13 Şubat 2021 Cumartesi

İoanna Kuçuradi ile hayat üzerine (I-II) - Figen Atalay / CUMHURİYET



(I) - Salgının etkileri, özgürlük, haklar, mutluluk...

Türkiye’nin değerli filozofu, 50 yıllık felsefe hocası Prof. Dr. İoanna Kuçuradi ile konuşmak, onun kitaplarını, yazılarını okumak, seminerlerini dinlemek başlı başına bir mutluluk. Hele de salgınla ilgili korkuların, belirsizliklerin hepimizi yorduğu bugünlerde, “Mutluluk duyulan bir şeydir, olumsuzluklar içinde de mutlu olunabilir” diyen Prof. Kuçuradi’ye kulak vermenin tam sırası.

Salgın süresince derslerine, yazılarına, konuşmalarına, kısacası tüm çalışmalarına her zamanki temposuyla devam eden Prof. İoanna Kuçuradi, tüm bunlara ek olarak bir de “The Death Penalty: Justice or Revenge?” (Ölüm Cezası: Adalet mi, İntikam mı?) başlıklı bir kitabın editörlüğünü yaptı. 

Prof. Kuçuradi, “Benim işlerimden biri, insanları düşündürmek yani insanların düşünmeleri için onlara malzeme sağlamaktır. Yaşama hakkının apaçık bir ihlali olan ölüm cezası üzerine insanlar düşünebilsin diye, malzeme olsun diye hazırladım bu kitabı” diyor. 

Şimdi Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı, Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’ye sorduğumuz sorulara ve onun, diziyi okuyan herkesi düşünmeye, kendini daha iyi hissetmeye sevk edeceğini umduğumuz yanıtlarına geçelim...

- Bir yazınızda, “Dünya problemlerine felsefeyle baktığımızda, hangisine bakarsak bakalım, hepsi insan haklarıyla ilgili görünüyor” diyorsunuz. Salgınla ilgili yaşananları bu açıdan değerlendirebilir misiniz?

Yalnızca bilgisel araştırmalarda değil, yaşamda da karşılaştığımız problemler, yani alınan / aldığımız kararlarla, yapılan / yaptığımız eylemlerle ilgili problemler etik problemlerdir, değer sorularıyla ilgili problemler. Bu etik problemler insan hakları problemlerini de kapsıyor. “Dünya problemleri” dediklerimiz de kamu alanında insanların -sorumsuzca davranan insanların- kararları ve yaptıklarıyla yarattıkları insan hakları problemleridir. Benim görebildiğim kadarıyla, yaşadığımız küresel salgın, bir insanın bilgisizliğinden veya sorumsuzluğundan çıkmış bir doğa olayıdır, bunun için de savaşılması çok zor bir olay -hele hele dünyada insanlar kimi bilgisizce, kimi sorumsuzca davranıyorsa. Devlet dediğimiz kurumun ve uluslararası kuruluşların varlık nedenlerinin gerektirdiklerini yerine getirmeleri gereken en önemli durumlardan biridir bir pandemi - hem de ilacı henüz bilinmeyen / bulunmayan bir pandemi. En başta sağlık hakkı ve yaşama hakkıyla ilgilidir bu pandemi. Bu, çok açık. Benim söylememe gerekmeyecek kadar açık.

EVDE ÇALIŞMAK MİSKİNLEŞTİRİYOR

- Salgın bittikten sonra dünya eskisi gibi olmayacak diyen çok. Haklılar mı? Nasıl bir dünya bekliyor bizi? Ve dünya nasıl olmalı?

Salgın olsa da olmasa da dünya tarihselliğinde değişiyor. Ne var ki bu salgın, insanlaştırılmaya çalışılan robotlarla ve dijitalleştirmeyle birlikte radikal değişikliklere -dünya görüşü ve hayat anlayışı değişikliklerine- yol açıyor. Eğitimde yapılması gereken değişikliklerle dengelenmediği takdirde, bunun, insanların / insan olmanın zararına olduğunu düşündüğüm bir değişikliktir. “Nasıl bir dünya bekliyor bizi” somutluğunda nasıl olacağını söylemek ne kadar mümkün? Ama bugün insanların çoğunun farkında olmadan itildikleri yere bakarsak, bazı insansal yeteneklerin atrofiye (körelme, zayıflama) uğrayacağını söyleyebilirim. Pandemi birçok insanın, ilk bakışta daha rahat görünen ama insanlara, kanımca, zarar verebilecek alışkanlıklar edinmelerine yol açıyor -evde çalışmak gibi. Evde çalışınca insan miskinleşebiliyor. “Dünya nasıl olmalı” sorusuna ancak özlemlerle cevap verilebilir. Bu özlemler de farklı, ama dile getirilenlerin çoğu, yaşanılan andaki sorunların olmayacağı bir dünya olarak betimleniyor. Adaletsizliğin, yoksulluğun olmadığı, yani bugün istemediklerimizin olmadığı bir dünya. Acaba böyle bir insan dünyası mümkün mü? Ama bu, o yolda yürümeyi -elimizden geleni ve onu zorlayarak yapmamızı- engellememeli.

HAK İLE MENFAAT

- Haklar ve özgürlükler birbirine mi karışıyor? Bu iki kavramı bize anlatabilir misiniz?

Bu iki ideyi karıştırmaktan öte, onları yaygın anlama biçimlerinde sorunlar var. Bu sorunlardan da bunlar hakkında bilgi üretmeleri beklenenler sorumlu. İnsan haklarıyla ilgili uluslararası belgelerde “x özgürlüğü hakkı” ifadesiyle karşılaşıyoruz yani özgürlükler hak sayılıyor. Ama “hak” ne? ve “özgürlükler” ne? Ve neyse bu özgürlükler, bunların “hak” sayılması ne demek? “Hak” ile “çıkar / menfaat”ın dikkatle birbirinden ayrılması gerekir. Bir şeyin birinin “hakkı” olduğunu -yerli yersiz- iddia ettiğimiz zaman, ne kastediyoruz? Onun yoksun bırakıldığı ve ona muhakkak verilmesi gereken bir şeyi kastediyoruz. O zaman, özgürlüklerin birer hak olması ne demek olabilir? Buna bir cevap verebilmek için, önce bu “özgürlükler”den neyin anlaşıldığına ve neyin anlaşılmasının uygun olduğuna bakalım. Felsefe tarihindeki özgürlük anlayışlarına “kimin / neyin özgürlüğü” sorusuyla birlikte baktığımda, “özgürlük” teriminin en az üç farklı kavram altında toplayabileceğimiz anlamları oluyor. Özgürlüğün taşıyıcıları bakımından sorulan bu soru açısından felsefe tarihine baktığımızda, şu üç farklı özgürlük kavramıyla karşı karşıya geliyoruz: Tür olarak insanın özgürlüğü, kişinin özgürlüğü ve toplumsal özgürlükler.

ETİK ÖZGÜRLÜK

“İnsan özgür müdür” sorusu, üç farklı soru olarak karşımıza çıkıyor: “İnsan özgür müdür?”, “İnsan eylemlerinde özgür müdür?” ve “İnsanın istemesi / iradesi özgür müdür?” şeklinde. Burada “özgürlük”ten kastedilen, insanın kendi dışından herhangi biri ya da herhangi bir şey tarafından belirlenmemesidir. “Özgürlük var mıdır?” anlamına gelen bu soruya da kimi filozoflar “var”, kimisi de “yok” diyor. Ta ki Kant, özgürlükle ilgili bu soruyu değiştiriyor ve “Özgürlük nedir?” sorusunu sorarak kendi cevabını veriyor. “Özgürlük var mı, yok mu sorusu” yanlış sorulan bir sorudur ve bir kısırdöngüdür. Çünkü “özgürlük” teriminden ne anlaşıldığına bağlı olarak “var” şeklinde, ama “yok” şeklinde de cevaplandırılabilir. İşte “Özgürlük nedir” sorusunu soran Kant, özgürlüğü kişinin istemesinin / iradesinin (yani bir şeyi isterken) ne tarafından belirlendiğine bakarak cevaplandırıyor. Soruya verdiği cevapların en kolay anlaşılır olanını burada dile getirirsem: Özgürlükle, kişinin istemesinin “pratik buyruk” adını verdiği “buyruk” tarafından belirlenmesi; yani bir insan eylemde bulunurken kendini ve eyleminin yöneldiği kişi veya insanları “sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak görerek yaptığını yapmasıdır. Günlük bir dille söylersem, siz, ben bir eylemde bulunurken bu eylemi size / bana bir şey dönsün diye -yani herhangi bir anlamda bir çıkar için- yapmamak demektir. Bu tür özgürlüğe ben “etik özgürlük” diyorum. “Toplumsal özgürlüğü” ise burada çok kestirmeden söylersem, toplumsal ilişkilerin ve kamu işlerinin açık kavranılmış insan hakları ilkeleri tarafından belirlenmesi olarak dile getiriyorum. İşte bunun için, bize öğretilen ve özgürlüğün en yaygın anlaşılma biçimi olan “kişinin, başkasına zarar vermeden istediğini yapmasıdır” anlayışı, bana, en azından çok sığ görünüyor.

BENDEN SONRA TUFAN

- Maske takmama, aşı olmama özgürlüğü ya da hakkı olabilir mi insanların?

“Maske takmama”nın özgürlükle bir ilgisi yoktur. Dil olarak maske takıp takmamanın “serbestliği”nden söz edilebilir. Ama bu, “başkasına zarar vermeden istediğini yapma” anlayışına bile ters düşüyor. Aşı olmamaya ise ayrı olarak bakmanın uygun olacağını düşünüyorum. Çünkü bu, kişinin bedenine bir müdahaledir. Ve bunu “Hangi aşı?”, “Hangi hastalık?” vb. sorularla birlikte ele almak gerekir. Yani bu soruyu somutluğunda / tekliğinde tartışmak gerekir -aşının ve koşulların özelliğine göre.

- Salgın sırasında beni en çok hayrete düşüren, anlayamadığım, kabul edemediğim bir durum var. Karantinada olması gereken bazı insanlar toplum içine karışmakta bir sakınca görmüyor! Hastalığı bir başkasına bulaştırma korkusu yaşamayan, hatta “bana ne” diyen insanlar bunu neden yapıyor sizce? Bir başkasının ölümüne sebep olabileceklerini düşünmüyor mu bu insanlar? Yoksa akıl edemiyor mu? Umursamıyor mu?

Sevgili Figen Hanım, ben de çok şeye şaşırıyorum, ama olgu olarak karşımızda duruyor. Benim kanaatime göre, böyle yaparken çoğunluk, aslında ne yaptığının farkında değildir. Ama “Benden sonra tufan” diyenler de var. Birçok insan, yapmaması gereken bir şey yapınca ve sonra bunu neden yaptığı ona sorulunca, bir neden söylüyor. Her yaptığımızın / ettiğimizin bir ya da birkaç nedeni var, nedensiz - niçinsiz eylem olmaz ancak refleksler olur. Ama bu nedenin değersel niteliği ne? İyi niyet bile yetmiyor. Ben size bir örnek vereyim buna: Genç bir insan, tanımadığım bir genç insan, benim haberim olmadan bana bir sosyal medya hesabı açtı, arkadan da bunu, “Sizin düşünceleriniz daha çok insana ulaşsın istiyorum” diye bir e-mail gönderdi bana. “İyi” şeylerin olmasını isteyen bu genç ve daha birçok insan, benim anladığım anlamda “değerler eğitimi” görseydi, o değerli niyetini gerçekleştirmenin doğru bir yolunu, büyük bir olasılıkla bulurdu. Bunun için, çocuklara geçerli / yaygın değer yargılarını öğreten bir “değerler eğitimi” değil, insan haklarının da etik eğitimini kapsayan bir “değerler eğitimi” işe yarayabilir.

“Dünya nasıl olmalı” sorusuna ancak özlemlerle cevap verilebilir. Bu özlemler de farklı, ama dile getirilenlerin çoğu, yaşanılan andaki sorunların olmayacağı bir dünya olarak betimleniyor. Adaletsizliğin, yoksulluğun olmadığı, yani bugün istemediklerimizin olmadığı bir dünya. Acaba böyle bir insan dünyası mümkün mü? Ama bu, o yolda yürümeyi -elimizden geleni ve onu zorlayarak yapmamızı engellememeli.

İnsanların çoğunun “yalnız” -kendileriyle baş başa- kalmaktan sıkıntı çekmelerinin farklı nedenleri olabiliyor. Ama ben sadece çok pratik bir iki neden ve sağlıklı insanlarla ilgili bir iki neden söyleyeyim: Alışkın oldukları düzen bozuluyor ve yapacak işleri yoksa, canları sıkılıyor. Sıkılıp sıkılmamak da genellikle kafamızla ilgili.

Bugün insanların çoğunun farkında olmadan itildikleri yere bakarsak, bazı insansal yeteneklerin atrofiye (körelme, zayıflama) uğrayacağını söyleyebilirim. Pandemi birçok insanın, ilk bakışta daha rahat görünen ama insanlara, kanımca, zarar verebilecek alışkanlıklar edinmelerine yol açıyor: evde çalışmak gibi. Evde çalışınca insan miskinleşebiliyor.

PARAYA BAĞIMLI OLUNMAMALI

- Aşı konusunda bir ahlaki ikilem yok mu? Bilim insanlarının bunu insanlık adına yapması gerekmez mi? Aşıya ulaşmak dünyadaki herkesin eşit hakkı değil mi? Zengin ülkeler ihtiyaçlarından fazlasını alırken yoksul ülkelerin güvenli bir düzeye bile erişememe riskine neden izin veriyor aşıyı üreten bilim insanları?

İkilem yok, problem var: “Bütün insanlar onur ve haklar bakımından eşit” doğuyorsa, Dünya Sağlık Örgütü’nün ona göre bir düzenleme yapması, Birleşmiş Milletler’e üye devletlerin de buna uymaları gerekirdi. İnsan hakları, özellikle bazıları -beslenme, barınma, sağlık, eğitim vb- paraya bağımlı olmamalı. Dünyamız, gezegenimizin başına bir şey gelmezse, günün birinde bu noktaya gelir belki, ama 50 yıl, 100 yıl ya da 200 yıl, 300 yıl sonra. Kişiler kendilerini her şeyden önce -diğer kimlikleri ve koşulları ne olursa olsun- insan olarak görmeyi öğrenmedikçe, en azından daha çok sayıda insan herbirimizin her şeyden önce insan olduğunun farkına varmadıkça, “parayı veren, düdüğü çalar.”

- Salgınla insanların hangi özellikleri daha çok öne çıktı sizce? Yalnız kalabilen, bunu tercih eden, kendi kendine yeten insanlar ruhsal olarak daha mı rahat atlatıyor karantina günlerini?

İnsanların çoğunun “yalnız” -kendileriyle baş başa- kalmaktan sıkıntı çekmelerinin farklı nedenleri olabiliyor. Ama ben sadece çok pratik bir iki neden ve sağlıklı insanlarla ilgili bir iki neden söyleyeyim: Alışkın oldukları düzen bozuluyor ve yapacak işleri yoksa, canları sıkılıyor. Sıkılıp sıkılmamak da genellikle kafamızla ilgili.

BİLGİ EKSİKLİĞİ KORKUTUYOR

- Salgının kendisi mi bizi daha çok korkutuyor yoksa inandıklarımız, duyduklarımız, medyada sürekli maruz kaldıklarımız mı?

Bu salgının kendisi yeterince korkutucudur, nesnel olarak korkulacak bir şeydir. Nesnel olarak onu korkutucu yapan da bilgi eksikliği. Duyduklarımız arasında, hatta ilgili bilim insanlarının söyledikleri arasında tutarsızlıklar var. Bu da şu andaki duruma göre, şaşılacak bir şey değil. Karakter özelliğinden dolayı göre kolayca korkan bir insan, ya da Heidegger’in deyişiyle Angst / angoisse / boğuntu duygusunu yaşayan bir insan daha çok etkilenir bu durumdan.

- Herkes farklı yaşıyor salgını ama ruhsal çöküntü sanki ortak bir durum. Bu kadar olumsuzluk içinde mutlu olmanın bir yolu var mı?

Belirsizlik insanın içini yoruyor. Ama ruhsal çöküntünün herkeste olduğunu söyleyemem. “Mutluluk”tan acaba ne anlıyorsunuz? “Mutluluk” denilen, duyulan bir “şey”dir. Ve bu duyguyu kişilere farklı şeyler yaşatıyor. Ben mutluluk hakkında, örneğin Aristoteles’in ne dediğini size doğru anlatabilirim, ama kendim pek bir şey söylemem. Olsa olsa bir üst tanım yapabilirim. Ama bu bile benim mutluluk anlayışım olur. Yaşanan / duyulan bir şeydir mutluluk. Bu böyle ise bu olumsuzluklar içinde de “mutlu” olunabilir.

- Felsefe eğitimi almış bir insan daha iyi, daha mutlu bir yaşam mı sürer? Yaşadıklarımıza nasıl bir yararı olur felsefenin?

Belirli bir felsefe eğitimi almış olan bir insan, bu eğitim aracılığıyla -farklı derecelerde de olsa- değer bilgisine dayanarak kendi gözleriyle bakmayı, dolayısıyla da görmeyi ve buna göre eylemde bulunmayı öğrenebilmişse, insan olmaya yakışan bir yaşam sürebilir. Bir pandemi sırasında da sürebilir. Ama buna daha “iyi”, daha “mutlu” bir yaşam denebilir mi? Kimisi der, kimisi demez!                                              ***

(II)- Azların gücü çokların güçsüzlüğü

Birçok çocuk ya da genç, özgürlüğü, örneğin dersin ortasında serbestçe sınıftan çıkıp bir süre sonra dönmesi şeklinde anlıyor! Başta “kadın cinayetleri” olmak üzere birçok suçun temelinde, kişilerin bir an kendilerini tutamamaları/kendilerine hâkim olamamaları var. Bir insanın bir an nevri dönüyor, karısını öldürüyor, sonra da intihar ediyor. Çocukların kendilerini tutmayı en iyi öğrenebilecekleri yaşlar, ilkokul - ortaokul yaşlarıdır.

- Birçok çocuk ya da genç, özgürlüğü, örneğin dersin ortasında serbestçe sınıftan çıkıp bir süre sonra dönmesi şeklinde anlıyor! Başta “kadın cinayetleri” olmak üzere birçok suçun temelinde, kişilerin bir an kendilerini tutamamaları/kendilerine hâkim olamamaları var. Bir insanın bir an nevri dönüyor, karısını öldürüyor, sonra da intihar ediyor. Çocukların kendilerini tutmayı en iyi öğrenebilecekleri yaşlar, ilkokul - ortaokul yaşlarıdır. 

- Buraya nasıl gelindi? Dünyamızı buraya getiren farklı etkenlerin başında, onların arka planında bulunan düşünceler -bakışlar, yaklaşımlar- geliyor. Bunlardan birkaçı: gelişmeci politikaların da gösterdiği gibi, her şeye sinmiş olan ekonomik yaklaşım; özgürlüğün ve özgürlüklerin yanlış anlaşılması; bir yönetim biçimi olarak demokrasinin, oylananın ne olduğuna -etik değer bakımından niteliğine- bakılmaksızın oyçokluğuna indirgenmesi ve robotların cazibesidir.

DERİN BİR HAYAL KIRIKLIĞI

- Yaklaşık 40 yıl önce, Kahire’de yaptığınız bir konuşmada “19. yüzyıl 20. yüzyıla neleri aktardı? Ve kökten bir değişiklik olmazsa, 20. yüzyıl ne aktaracak 21. yüzyıla” sorularını sormuşsunuz. Bu soruların yanıtını yeniden rica edebilir miyiz sizden? 

Bu sorduğunuz sorunun bir cevabını, o konuşmada ve o konuşmadan sonra kaleme aldığım yazılarda bazı söylediklerimi aktararak vereyim: “Bu iki soruyu dünya çapında olan bitenlere bakarak yanıtlamak istersek “başkaldırma” sözcüğü her ikisi için oldukça uygun bir yanıt olur. 

19. yüzyıl, başkaldırma gerektiği düşüncesini yüzyılımıza (20. yüzyıla) aktardı; bu düşünce de gitgide öylesine bir gerçek oldu ki ölüm saçan başkaldırma çağın geleneği oldu.

Ve uluslararası politikada bir “devrim”le temel bazı değişiklikler yapılmazsa, yüzyılımızın gelecek yüzyıla (yani 21. yüzyıla) aktaracaklarının başında bu gelenek gelir.

Böyle radikal bir değişim olmamıştır. Tersine, BM’nin bütün iyi niyetli çabalarına rağmen, şiddet ve terorizm arttı, dünya düzeyinde artmakta da devam ediyor. 11 Eylül (2001), 21. yüzyılın başına damgasını vurdu. Canlı bombalar, terorizmin baş silahı oldu.” 

Birleşmiş Milletler’in 2002 İnsansal Gelişme Raporu’nda da şunları okuyoruz: “Ekonomik, siyasal ve teknolojik bakımdan dünyamız, hiç bu kadar özgür olmamıştı -bu kadar adaletsiz!” 

2019 yılı İnsansal Gelişme Raporu’nda da şunları okuyoruz: 

“Ülkeden ülkeye yayılan gösteriler dalgası, bütün ilerlememize rağmen, küreselleşmiş toplumumuzda bir şeylerin işlemediğinin açık bir işaretidir. 

Farklı farklı skandallar insanları sokaklara döküyor... Ne var ki, bunları birbirine bağlayan iplik, eşitsizlikler karşısında duyulan derin ve gitgide artan hayal kırıklığıdır... Ve insanlar birkaç kuruşu ceplerinde tutmak için başkaldırırken güç, bu hikâyede başrolü oynuyor: Azların gücü, çokların güçsüzlüğü ve değişim talep eden insanların toplu gücü. 

Temel yaşam standartları arasındaki uçurum daralırken yeni bir uçurum açılmıştır -dördüncü kademe eğitimde ve broadband’ta.

Buraya nasıl gelindi? Dünyamızı buraya getiren farklı etkenlerin başında, onların arka planında bulunan düşünceler -bakışlar, yaklaşımlar- geliyor. Bunlardan birkaçı: gelişmeci politikaların da gösterdiği gibi, herşeye sinmiş olan ekonomik yaklaşım; özgürlüğün ve özgürlüklerin yanlış anlaşılması; bir yönetim biçimi olarak demokrasinin, oylananın ne olduğuna -etik değer bakımından niteliğine- bakılmaksızın oyçokluğuna indirgenmesi ve robotların cazibesidir.”

İNSANLAŞTIRMA EĞİTİMİ 

- Eğitimde ne gibi yanlışlar yapılıyor? Neden düzey sürekli düşüyor? İyi eğitilmemiş insanlar nelere yol açıyor? 

Eğitimde gördüğüm en temel sorunlardan biri, eğitilenlerin yalnızca bilgisel yeteneklerini geliştirme peşinde olmasıdır. Genellikle, çocukların “bilim ve teknoloji” modalarına göre bilgisel yeteneklerini geliştirmelerine yardımcı olunuyor. Bunların dışında, kişileri insan olarak geliştirebilecek çalışmalar, etik yeteneklerini geliştirmelerini sağlayabilecek çalışmalar pek yaptırılmıyor çocuklarımıza. Yapılmak istendiği zaman da amacına ulaştırabilecek şekilde yapılmıyor. Çocukların sanatsal yeteneklerini geliştirmek için öğretilen oyunlar ve diğer sanatsal çalışmalar, ancak usta bir hocaya rastlarsa, çocukların estetik yeteneklerini rastlantısal olarak geliştirmelerini sağlıyor. 

Bu eğitimde bir de benim çok önemli olduğunu düşündüğüm, çocukların kendilerini tutabilmelerini, kendilerine hâkim olmalarını öğrenmelerine yardımcı olunmuyor -bu da sözüm ona “özgür” yetişmeleri adına. Öğretmenlerin çoğu da özgürlüğü bilmiyor. Birçok çocuk ya da genç özgürlüğü, örneğin dersin ortasında serbestçe sınıftan çıkıp bir süre sonra dönmesi şeklinde anlıyor! Başta “kadın cinayetleri” olmak üzere birçok suçun temelinde, kişilerin bir an kendilerini tutamamaları/kendilerine hâkim olamamaları var. Bir insanın bir an nevri dönüyor, karısını öldürüyor, sonra da  intihar ediyor. 

KENDİNİ TUTMAK

Çocukların kendilerini tutmayı en iyi öğrenebilecekleri yaşlar, ilkokul - ortaokul yaşlarıdır. Bunu söylememin dayanaklarından biri şu: ben derslerime katılanlardan, rahatsızlık durumu dışında, su içmemelerini rica ediyorum. 50 dakika sabredebilirler, yani kendilerini tutabilirler. 

Düzeyin düşmesine yol açan etkenlere gelince: Ortaöğretimi ve yükseköğretimi belki ayrı ayrı ele almak uygun olur. Üniversite öncesi eğitim bir “uzmanlaştırma” eğitimi değil, bir “insanlaştırma” eğitimi olmalı. Tip tip liseler değil, bir tip lise olmalı, kişilere bilgisel yeteneklerini olduğu kadar etik yeteneklerini de geliştirmelerine yardımcı olan bir eğitim olmalı. Pek tabi ki bu dediklerimi ayrıntılı olarak açmak gerekir. 

Az sayılmayacak insanlar var ki esen “hava”lardan dolayı bazı insanca özlemlerini kendilerine bile itiraf etmiyorlar, ama anlayacak birinin olduğunu düşününce ona “içlerini açabiliyorlar.” 

Ben son yıllarda ağırlıklı olarak felsefe-etik merkezli insan hakları dersleri veriyorum. Bu derslerin bazıları insan haklarıyla ilgili konular üzerinde kişilerin kendi adlarına düşünmelerine, kendi adlarına bazı şeyleri görebilmelerine yardımcı olmayı amaçlıyor. Dönem sonu sınavlarda da çok defa “Siz bu dersten özellikle neyi/neleri öğrendiniz?” veya “Sizin için yeni olan bir şey öğrendiniz mi?” gibi bir soru soruyorum. Bu sınavlarda bir öğrencim neler öğrendiğini yazdıktan sonra, şunu ekledi: “Ben üniversite mezunuyum ve 41 yaşındayım. Neden bugüne kadar kimse bize bunları öğretmedi?”

“İyi eğitilmemiş insanlar” nelere yol açıyor? Yangınlara yol açıyor, insanların durup dururken beyin kanaması geçirmelerine yol açıyor... Son yıllarda yangınlar neden çok arttı? Son onyıllar birçok binanın -kamu binaları dahil- merdiven basamaklarının sonuncusu neden diğer basamaklara göre daha kısa veya daha yüksek oluyor? Bir binanın elektrik tesisatı ilgili kurallara dikkat edilmeden yapılıyorsa, binaların merdivenleri tam ölçülmeden yapılıyorsa, üstüne üstlük de bunlar yeterince denetlenmiyorsa, yangınlar da çıkar, insanlar da düşer ve durup dururken beyin kanaması geçirir. Depremde yan yana iki binadan biri yıkılıyor, diğeri yıkılmıyorsa gibi apaçık örnekler de bir yana. Bunların birçoğunda, çıkardan da öte etik bilgisizlik söz konusu. 

EZBERE KULLANMAK...

- Eğitim sisteminde öncelikli olarak yapılması gereken değişiklikler neler olmalı? 

Öncelikle yapılması gereken, her düzeydeki eğitim programlarında, kişilerin insan olarak bütün yeteneklerini -bilgisel, etik, estetik yeteneklerini- geliştiren bir eğitim haline getirmek: Baktıklarını kendi gözleriyle görebilecek insanlar yetiştirmek, örneğin değerli arkadaşım Gülriz Uygur’un kitabının adında dile geldiği gibi “hukukta adaletsizliği görebilen”, başka bir deyişle baktıklarına olabildiğince değer atfetmeyen, doğru değerlendirmenin nasıl yapılabileceğini en azından teorik olarak bilen, etik değerleri kültürel değer yargılarıyla karıştırmamayı becerebilen insanlar eğitmek. Yani daha önceki bir-iki sorunuza cevap verirken söylediğim gibi, kişilerin bütün insansal yeteneklerini geliştirmeyi hedef edinen bir eğitimi bilgi ile planlamak ve gerçekleştirmeye çalışmak. 

Çeşitli türden bilgiler gereklidir bunun için. Liyakat liyakat deniliyor ama belirli bir alanda liyakatin ne olduğunun da farkında olmak gerekir. Çok çok basit bir örnek vereyim: Çeşitli alanlarda “akademik ölçütleri karşılayan ortak kitap” yayımlamaya kalkışan ve reklamını yapan, bir reklamda “Social and Humanities Sciences” dememeli! 

Sık sık söylediğim gibi ezbercilikten de ezbere yakındığımız gibi, birçok kelime de “olumlu” bir şeyi ifade ettiği düşünülen kelimeler ezbere kullanılıyor. Önemli dertlerimizden biri de budur. 

ONSUZ OLUNAMAYACAK BİR İLKE: LAİKLİK

- Toplumsal özgürlük nasıl sağlanabilir? İfade özgürlüğünün sınırları nelerdir? Laikliğin insan haklarıyla ilgisi nedir? 

“Toplumsal özgürlük” konusuna iki perspektiften bakmak mümkün: kişi perspektifinden ve devlet perspektifinden. Devletle ilgili olarak “toplumsal özgürlük” dediğimiz, kişilerin benim dolaylı olarak korunan haklar dediğim - beslenme, barınma, eğitim, sağlık vb. - hakları korumak amacıyla kurulan kurumlar ve kuruluşların bu amaca uygun işleyişiyle, o devletin yurttaşlarına sağlanan imkânların varlığıdır. Aynı şeyi kişi perspektifinden dile getirirsem, bir devlette bütün yurttaşların, temel kişi haklarının getirdiği taleplerin, o ülkenin gerçeklik koşullarında yerine getirilmiş olması demektir, öyle ki bütün yurttaşlar insan onuruna yakışır şekilde yaşayabilsin. Bu olanağın sağlandığı yerde toplumsal özgürlük var, demektir. 

İfade özgürlüğüne ilişkin sorunuza gelince: İfade özgürlüğü denen hakkın tek başına değil, düşünce özgürlüğü hakkıyla ve kanaat özgürlüğü hakkıyla birlikte, onun bir öğesi olarak ele alınmasının uygun olduğunu düşünüyorum -; onlarda kapsanan bir öğeleri olarak. İnsan haklarını, onları talep etmenin amacını gözden kaçırmadan ele alacaksak “ifade özgürlüğü” denilen, düşünce özgürlüğü ve kanaat özgürlüğü gibi hakların doğal bir öğesi olsa gerek. Bu amaç gözden kaçırıldığında, ifade özgürlüğü serbestçe “ötme” ya da serbestçe kin kusma sözedimlerine dönüşüyor. 

Laiklik de ancak insan haklarıyla bağlantı içinde ele alındığında, dünyamızın bugünkü koşullarında, onsuz olunamayacak bir ilke olarak görünüyor. Laiklik yaygın bir şekilde tanımlandığı gibi: “Devlet ile din işlerinin ayrılması” ya da “devletin bütün dinlere eşit mesafede olması” şeklinde dile getirilince, bununla laikliğin bir-iki sonucu dile getirilmiş oluyor. Laikliğin talep ettiği, dinsel normları da kapsayan kültürel normların toplumsal ilişkilerin ve kamu düzeninin kurulmasını ve işletilmesini belirlememesidir, öyle ki insan hakları normları belirleyebilsin. Değişik ve değişken olan kültürel normlar bu ilişkileri ve düzenleri belirlediğinde, insan haklarına yer kalmıyor.

Figen Atalay / CUMHURİYET



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder