dışı antika ve tarihi eser piyasasında pazarlanmaktalar) ve petrolünü buldular, onları yağmaladılar. Klasik emperyalizm hain Gorbaçov’un öngörüsünün aksine işlemeye devam ediyordu. Amerikan emperyalizmi işgal altındaki Irak’a genel vali statüsüne en az Gorbaçov kadar hain birini, Zalmay Halilzad’ı atadı. Bir Peştun ve Müslüman olan Halilzad önce Afganistan’da, sonra Irak’ta emperyalist sömürünün kurumsallaşması için canı gönülden çalıştı. Şimdilerde Trump onu yeniden Afganistan ile ilgili bir misyonda görevlendirdi. Halilzad Irak’a tanınca ilk yaptığı işlerden biri ulusal petrol endüstrisini özelleştirmek oldu. Irak petrolleri küresel petrol şirketlerinin ortak olduğu bir konsorsiyuma devredildi. Klasik emperyalizm eskilere ati kötü bir anı olmadığını bir kere daha kanıtladı. Açıklanan planlara göre bir de Irak demokratik normlara kavuşmuş barış içinde bir devlete dönüşecekti. 17 yıl geçti, bugün Irak artık devlet bile olmayan etnik ve dinsel unsurlardan oluşan kabileler federasyonu gibidir. Bağdat’ta, Basra’da, Musul’da Süleymaniye’de hergün bombalar patlamaktadır. Yetmiyor gibi bir de emperyalizmin Suriye’yi parçalasın diye imal ettiği İŞİD gericiliğinin bir ayağı da Irak’tadır. Ve pek tabi ki göstermelik burjuva demokrasisinin kurumsal yapısına bir adım bile yaklaşamamıştır. Daha sonraki gelişmeler, Suriye, Yemen, Libya ve Filistin aslında klasik emperyalizmin bölge halklarının kaderini hala yeniden ve yeniden kurguladığını göstermektedir.
Kavramların hayatının bir damarı onu sahiplenen kitlelerin siyasi atılımları ve direngenlikleriyse bir diğer damarı da kuşkusuz tarihin şahitliğidir. Bazı durumlarda onu sahiplenen kitleler fiziksel ve moral olarak bir geri çekilme sürecinde olsalar da kavramlar tarihsel ve toplumsal olayların karşı konulamaz çağrısı sayesinde ayakta kalırlar. Emperyalizm tam da böyle bir kavramdır. 1990’ların başından itibaren dünya sosyalizmi bir moral ve fiziksel bunalıma sürüklenmiştir, kuşku yok bu geçici çözülme emperyalizm kavramının hayat damarlarından birini tıkamış ve onu komaya sokmuştur. Ancak sosyalizmin bir siyasal sistem olarak intiharından bu yana emperyalizmin kapitalist dünyayı durmadan ve bıkmadan sermayenin uzun erimli çıkarları doğrultusunda kurgulaması kavramı bitkisel hayattan çekip çıkarmıştır. Üstelik Sosyalimin siyasal bir sistem olarak bulunmadığı bir dünyada emperyalizm daha bir hayasız, şımarık ve pervasız olmuştur. Emperyalizmin icraatları dünya kapitalizmini 19. Yüzyıl’ın son çeyreğine ya da iki dünya savaşı arası döneme geri döndürmek veya bu dönemlere benzer bir döneme sokmak gibi öngörülemeyen bir sonuca yol açmaktadırlar. Eğer durum buysa Rosa’nın, Lenin’in ve diğerlerinin hayatta olduğundan şüphe etmememiz gerekir.
Yine de bir iade-i itibarda bulunmalıyız. Marksist klasik emperyalizm tezi dönemin gereği olarak emperyalistlerin birbirlerine ne yaptığıyla ilgilendi. Emperyalistlerin sömürge halklarına ne yaptıkları bu yazında hep ikincil bir öneme sahip oldu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgeler bağımsızlık savaşına başlayınca bu eksik özellikle azgelişmiş ülkelerin Marksistleri tarafından giderildi. Ancak yine de ihmal edilen bir konu vardı. Peki emperyalistler kendi halklarına ne yapmaktaydılar? Öyle ya, Manchesterlı bir tekstil işçisi, Bristollü bir dok işçisi, Languedoclu bir köylü, ya da Idaholu bir çiftçi aslında hiç görmediği, haritada yerini bile gösteremeyeceği topraklara gidip oralarda ölmeye nasıl ikna ediliyordu? Kısacası emperyalist ülkelerin halkları aslında sermayenin işine yarayacak, ve fakat onların çocuklarını ölüme götürecek bir maceraya nasıl ikna oluyorlardı? İşte emperyalizmin bu boyutu emperyalizm yazınında en az ilgi çeken alan oldu. Oysa sosyalist enternasyonalizmin acil gerekleri açısından en önemli sorunlardan biriydi. Ancak aslında bu konuda önemli bir katkı vardı, sadece görmezden gelinmişti. Lenin’in Emperyalizm’inin önsözünde hem yerdiği hem de övdüğü John Atkinson Hobson aslında emperyalizm kavramını sağdan alıp sosyalist sola veren yaratıcı ve üretken bir sol liberal aydındı. 1902’de basıldı Imperialism: A Study (Emperyalizm Üstüne Bir Çalışma diye tercüme etmek daha doğru gibi) adlı eseri. Aslında basım tarihi itibariyle Marksist klasik emperyalizm tezinin hemen öncesine denk gelmesi de anlamlıydı [bu başyapıtın hala dilimize çevrilmemiş olması büyük bir eksikliktir]. Nitekim Lenin’in Emperyalizm’i bu kitaptan pek yararlanmıştır. Vurgulandı, önsözde Lenin onun emperyalizm kavramsallaştırmasının önemini vurgulayarak övmüş, ancak solda olsa da bir liberale has yargılarını eleştirmiştir.
Kitap iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümü emperyalizmin iktisadının neden ve sonuçlarını anlatmaktadır. Bu bölüme Lenin’in aktarmasıyla vakıfız. Ancak kitabı asıl önemli kılan ikinci bölümü pek bilinmez. İkinci bölümde Hobson emperyalizmin siyasetini anlatmaktadır. Daha doğrusu İngiliz emperyalizminin Britanya halklarını nasıl ikna ettiğini, iç siyaseti ve devletin yapısını nasıl şekillendirdiğini anlatır. Olağanüstü bir bölümdür. Klasik emperyalizm tezindeki eksik halkayı tamamlamak yönünde atılmış önemli bir adımdır, yani emperyalizmin kendi halkına ne yaptığının analizi konusunda ufkumuzu aydınlatmaktadır.
Libya, Irak, Suriye, Filistin, Yemen ve diğerleri emperyalizmin sürekli olduğunu kanıtlayarak Lenin’e, Rosa’ya ve diğerlerine yeniden ve yeniden hayat vermektedirler. Libya, Irak, Suriye, Filistin, Yemen ve diğerlerini yağmalayanların kendi halklarını nasıl kandırdıkları ise sosyalist enternasyonalizmin galip gelebilmesi için cevaplandırılması gereken asıl sorudur. Artık içten bir nefretle haykırabiliriz; “Kahrolsun emperyalizm”.
Serdal Bahçe / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder