Bir sistemin hakikati kendini en iyi, en aşırı durumunda ortaya koyarmış.
Covid-19 krizi, kapitalist uygarlığın hakikatini belki de tarihte ilk kez bu kadar açık biçimde ortaya koydu:
Kapitalizm yaşamaya devam ettikçe daha da canavarlaşacaktır.
Covid-19 kriziyle sarsılan 2020 yılı, görmek isteyenler, egemen kültür karşında eleştirel mesafelerini korumayı başaranlar için, ekonomiye, siyasete, kültüre, genel olarak uygarlığın durumuna ilişkin çok değerli derslerle doluydu.
Bir mercek olarak Covid-19
Mali kriz 2008’de bir “büyük resesyona” yol açmıştı, sonra da “uzun durgunluk”… Covid-19, “uzun durgunluk” içindeki ekonomileri son 300 yılın “en derin resesyonuna” itti; işsizlik rekor düzeyde arttı. Hükümetler ekonomik çöküşü, toplumsal kaosu önlemek için, neo-liberalizmin bir deyimiyle, adeta bir “sihirli para ağacı” bulmuş gibi borçlanıp harcamaya başladılar. “Saygın” ekonomi yazarları, neo-liberalizmin yol açtığı yıkımdan, Milton Friedman’ın “şirketin sosyal işlevi yalnızca kâr yapmaktır” gibi savlarının yanlışlığından, Thatcher’in “toplum yoktur” iddiasının bireylerde yarattığı psikolojik hasardan, zarardan söz etmeye başladılar. Bazı (sağlık, eğitim gibi toplumsal gereksinimlerin tedariki vb.) alanlarda özel sektöre güvenmenin hata olduğu da ortaya çıkmıştı.
İşsizlik, yoksulluk, bedava gıda dağıtan hayır kurumlarından beslenenlerin sayısı her yerde artarken, milyarderler 2020 yılı boyunca yalnızca Amerika’da servetlerine 1+ triyon dolar eklediler. Covid-19’un etkileri, “büyük veri kapitalizminin”, bu alandaki tekellerin günlük yaşamımıza nüfuz etmesini hızlandırdı; teknoloji ve “yapay zekânın”, “gösteri toplumunun” ürünlerine bağımlılığımız daha da arttı.
Bunlar kapitalizmin en gelişkin merkezlerinde yaşanıyordu. Afrika’nın yoksul ülkelerinde, totaliter rejimlerin ya da “süreç olarak faşizmin” yaşandığı ülkelerde Covid-19, adeta kontrolden çıkmış bir orman yangını gibiydi. Orman yangınından söz açılmışken, 2020 yılında Brezilya, ABD, İsveç, Rusya, Avustralya gibi iklim yapısı birbirinden çok farklı ülkelerde patlak veren büyük orman yangınları, kayıtlar başladığından bu yana en sıcak yıl olan 2020’de, “iklim krizinde ‘geri dönüş eşiği’ geçildi mi” sorusunu gündeme getirdi.
Bir diğer ilginç, daha çok tiksindirici, gelişme de iklim krizini inkâr edenlerin, Covid-19 krizini de inkâr etmesi ve bunların hemen her yerde “süreç olarak faşizmin” aktörleri olmasıydı.
Hakikatin bazı çarpıcı bileşenleri
Yukarıdaki görüntü içinde hakikatin bazı bileşenleri gerçekten çok çarpıcıydı: Örneğin, liberal demokratik kapitalizmin en ileri örneği ABD’de başkanlık seçimleri ve ekonomi üzerine tartışmalar gösterdi ki “demokrasi” aslında bir “oligarşi” ve piyasa ekonomisi, bir tekelci “plütokrasidir” ve bu ikisi tamamen örtüşür.
Trump taraftarı hareketin, Georgia, Pennsylvania, Michigan, Wisconsin, Nevada, Arizona ve cumartesi gecesi Washington’da sergilediği eylemlerin gösterdiği gibi, neo-liberalizmin ürettiği paranoyak ve şizofren birey, artık nihilist ve terörist tepkiler üretmeye başlamıştır. Paranoyaktır çünkü artık dünyası bir komplolar dünyasıdır (Covid’den ölürken hâlâ öfkeyle Covid’in yalan olduğunu haykırmaktadır). Şizofrendir, çünkü patalojik düzeyde yalancı, sahtekâr, narsis adamları Tanrı’nın hediyesi bir mesih olarak görebilmektedir. Nihilisttir, çünkü artık bütün değerler onun için araçlaşmıştır; teröristir, çünkü “toplumsal realite” arzularına direndikçe “kitaba” ve “silaha” sarılarak kandan, katliamdan, intikamdan söz etmektedir.
Ancak hepsi bu kadar değil. 2020 yılı birçok ülkeyi etkilemeye devam eden “süreç olarak faşizm”e, emperyalist ülkelerin köleci mirasına karşı “Siyah Yaşamlar Önemlidir” hareketinin canlı, güçlü protesto eylemlerine şahit oldu. İklim krizine ve türlerin yok olma sürecine karşı bir toplumsal hareket 2020’de çok canlıydı. Cinsiyetçiliğe, kadınlara yönelik taciz ve şiddete karşı “Metoo” hareketi 2020 de küresel çapta yayıldı, yıl kapanırken Türkiye’ye ulaştı. Bu toplumsal muhalefet, halen ne kadar süreceği belirsiz olsa da ABD’de ve birçok ülkede egemen sermayeyi, devletlerin yargı ve güvenlik bürokrasilerini, faşist hareketlere mesafeli durmaya zorladı.
Ergin Yıldızoğlu-CUMHURİYET
***
‘Liberal’ emperyalizm
ABD’de Biden yönetiminin kadroları belli olmaya başladı. Belirgin biçimde, silah sanayii ve finans sektöründen gelen kadrolar, geçmişte “liberal enternasyonalizm” olarak adlandırılan “liberal demokrasi” kurallarını yaygınlaştırma politikalarını savunuyorlardı. Şimdi bu eğilim, Çin’in yükselişini de hesaba katan önemli bir güncellemeyle Biden yönetiminin dış politikasını belirleyecek gibi görünüyor.
Emperyalist ama liberal
“Liberal enternasyonalizm”, ABD’nin şekillendirdiği uluslararası düzen içinde, uluslararası sermayenin serbestçe hareket etmesinin önündeki engelleri kaldırmayı, bu amaca uygun liderlikleri de parlamenter sistemin kuralları içinde iktidara taşımayı amaçlıyordu. Bu strateji, hedef aldığı ülkelerin ekonomik-siyasi yapılarını, bir askeri müdahaleye gerek kalmadan düzenlemeyi, yönlendirmeyi amaçladığından “modern emperyalizm” kategorisi içine giriyordu. “Liberal” sıfatı da uluslararası sermayenin değerlenme gereksinimlerine açık olmak anlamına geliyordu.
Haklar ve özgürlükler olarak demokrasinin sınırları da ülke halkının bu modeli kabul etme eğilimine göre belirleniyordu. Halk, demokrasiyi sermayenin serbestliğini sınırlamak için kullanmaya kalkarsa, haklar ve özgürlükler olarak demokrasinin sınırları daralmaya başlıyordu. Sermayenin serbestliğini korumak için özgürlükleri kısıtlamaya, hatta kimi zaman “süreç olarak faşizm” aşamasına geçmeye başlayan bir rejimi, seçimlerin varlığına bakarak “illiberal demokrasi” kavramıyla tanımlamak tam bir saçmalıktı.
Aslında haklar ve özgürlükler olarak demokrasi doğası gereği “illiberaldir”. Son yıllarda ABD’de muhafazakâr entelijansiya arasında demokrasinin liberalizmi tehlikeye attığına ilişkin bir tartışmanın başlaması da boşuna değildir.
Ama eskisi kadar liberal değil
Biden yönetimi, dış ilişkilerde ABD liderliğini restore etme projesinde “liberal enternasyonalizm” ilkesinde iki düzeltme yapmaya hazırlanıyor. “Liberal enternasyonalizm” (küreselleşme), bu kez ABD’de “orta sınıfların” refahını da hesaba katacak, gerektiğinde, ticaret ve yatırım alanlarında “korumacı” uygulamalara başvurabilecek. İkincisi: ABD liderliğinin restorasyonuna ve ABD’de orta sınıfların refahına katkı yaptığı oranda, “liberalizminin”, “demokrasisinin” sınırları daralmış ülkelerle de işbirliği yapabilecek.
Liberal enternasyonalizmin teorisyenlerinden G. John Ikenberry, geçen hafta Biden yönetimine yön verdiği söylenen A World Safe for Democracy başlıklı son kitabıyla ilgili olarak “Şimdi buna illiberal enternasyonalizm diyenler de olacaktır” diyordu.
Ama hâlâ emperyalist
Biden, ABD liderliğini restore edeceğini, liberalizmin küresel kurallarını koruyacağını söylüyor. Biden, Avrupa Birliği, Japonya gibi geleneksel müttefikleriyle, Trump döneminde bozulan ilişkileri düzeltecek; bir “demokrasiler bloku” oluşturacak, böylece Çin’i ABD’nin kurduğu düzenin kuralları içinde kalmaya zorlayabilecek. Bu noktada “gelişmekte olan”, “bağımlı ülke” gibi ifadelerle betimlenen, büyük güçler arası paylaşım konusu olan “III. Dünya” ülkeleri büyük önem kazanıyor.
Çin’in ABD’nin karşısına bir hegemonya adayı olarak çıkabilmesi için “III. Dünya” ülkelerine 3 nedenden gereksinimi var:
1) Buralar enerji, gıda, stratejik minerallerin kaynak havzaları.
2) Kapitalist bir ekonomi olarak Çin, üretim, birikim ve nüfus fazlasını bu ülkelerin piyasalarına ihraç ederek kendi kriz eğilimlerini yumuşatabilir.
3) Bu ülkeleri etki altına alabildiği oranda Çin, uluslararası kurumlarda kendine yeni destekçiler edinerek ABDAvrupa karşısında direnme, hatta kuralları değiştirme şansı elde edebilir.
“Tek Yol Tek Kuşak” projesi, Asya’dan Afrika’ya, Latin Amerika’ya borçlandırma, telekomünikasyon, Konfüçyüs Enstitüleri ağları hep bu amaca uygun klasik neo-kolonyal (emperyalist) politikalar olarak Çin’in “III. Dünya” ülkeleriyle “bağımlılık” ilişkisi kurma çabalarını yansıtıyor.
Biden yönetimi bu alanlarda Çin’le rekabete girmeye kararlı görünüyor. Böylece birilerinin iyimser biçimde “yeni soğuk savaş” dediği bir ortama değil ama yine iki bloklu, 19. yüzyılın sonunu anımsatacak kadar patlayıcı bir emperyalist rekabet dönemine giriyor olabiliriz.
Ergin Yıldızoğlu-CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder