13 Aralık 2020 Pazar

Teknolojik ‘gerileme’ ve dijital feodalizm - ANIL ABA / BİRGÜN

 

On yıllardır biz bunu yaptık; albümleri, şarkıları, filmleri, dizileri bilgisayarımıza farklı kaydedip kullandık. Sonra birileri bu seçeneği bizden geri alıp her defasında çalmak için abonelik satmaya başladı. Yani yine kamusal olan bir mal özelleştirilip toplumsal olarak verimsiz bir iş modeline dönüştürüldü. Siz ne dersiniz bilmem ama ben buna dijital feodalizm diyorum…


Ana akım (liberal) iktisatta teknolojinin adeta bir vakumda üretildiği düşünülür. Endojen büyüme hurafeleri teknoloji üretimini armut, bardak ya da mandal üretimiyle aralarında bir fark yokmuş gibi matematikleştirir. Paul Krugman bile endojen büyüme modellerinin, ölçülemeyen şeylerin diğer ölçülemeyen şeyleri nasıl etkilediği üzerine yapılan varsayımlardan ibaret olduğunu ifade ederek ampirik hiçbir karşılığı olmadığını söyler.

Oysa Marksist iktisatta teknolojik gelişme "yatırım yap ya da öl" rekabetinin yani, Anwar Shaikh hocamızın tabiriyle "gerçek rekabet"in bir sonucudur. Şirket sayısıyla ölçülen "tam rekabet" safsatası kapitalizmdeki gerçek rekabet ve teknoloji üretimine dair hiçbir şey söylemez. Gerçekte, firmalar müşteri çekmek için birbirleriyle savaş halindedirler. Bu savaşta "fiyat onların silahları, reklam propagandaları, yerel Ticaret Odaları ibadethaneleri, kâr yüce tanrılarıdır" (Bkz. Anwar Shaikh, Kapitalizm: Rekabet, Çatışma, Bunalımlar).

Tabii burada teknolojiden kastımız akıllı telefon, tablet, Bluetooth hoparlör gibi zımbırtılar değildir. Zira bunlar son kullanıcıya ulaşan ıvır zıvır ürünlerdir. Asıl kastımız üretim teknolojisidir, yani birim maliyeti düşürmek için geliştirilen teknoloji. Dokunmatik ekranlı akıllı telefonlar 1990’larda da üretilebilirdi. Ama fiyatı 8000 dolar falan olurdu herhalde. Esas mesele onu 80 dolara imal edebilip, görece, daha erişilebilir hale getirmek… Dolayısıyla, gerçek rekabet şirketlerin birbirlerine karşı maliyet, ve dolayısıyla fiyat, avantajı sağlamaya çalıştığı işte bu üretim teknolojisini geliştirme rekabetidir.

Bunun yanında teknoloji, sınıf mücadelesinin de bir fonksiyonudur. Son 15-20 yıldır olduğu gibi, "işsizlerden ve düşük ücretli işçilerden oluşan devasa bir havuzun varlığı işverenlerin otomasyona geçmesinde caydırıcı bir unsur olmaktadır. Ücretler artmaya ve emek piyasası daralmaya başlarsa, işverenler ilave emek maliyetlerini karşılamak yerine şu anda geliştirilmekte olan yeni teknolojilere yönelmeye başlayacaktır." Bu bakıma, ekonominin tamamen otomasyona geçmesini engelleyen şey teknik yetersizlikten çok düşük ücretler ve yüksek işsizlik oranlarıdır (Bkz. Peter Frase – Dört Gelecek).



TEKNOLOJİYİ KİM ÜRETİR?

Veblen’e göre teknolojiyi ustalık içgüdüsüyle çalışan mühendisler ve işçiler ilerletir, iş insanları ise yıkıcı içgüdüleriyle geriletir. Örneğin, akıllı telefon projesinde çalışan bir mühendis takımı size en verimli, en dayanıklı, en pratik, en iyi çözünürlüklü, en yüksek işlemci ve hafıza kapasiteli telefonu tasarlar. Fakat bu bir iş insanı için felakettir. Sermayedarların hedefleri yönünde çalışan CEO’nun ürün müdürüne verdiği yönlendirmeyle mühendisin bu telefonu 50 mega pikselden 2 mega piksele, 250 gigabayttan 16 gigabayta, 10 yıl garanti süresinden 2 yıl garantiye "geriletilir" (Bkz. Planlı eskitme). Sonra her yeni modelde iPhone 5, iPhone 5s, iPhone 6, iPhone 6s, iPhone 7, iPhone 7s vesaire diye damlaya damlaya geliştirerek satılır. Yani mühendisin ürettiği ileri teknoloji iş insanları tarafından geriletilir. Çünkü böylesi daha kârlıdır…

Nüfusu homojen dağılmış daire şeklindeki bir şehre hastane yapılacağını farz edelim. Mühendis bunu (Tüm mesafelerin karelerinin toplamını minimize edecek şekilde) şehrin merkezine yapar. İş insanı ise hastaneyi şehrin dışına yapar. Çünkü şehir dışında arsa fiyatları ve bina kiraları daha düşüktür, hasta insanlar da buraya gitmeye mecburdur. Yani mühendis konuya toplumun refahını maksimize etme motivasyonuyla yaklaşırken iş insanı kendi kârını maksimize edecek şekilde yaklaşır. Mühendis, toplumsal verimliliği düşünür; iş insanı, özel maliyeti insanlara ödeterek kendine rant sağlar. Mesela Romanya’ya Acıbadem Hastaneleri açılmış. Özel sağlık sermayesi çok memnun. Doktorlar da öyle… Peki ya halk?

TEKNOLOJİK "GERİLEME"

Uydu ve kablosuz sinyal, en fazla alıcıya birim maliyeti en ucuz şekilde bilgi ileten en verimli telekomünikasyon teknolojisidir. Bu sayede televizyon ve internet herkese ulaştı. Tüketimde rekabeti olmadığı ve kullanımı dışlanamadığı için, yani ben TRT 1 seyretmem diğerlerinin seyretmesini azaltmadığı ve insanların izlemesi engellenemediği için, TV yayını kamusal bir maldı (Public good).

Sonra, ilerleyen teknoloji sayesinde, iş insanları bir kamusal mal olan TV yayınını kulüp malına (Yarı kamusal mal), yani parayı vermeyenlerin dışlandığı bir modele çevirmek istediler (Bkz. Pay TV). Bunu yapmak için, sinyalleri baz istasyonlarından şifreleyerek gönderdiler (Bkz. Scrambling technology). Uydudan size gelen şifreli (Coded) sinyali çözmek için millete "dekoder" sattılar. Yani toplumsal olarak daha verimli olan kamusal bir hizmet, rant yaratmadığı için, özelleştirilerek, sadece parayı verenin kullanabildiği, toplumsal olarak daha verimsiz özel bir hizmete dönüştürüldü!!! Böylece, yıllardır TRT 1’den ücretsiz olarak seyrettiğimiz maçlar Cine 5’ten parayla satılmaya başlandı. Resmen sabotaj…

Tabii teknoloji de, diyalektik bir biçimde, karşıtını yarattığı için bilgisayar ve yazılım tabana yayıldıkça 12-13 yaşındaki çocuklar bile "hacker" olmaya başladılar. Amerika’da birçok kişi ücretli televizyonların şifrelerini kırarak yayınları bedava izlediler, izlettiler. Eminönü’nde 3-4 aylık Cine 5 parasına dekoder kırıyorlardı. En nihayetinde, şirketler şifrelemeyi geliştirecek 100 mühendis çalıştırdıysa, dışarıda o şifreleri kıracak 100 milyon kişi vardı.

Dijital kilit savaşını kazanamayacağını anlayan şirketler, müthiş bir kararla, çözümü kablolu televizyona geçmekte buldular. Amerika’yı eyalet eyalet, şehir şehir, cadde cadde, sokak sokak, apartman apartman analog kablolarla döşediler. Çünkü, dijital hacker’lığı engelleyemiyorlardı ama abonelik ücretini ödemeyen kullanıcıların kablo bağlantılarını keserek yayını engelleyebiliyorlardı. Yani, sistem, daha kârlı olduğu için, toplumsal olarak daha verimsiz bir teknolojiye geçiyordu. Müthiş bir şey…

Sırasıyla pikaplarda, teyplerde, CD çalarlarda, mp3 çalarlarda biz şarkıları ister ileri ister geri sarar istediğimiz kadar atlayarak dinlerdik. Sonra Spotify bir yazılım üretip oynatıcısında şarkı atlama seçeneğini kapatarak, "Şarkı atlamak güzeldir, sınırsızca şarkı atlamak için Premium’a abone ol" diye bize abonelik satmaya başladı. Ya biz her zaman şarkı atlıyorduk zaten. Spotify yıllardır yaptığımız bir şeyi bizden geri alıp parayla satıyor. Yani iş modeli olarak şarkı atlamak için insanlardan para istemek de ne bileyim…

Bir de bunlara "streaming" uygulaması diyorlar, değil mi? Ama bütün bilgisayarcılar streaming diye bir şeyin aslında olmadığını gayet iyi bilir. Nitekim streaming geçici download’tur. Şarkı çalarken internet bağlantısını keserseniz şarkı çalmaya devam eder, başa alıp istediğiniz kadar dinleyebilirsiniz. Çünkü Spotify ve diğer sözde streaming uygulamaları çaldığınız şarkıyı/filmi cihazınızın geçici belleğine kaydetmiştir. Buradaki soru şudur: kullandığınız uygulama, sağ tıklayıp "farklı kaydet" yapmanıza izin veriyor mu, vermiyor mu? On yıllardır biz bunu yaptık; albümleri, şarkıları, filmleri, dizileri bilgisayarımıza farklı kaydedip kullandık. Sonra birileri bu seçeneği bizden geri alıp her defasında çalmak için abonelik satmaya başladı. Yani yine kamusal olan bir mal özelleştirilip toplumsal olarak verimsiz bir iş modeline dönüştürüldü. “Farklı kaydet” ya da şarkı atlama seçeneklerini kapatıp insanlardan para istemek teknolojik ilerleme değil, gerilemedir. Siz ne dersiniz bilmem ama ben buna dijital feodalizm diyorum…

ANIL ABA / BİRGÜN


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder