30 Nisan 2021 Cuma

Hâkimler ve Savcılar Kurulu - İlhan Cihaner / BİRGÜN

Birincil ve ikincil sonuçlarıyla, ülkemizin en öncelikli sorununun hukuk ve yargı sorunu olduğunu söylersek abartmış olmayız. Genellikle siyasal özgürlükler ve ceza davaları alanında tartışılsa da doğrudan doğruya yurttaşlar arasındaki hukuki uyuşmazlıklardan iş ve ticari uyuşmazlıklara, idari davalardan kadına karşı şiddet davalarına kadar her alana sirayet etmiş bir adaletsizlik algısı, hatta gerçeği söz konusu. Hemen herkesin hayatına doğrudan ya da dolaylı değen bir sorunla karşı karşıyayız. Pandemi süreci bu sorunları iyice büyüttü.

Sorunları çözmek için yapıldığı iddia edilen değişiklikler ise tam tersi sonuçlar doğuruyor. Arka arkaya getirilen arabuluculuk, seri yargılama, hükmün açıklanmasının geri bırakılması gibi kurumlar ve yasal düzenlemeler ise derde deva olmak bir yana sorunları büyüttü.

İktidar ve yakın çeperindeki kesimler 

hem yargıdaki ayrıcalıklı konumları, hem 

siyasi gerekçelerle hemde toplumdan kopmuş 

olmaları nedenleriyle tabloyu çok toz pembe 

çiziyorlar. Ne demişler “sarayda yaşayan başka, kulübede yaşayan başka 

düşünür!”. “Saray” her ne kadar dar anlamda Beştepe’de yerleşik Cumhurbaşkanlığı için 

kullanılıyor olsa da iktidar olanaklarını fütursuzca (yargı üzerinde de) kullanan geniş bir kesimi 

kapsayacak şekilde kullanmak daha doğru olur. Artık tüm ülkeye ve kurumlara yayılmış bir 

“saray” söz konusu.

O zaman bölünmüş, herkesin kendi siyasi/toplumsal kodlarına göre değerlendirme yaptığı bir toplumda yargıya dair gerçekliği nasıl tespit edeceğiz? İki referans vereceğim. Birincisi 2008 yılından bu yana “Hukukun Üstünlüğü Endeksi” yayınlayan Dünya Adalet Projesi (WJP) raporları. 2020 endeksine göre Türkiye 8 kategoride yapılan değerlendirmede 128 ülke arasında 107. sırada. Üst orta gelirli 42 ülke arasında ise 40. sırada. (https://worldjusticeproject.org/sites/default/files/documents/WJP-ROLI-2020-Online_0.pdf) Bu değerlendirmeyi dış mihrak olarak görecekler için ise Sosyal Demokrasi Vakfı’nın Türkiye genelinde yaptığı “Yargı Bağımsızlığı ve Yargıya Güven” anketi. Bu ankete göre  “adalet”  denilince katılanların %23’nün akılına “adaletsizlik” geliyor. Ankete katılanların %48,5’i Türkiye’de yargının bağımsız olmadığını düşünüyor. Yargıya güvenenlerin oranı ise %38. (http://sodev.org.tr/yargi-bagimsizligi.pdf)

İşte bu koşullarda TBMM ve Cumhurbaşkanı yeni HSK üyelerini seçecek. Altı üyeyi cumhurbaşkanı belirliyor. Üçü Yargıtay’dan, birisi Danıştay’dan üçü ise avukatlar ve öğretim üyeleri arasından olmak üzere yedi üyeyi TBMM belirleyecek. Adalet ve Anayasa komisyonları her bir üyelik için 3 aday belirleyecek, TBMM genel kurulu, üyeleri bu üçer isimden seçecek. İktidar bloğunun sayısı hem karma komisyonda hem genel kurulda doğrudan seçmek için yeterli değil. Anayasaya göre nitelikli çoğunluk sağlanamaz ise her bir üyelik için en çok oy alan iki üye arasında kura çekilmesi gerekli.

Karma komisyon önceki gün toplanarak alt komisyon oluşturup toplantıyı 17 Mayıs’a erteledi. Bir “uzlaşı” arayışı yanında, iktidar bloğunun oylama oyunları ile en çok oy alan iki adayı da belirleyeceği konuşuluyor. Her bir adayın tek tek oylanarak en çok oy alan iki adayın da iktidar bloğunca belirlenmesi yöntemi ile yapılacağı söyleniyor. Anayasa değişikliği sürecinde demokratik temsil ve bağımsızlık için getirilen düzenlemenin kötüye kullanılacağı başka formüller de gündeme gelebilir.

Peki, bu seçim bu kadar önemli mi? Ben cumhuriyet savcısı iken HS(Y)K için “kadını erkek, erkeği kadın yapmak dışında her şeye muktedir” denirdi. Yargıtay, Danıştay, YSK üyelerini ve seçim hâkimlerini belirleme yanında, ilk derece hâkim savcılarının atama, terfi, tayin ve disiplin süreçlerinde tek belirleyici. “Yargının siyasallaştığı/siyasetin yargısallaştığı” bir ortamda ilk bakışta ilgisiz görülebilecek süreçleri bile belirleyebilecek önemde. İşte yargının “128 milyar dolar nerede?” sorusuna dair yargının yaptıkları. İşte CHP Parti Meclisi bildirisine dair açılan davalar.

“Uzlaşma” arayışı da başka sorunlar barındırıyor. Benzer seçimlerin yasam organınca yapıldığı ülkelerde adayların yetkinlikleri ve kişilikleri halka açık süreçlerde derinlemesine tartışılır. Bizdeki “uzlaşma” arayışı ise doğrudan siyasi partilerin atayacağı isimler üzerinde  anlaşma olarak ele alınıyor. Dar yargı camiası dışında çok az insan 128 aday adayını biliyor.

Rüşvet alan “menzilci hâkimi” tutuklayan hâkimin FETÖ’cülükten tutuklandığı, yargının tarikatların, grupların bilek güreşi alanına döndüğü, darbe girişimi sonrası geçiş dönemi için kurulan paralel bir bakanlık gibi çalışan “Yargıda Birlik” projesinin çöktüğü bir ortamda tarafsız ve bağımsız yargıya geçişte bu HSK seçimleri “hukukun üstünlüğü” mücadelesine çevrilebilir. Kuşkusuz asıl ve etkin çözüm daha kapsamlı adımları gerektiriyor. Peki, ne yapılabilir?

Bu süreçte anayasa hukukçularına ve barolara çağrım seçim yöntemine dair bilimsel görüş oluşturmaları, en azından sürece entelektüel düzeyde müdahale etmeleri.

TBMM’deki siyasi partilerin ise 17 Mayıs’a kadarki süreçte sorunu topluma mal etmeleri 

ve TBMM’nin bir kez daha iktidarın hukuksuz adımlarına siyasi meşruiyet tanımaması için 

gerekirse en radikal adımları atmaları gerekir. 

İlhan Cihaner / BİRGÜN

CHP’li Bingöl, AKP iktidarı döneminde satılan kamu taşınmazlarını raporlaştırdı - Erdem Sevgi / CUMHURİYET

 

19 yılda 62.3 milyar dolarlık özelleştirme yapan AKP iktidarının ihaleyle sattığı Hazine arazileri 300 milyon metrekareye ulaştı. CHP Ankara Milletvekili Tekin Bingöl, özelleştirilen kamu taşınmazlarını raporlaştırdı.

AKP iktidarında kamu taşınmazlarındaki özelleştirme ve satışlara yönelik çalışma hazırlayan CHP Ankara Milletvekili Tekin Bingöl, “300 milyon metrekare vatan toprağının tapusu nerede diye soruyoruz. Halkın fabrikalarını, sanayi tesislerini ‘özelleştirme’ diyerek bir bir sattılar, gelen 62 milyar doları tükettiler. Ellerinde satılacak varlık kalmayınca Hazine arazilerine yöneldiler. AKP’nin milyonlarca metrekarede haraç mezat yaptığı satışlar yağmadır, talandır” diye konuştu. Bingöl, Erdoğan’ın “Arsa ve arazi var. Araziyi arsaya dönüştürmek için belli bedel ödemek gerekiyor” sözlerini anımsatarak “Bedel gerekiyor’ dedikleri, yandaşlarının ceplerine giren milyonlardan başkası değil” dedi. Bingöl’ün çalışmasından öne çıkan başlıklar şöyle: 

- AKP VE ÖZELLEŞTİRME:

Türkiye’de 1986’da başlayan özelleştirme sürecinde 2021’ye kadar 70 milyar dolarlık satış gerçekleştirildi. 2002’ye kadar geçen 16 yılda 8 milyar dolarlık özelleştirme işlemi tamamlandı. AKP iktidarının 19 yılında ise özelleştirme miktarı 62.3 milyar dolara ulaştı. 

- HİSSELERDEN 39 MİLYAR DOLAR:

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) verilerine göre, 400’e yakın kuruluşun özelleştirme adı altında sermayelerindeki kamu payları satıldı. 1986’dan 2019’a kadar yapılan 46 milyar dolarlık satışın 39 milyar dolarlık bölümü AKP döneminde gerçekleşti.

- ÖZELLEŞTİRİLEN TAŞINMAZLAR:

ÖİB verilerine göre, 1986-2021 arasında özelleştirilen kurumlara ait 3 bin üzerinde taşınmaz satıldı. Aralarında TEDAŞ, Sümer Holding, PETKİM, TEKEL, Şeker Fabrikaları’nın taşınmazlarının da yer aldığı 3.9 milyar dolarlık satışların 3.7 milyar dolarlık bölümü AKP döneminde gerçekleşti. 

- HAZİNE’DEN ÇAĞRILAR:

Hazine Bakanlığı’na bağlı ÖİB tarafından Resmi Gazete’de yer alan “Yatırımcıya Duyuru” adı altında arazi satışları sürüyor. 2021’in ilk dört ayında 11 ayrı günde özelleştirme kararları yayımlandı. Geçmişte özelleştirilen 75 arazinin satışı da onaylanarak büyüklükleri 861 bin 898 metrekareye ulaştı. Büyük kısmı turizm bölgelerindeki arazilerin satışından 798 milyon 59 bin 500 TL gelir elde edildi.

- 272 TRİLYON METREKARE:

Milli Emlak Genel Müdürlüğü 2020 sonu verilerine göre, Hazine adına tescilli 4 milyon 121 bin 681 adet taşınmaz bulunuyor. Bu taşınmazlarının toplam yüzölçümü 272 trilyon metrekare. Yüzde 77.65’ini ormanlar, yüzde 11.8’ini araziler, yüzde 6.8’ini tarlalar, yüzde 0.37’sini bağ-bahçe, yüzde 0.05’ini maden ve ocak alanları, yüzde 0.03’ünü de tarihi ve kültür alanları oluşturuyor.  

- 15 YILDA 309 MİLYON METREKARE:

2005-2020 arasında 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu’na göre toplam 309 milyon metrekare genişliğinde 72 bin 53 adet taşınmaz satışı yapıldı. Kurumlara yapılan devirler, trampa (takas), hibe ve teşviklerle elden çıkarılan alan ise 1.5 milyar metrekareye ulaşıyor. 

- GELİRLER SATIŞTAN:

Son 5 yılda satışlardan 12 milyar 414 milyon 784 bin TL gelir elde edildiği açıklandı. 

2016’da 1.8 milyar TL, 

2017’de 2.3 milyar TL, 

2018’de 2.2 milyar TL, 

2019’da 2.5 milyar TL, 

2020 yılında da 3.3 milyar TL değerinde satış geliri elde edildi. 

Sadece 2020 yılında 8 bin 300 açık artırma ihalesi yapılarak 5 bin 780 adet, 17.3 milyon metrekare taşınmazın satışı tamamlandı. 

Erdem Sevgi / CUMHURİYET

Bir Kitap: Küresel İktisadi Tarihçe, 1980-2009 - Korkut Boratav / SOL

 

Türel, bizlere, son otuz yıl dünya iktisat tarihinin sıradan bir fotoğrafını değil, 'tomografik' görüntüsünü ve eleştirel analizini sunuyor. 

İktisat yazını, arkadaşımız, değerli meslektaşımız Oktar Türel’in önemli bir katkısıyla zenginleşmiştir: Küresel İktisadi Tarihçe, 1980-2009  (İstanbul 2021, Yordam Kitap). Bu kitabın öncülü, bir anlamda “ağabeyi”, 2017’de yine Yordam Kitap tarafından Küresel Tarihçe, 1945-79 başlığı ile yayımlanmıştı.  

Oktar Türel’in ikinci kitap üzerinde çalıştığını biliyordum; haberleşiyorduk. Bugünlerde yayımlanan kitabı tanıtmak istiyorum. 

Altın Çağ: 1945-1979 ve Neoliberalizm: 1980-2009

Küresel İktisadi Tarihçe 1980-2009, gerektikçe başvurulacak bir temel kaynak ve baştan aşağı “tadı çıkarılarak” okunacak bir baş yapıt... 

Oktar Türel, kitabına uzunca bir Başlangıç bölümüyle giriyor. Bunu, kitapta kapsanan “Neoliberal Çağ” dönemini tanıtan Genel Saptamalar bölümü izliyor. 

Oktar Türel, iki kitabı ile dünya ekonomisinin İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen tarihini iki ana döneme ayırmış oluyor. 1945-1979 ve 1980-2009 dönemlerini Keynesgil Altın Çağ ve Neoliberal Çağ olarak adlandırıyor (s.23). 

Bu adlandırma Türel’e özgü değildir. “Altın Çağ” yaygın kabul görmüştür. 1980 sonrasını “neoliberal” olarak adlandırmak “sol” iktisat çevrelerinde daha yaygındır.  Bu nitelendirme zaman içinde öylesine eleştirel bir özellik kazanmıştır ki, bu döneme damgalarını vuran IMF ve Dünya Bankası (DB), temel belgelerinde “neoliberal” terimini kullanmamaya özen gösterirler1

Türel’in 1945-1979 dönemini kapsayan yapıtı, Keynesgil Altın Çağ’ı kapatan çelişkileri vurgulayarak son buluyordu: 1968-79 döneminde kapitalizmin merkezinde sınıflar-arası gerilimlerin yol açtığı sorunlar, Altın Çağ düzenlemeleri içinde çözülemedi; Üçüncü Dünya’dan kaynaklanan “daha eşit ve adil bir dünya özlemine karşılık [verilmedi]… Ve böylelikle kapitalizmin ‘Altın Çağ’ı, görece uzun ve çalkantılı bir çözülüş süreci içinde kapandı.” (Küresel Tarihçe, 1945-79, s.334-335). 

2017’de bu satırları okuyanlar, “sonrasını” merak etmiş olabilir. Oktar Türel, onları dört yıl bekletecek; sonraki otuz yılı kapsayan dönüşümleri, gelişimleri Küresel İktisadi Tarihçe’de anlatacaktır. Yeni kitabı okurken karşılaştığım bilgi zenginliği, sentez gücü ve özgünlüğü, “dört yılda nasıl tamamlandı” sorusunu aklıma getirdi. 

Kitabın kapsamı

Türel’in bir önceki kitabında kapsanan 1945-1979 dönemi, siyasal arka plan ve küresel iktisat olarak iki bölümde incelenmişti. İlk bölüm, yani siyasal arka plan, iki kutuplu uluslararası siyaseti ve “Üçüncü Dünya”yı incelemekteydi. 

Küresel İktisadi Tarihçe’de Türel, 1980-2009 dönemini salt iktisadî tarihçe olarak incelemeyi yeğliyor. Reel sosyalizmin tarihe karışmasını ve AB’nin siyasal bütünleşme adımlarını gündem dışı tutuyor; bu dönüşümlerin iktisadî uzantılarına odaklanmakla yetiniyor. 

Kitap, üç ana kısım içeriyor: Küresel İktisadi Yönetişim, İktisat Politikaları, İktisadi Başarım… İlk kısımda neoliberalizmin dünya ekonomisine yerleşme aşamaları, uluslararası iktisadı düzenleyen kurumlar, kurallar… İkinci kısımda ana sektörlere, dış ticarete, sermaye hareketlerine ilişkin politikalar… Son kısımda da otuz yıllık bu dönemin büyümeye, bölüşüme ve krizlere ilişkin bilançosunun incelenmesi… 

Oktar Türel, Türkçe ustası bir iktisatçıdır. Türkçesine değil, ama iktisat terminolojisine iki itirazım var. Birincisi, uluslararası ekonomik ilişkileri düzenleyen kurumların, kuralların incelenmesinde yönetim kavramı yerine yönetişim terimini seçmesine dönüktür. İktisat diline sonradan giren bu sözcüğün ideolojik bir yük taşıdığını düşündüğüm için…

İkincisi, aslında Türel’i muhatap almayan, “başarım” sözcüğü ile ilgili bir  itiraz… İngilizce çok çeşitli anlamlar içeren “performance” sözcüğü, iktisat Türkçesi’ne “başarım” olarak çevrildi;  kullanılıyor. “Başarı” sözcüğünden türetildiği için olumlu algılamalara yol açıyor. İktisadî bozuklukları, bazen krizleri içeren nesnel göstergeleri “başarım” yerine, belki de basitçe “bilanço” sözcüğüyle ifade etmek yeğlenebilirdi. 

Terminolojik itirazlar önemsizdir. Önemli olan, 1980-2009 dünyasının bu üç ayak üzerinde incelenmesi sonunda ortaya çıkan sonuçtur: Türel, bizlere, son otuz yıl dünya iktisat tarihinin sıradan bir fotoğrafını değil, “tomografik” görüntüsünü ve eleştirel analizini sunuyor. 

Bilgiler, veriler, sunumlar  

Küresel İktisadi Tarihçe: 1980-2009, içerdiği bilgilerin sadece çeşitliliği ve çokluğu bakımından değil, sunumları açısından da “ansiklopedik” bir yapıt sayılabilir. 

Kitap 478 sayfadır. Nicel veriler 41 tablo ve 39 şekille sunuluyor. Sistematik bilgiler 18 çizelge (şema) ile özetleniyor. Bu bilgi ve veri çeşitliliği, tablo, şekil ve çizelgelerde, sık sık metinde de kısaltmalar ile sunulmaktadır. Kısaltmaların sadece sıralanması altı sayfayı dolduruyor. 

Nicel verilerin çoğunun kaynağında IMF ve DB gibi uluslararası kuruluşların istatistikleri var. Türel de tablo, şekil ve çizelgelerde bu kuruluşların iktisat belgelerindeki terminolojinin Türkçelerini kullanmıştır. Zorunlu bir tercih… 

Ülke gruplarının adlandırılmasından örnek vereyim. Türel, IMF ve DB terminolojisinin Türkçelerini kısaltıyor: Gelişmiş Ülkeler (GÜ), Gelişmekte Olan Ülkeler (GOÜ) ve Yükselen Piyasa Ekonomileri (YPE)… 

Türkçeleştirmekte bile sorun var: “Advanced” (“ilerlemiş”) ekonomiler “gelişmiş” oluyor. Terminolojinin “Frenkçesi” de sorunlu. “İlerlemiş” ülkelerin “karşı” grubuna “gelişmekte olan” niteliği yakıştırılmış; herhalde “iyimser bir beklenti” yansıtması için… Bir de araya “yükselen piyasalar” icat edilmiş…

Oktar Türel ne yapsın? Uluslararası istatistikler bu sınıflamaya göre düzenlendiği için, bunlara başvurdukça aynı terminolojiyi koruyacak; bazen son iki grubu GOÜ+YPE başlığı altında birleştirecektir. 

Ama, ana metine gelince, bu kısaltmaları yaygın boyutta kullanmayabilirdi. Okurlarını, hedeflediği genç öğrencileri düşünebilirdi. Bu terminolojinin kökeninde çağdaş dünya sisteminin içerdiği karşıtlıklar var. Bunlara ilk odaklanan eleştirel iktisatçıların kullandığı ikili kavramlara dönebilirdi. Gelişmiş/Azgelişmiş, Merkez/Çevre, Kuzey/Güney (veya Üçüncü Dünya) gibi…  

Kısaltmalardan aşina olduğumuz sözcüklere, kavramlara geçiş, hem okumayı kolaylaştırır; hem de IMF/DB terminolojisinin ideolojik yükünü hafifletebilirdi. 

Neoliberalizme geçiş

Türel, dört yıl önceki kitabının bitiminde, 1980 sonrasını belirleyen Neoliberal Çağ’ın ana özelliklerine (s.335’te) değiniyordu: “Tutucu siyasal düşüncelerin ve ortodoks iktisat anlayışının başatlığı; … ekonomik etkinlik ve istikrar odaklı politikaların gelir ve servet bölüşümünü emek ve yoksul ülkelerdeki halklar aleyhine değiştir[mesi]…”

Bu değinmeler Küresel İktisadi Tarihçe, 1980-2009’da genişletiliyor; ayrıntılı olarak inceleniyor. Türel, neoliberal dönüşümün “yeni bir toplumsal sözleşme” hedefleyerek başladığını düşünüyor. “Piyasa adaleti ilkesini [Altın Çağ’a özgü] toplumsal adaletin önüne geçirmek” (s.31)…  

Bu dönüşüm, “sermayenin kendisi için bir sınıf olma yolunda epey mesafe alması” sonunda mümkün olacaktır (s.43). Türel’in bu iki tespiti kabul edilirse neoliberalizm, “sermayenin genelleşmiş tahakküm tasarımı” anlamına da gelebilir. 

Bu dönüşümün bir “toplumsal sözleşme” olabilmesi için “kaybeden sınıflar ve halkların rızası” gerekir. Türel, bu rızanın peşinen var olmadığını; bu nedenle çoğu zaman tepeden inme yöntemlerle gerçekleştiğini vurguluyor. “Kaybedenlerin” sert direnmeleri gündeme gelecektir. Verdiği örnekler 1990 sonrasına aittir (ss.49-53). Neoliberalizme geçişi askerî darbelerle, şiddetle başlatan Latin Amerika (ve bizzat yaşadığımız) Türkiye deneyimleri 10-15 yıl öncesindedir.  

Neoliberal tasarımın “yeni bir toplumsal sözleşme” olarak yerleşmesinin kritik adımı, Kuzey coğrafyasında sosyal demokrasinin tam teslimiyeti ile atılacaktır. Küresel İktisadi Tarihçe, 1980-2009, bu dönüşümün aşamalarını, sonuçlarını deşiyor; inceliyor; eleştiriyor. 

Bir önceki kitabıyla birlikte Oktar Türel, bilge bir iktisatçı olarak dünya ekonomisinin son yetmiş yılına ışık tutmuştur. Benzerine güç rastlanacak bu iki dev yapıt nedeniyle teşekkür borçluyuz. 

Korkut Boratav / SOL

  • 1.Örneğin IMF’nin Nisan 2021 tarihli World Economic Outlook raporunda kavram taraması yapılırsa “neoliberal” sözcüğüne rastlanmayacaktır.

29 Nisan 2021 Perşembe

Erdoğan’a karar değiştirten saklı mektup - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 Şimdi ne kadar az kaldı. Kimse mektup yazmıyor. Oysa havada asılı 

düşünceleri tarihe not etmenin en sade yolu mektup. Söz uçuyor, yazı kalıyor. 

Sonraki kuşaklar perde arkasındaki hikâyeyi mektuplardan okuyor.


“Tam kapanma” denilen düzen daha başlamadan çöktü. Açıklanan istisnalar, eve sokulacak olanlarla “çıksalar iyi olur” arasındaki çizginin niteliğini belirledi. Tekel bayilerine getirilen, pandemiyle alakası olmayan yasak, asıl derdin rejimi değiştirmek olduğunu gösterdi.

Zaten belli değil miydi?

Yasak genelgesini yayımlayan İçişleri Bakanı, sadece bir hafta önce Diyanet İşleri Başkanı ve valiyi yanına alıp Nurcuların Meşveret kolu lideri Hüsnü Bayramoğlu’nun cenazesine binlerce kişiyle katılmıştı. Yani konu Nurculuğun bekası olunca, bütün “yasaklar” en tepeden yasaklanıyordu.

Geçen hafta bu konuyu yazmış, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cenazeye katılmamasının yanı sıra, mesaj bile yayımlamamasına dikkat çekmiştim. Öyle ya, Said Nursi’nin Mehmet Fırıncı gibi diğer vârisleri dahil, Erdoğan daha önce vefat eden “hocalar”ı daha yakından uğurlamıştı.

Nurcu camiayı yakından tanıyan bir arkadaşım, gülerek “Galiba Erdoğan’ı da bıktırdılar” dedi. Beklediğim bir yanıt değildi. Elbette, Hüsnü Bayramoğlu’nun Cumhurbaşkanı’ndan randevu alma çabasını görüyordum. Zaten kendisi randevu istediği telefon görüşmesinin videosunu kayda alıp paylaşmıştı. Ya da A101’in aynı zamanda Bank Asya’nın kurucusu olan patronuna FETÖ operasyonu yapıldığında devreye girerek açıklama yapmış, onların Nurcu olduğuna şahitlik etmiş, açıklamasına “Cumhurreisimizin hemşerisi ve aile dostudur” diyerek Erdoğan’ı karıştırmayı da ihmal etmemişti. Kısacası konuştuğum isim, Said Nursi’nin son vârisi Bayramoğlu’nun talepkârlığının, Erdoğan’a “yeter” dedirtmiş olabileceğini düşünüyordu.

Erdoğan’a ‘açın’ mektubu

Üstelik bu talebin bir de belgesi var. Nasıl mı? Biliyorsunuz, cemaat liderlerinin mahkemeden adam kurtarma sistemine “hüsnü şehadet” diyoruz. “İyi olduğuna şahit olma” diye özetlenen sistemde, zora düşen adamlarını “bizdendir” diyerek kurtarıyorlar. Bu sistemin bir de belgesi var. Nurcuların elden ele dolaştırdığı söz konusu mektupta, Hüsnü Bayramoğlu, KHK’lerin kendilerine dokunan taraflarına müdahale edilmesini Cumhurbaşkanı’ndan istiyor.

22 Kasım 2016 tarihli mektup, “Sayın Cumhurbaşkanım” diye başlıyor. Altında ise “Hüsnü Bayramoğlu: Bediuzzaman Said Nursi Hazretlerinin Talebesi ve Hizmetkârı” şeklinde imza var.

Bayramoğlu’nun mektubu 667 sayılı KHK ile kapatılan Nurcu yedi vakıf ve iki derneği konu alıyor. Söz konusu kararnamede toplam 550 dernek ve vakıf kapatılmıştı. Bunların arasında Nurcu Ankara Hamiyet ve İrfan Vakfı (Ankara), Gediz Eğitim ve Kültür Vakfı (Kütahya), Simav Fatih Vakfı (Kütahya), Iğdır Kültür Eğitim Çevre ve Sağlık Vakfı (Iğdır), Serhat Kültür Eğitim Vakfı (Ardahan), Kafkas İlim ve Eğitim Vakfı (Kars), Mardin Hidayet İlim ve Kültür Vakfı (Mardin), Asude Derneği (Diyarbakır), Nur Mektebi İlim ve Kültür Derneği de (İstanbul) vardı. Söz konusu yedi vakıf ve iki derneğin kapatılış gerekçesi FETÖ bağlantısıydı. Ancak ilginç bir şey oldu. Nur Mektebi İlim ve Kültür Derneği hariç diğerleri yeniden açıldı. Bayramoğlu’nun mektubundan, “yeniden açılma”nın Erdoğan’dan ricayla olduğu anlaşılıyor.

Mektuptan sonra o da açıldı

Ancak Bayramoğlu’nun 9 ricasından birinin “unutulması”nın mektubu yazmasına neden olduğu anlaşılıyor:

“Sizleri ziyaretimizde özellikle Nur Mektebi İlim ve Kültür Derneği’nin de ismini vermiş, bu derneğimizin gençlerinden 15 Temmuz şehit ve gazilerinin de olduğunu ifade etmiş ve en evvel açılmayı hak ettiklerini konuşmuştuk. Zatı-Aliniz de hemen açılması yönünde bir talimat vermişti.”

Bayramoğlu, Erdoğan’dan ricasını ve Cumhurbaşkanı’nın talimatını hatırlattıktan sonra devam ediyor:

“Nurettin Canikli Beyefendi’nin ‘Nur Mektebi İlim ve Kültür Derneği’ni açılacak dernekler listesine aldık’ demesine rağmen maalesef bugün yayınlanan KHK’da bu derneğimizin ismi bulunmamaktadır.”

Erdoğan’a Nur Cemaati’nin hayal kırıklığı yaşadığını söyleyen Bayramoğlu, Cumhurbaşkanı’ndan “gereğinin yapılmasını” istiyor:

“Bu muvacehede Nur Mektebi İlim ve Kültür Derneği ile alakalı da emr-i alilerinizin yine sehven gözden kaçmış olabileceğini bilgilerinize sunar, gereğinin yapılmasını arz ederim”.

Gerçekten de 7 Ocak 2017  tarihli KHK ile Bayramoğlu’nun Erdoğan’dan açılmasını rica ettiği derneğin yeniden açıldığı görülüyor.

Milli Eğitim’de derste Nurculuk

İşin ilginci…

Söz konusu dernek tarafından bir süre sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na ait bir okulda, sınıfta öğrencilere Saidi Nursi propagandası yapıldığı, görüntülerle gündeme geldi. Propagandayı yapan kişi, derneğin hocalarından Uğur Akkafa’ydı. Yani FETÖ dolayısıyla kapatılan dernek, açılmakla kalmamış, Milli Eğitim’de derslere bile girmeye başlamıştı.

İşin ilginç yanı, Bayramoğlu’nun mektubuyla yeniden açılan “sehven FETÖ’cü” derneğin hocalarının, Fethullah Gülen’i övdüğü videolar internette durmaya devam ediyor.

İnsanların yıllarca hapiste adalet beklediği, KHK’lerdeki  hataları döndürmenin ömür aldığı ülkede, cemaat lideri, mektupla istediğini yaptırabiliyor. Bir KHK’de eksik yapılırsa, tamamlamak bir sonraki KHK’ye kalıyor. “Bizdendir” diye kurtarılanların bağlantıları ise gözümüzün önünde durmaya devam ediyor. Haliyle hukuku ayaklar altına alanların cenazesine pandemi yasakları işlemiyor. Yurttaşlar, annelerinin babalarının tabutunu, üç-beş kişiyle yolcularken, millete maneviyattan bahsedenler “bıktırıcı” ayrıcalıklarını sürdürüyor.

Zarfı açtık. Kâğıdı düzelttik. “Hatırlı” düzenin mektuplu fotoğrafını gördük. Cenazesi kaldırılan yalnız cemaat liderleri mi?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

İçen çocuğun gizli görüntüsü - Barış Pehlivan / CUMHURİYET

 “İçki içen çocuk görüntüsü özel olarak kurgulandı.” 

Yasağı sorduğum kişi böyle dedi birden. Kısa bir sessizlikten sonra devam etti: 

“2012’nin son günleriydi. İstanbul Kanyon Alışveriş Merkezi’nde şarap tadım etkinliği vardı. İşte orada çocuklara da içki verildiğine dair bir haber yapıldı. Halbuki gerçek öyle değildi. Ama fitil o gün ateşlendi.” 

Şarap sektörünün önemli isimlerinden biriydi konuştuğum. Bakmamı istediği 17 Aralık 2012 tarihli Zaman gazetesinde şöyle yazıyordu: 

“Görevlilerin ilköğretim çağındaki çocuklara içki sunması gözlerden kaçmadı. Arkadaşıyla birlikte alkol yudumlarken kameralara takılan ve 15 yaşında olduğunu belirten bir çocuk, kadehin bir kadın tarafından kendisine verildiğini söyledi. Aslında alkol alışkanlığı olmadığını aktaran çocuk, içkinin hoşuna gittiğini de sözlerine ekledi.” 

Kamera Cihan Haber Ajansı’nındı, Zaman gazetesi ve Samanyolu TV günlerce özel yayın yaptı. Savcılık hemen soruşturma başlattı. Onlarca içki firması yetkilisi için hapis isteniyordu. Ruhsatlarının iptali gündemdeydi. Çocuklara alkollü içki sunmakla suçlanıyorlardı. 

Saklanan kamera görüntüleri

İşte tam da buradan sonrası hep saklandı. 

Zira, Kanyon AVM’nin güvenlik kamera kayıtları başka bir gerçeği ortaya koydu. İddia o ki “içki verildi” denilen çocuk ile Cihan Haber Ajansı’nın kameramanı çekim öncesi buluşmuştu. Kameraman üst kattan çekim yaparken kadrajına girmesi için çocuğu uyarıyordu. AVM yönetimi savcıya gösterdi bu görüntüleri ama kamuoyu ile paylaşmadı. Korktu. Evet, soruşturma sessiz sedasız kapandı ancak istenilen zaten olmuştu. 

Önce AVM’lerde içki tanıtımı dönemi sona erdi. Sonra Meclis’ten çıkan yasa ile alkollü içecek reklamı yasaklandı. Fethullahçılar ile AKP’nin ortak bir operasyonuydu yapılan ve aslında milattı. İktidarın iki ortağı benzer operasyona Gezi sırasında da imza attı. “Camide bira içtiler” yalanını ilk piyasaya süren yine Cihan Haber Ajansı’ydı. 

Şimdi ise ortak değişti. MHP ile birliktelik günlerinde AKP çıtayı daha yukarı koydu. 

Boş kadeh de istemediler

Ne baskılar gördü içki sektörü. Yıllarını veren bir isim anlatıyor: 

“Bakanlıktan arıyorlar, internet sitemizdeki boş kadeh fotoğrafının dahi kaldırılmasını istiyorlardı. ‘İçi boş bir bardak o’ dediğimizde, ‘Ya ben o kadehi görünce şarap içmek istersem’ diye yanıt alıyorduk. İki uyarı gelirse üretim ruhsatının iptali söz konusuydu ve mecburen dediklerini yapıyorduk.”

Gelin görün ki dedikleri bitmiyordu. “Yerde sürünen” ve “kendini asan” sarhoş fotoğrafları da istenmişti içki şişelerinin üstünde. Onda başarılı olamadılar ama hiçbir ülkede olmadığı kadar büyük ve fazla uyarı işareti konuldu. 

“Ciromun yüzde 55’ini devlete ödüyorum” diyordu telefondaki ses. “Bilmezler mi” diye isyan ediyordu. Bir çiftçi bıraksa şarap işini, o bağların yeniden üretime geçmesi için en az 10 yıl gerekecekti. 

“Eski Dubai gibi yapmak istiyorlar” dedi bir diğeri. Yani içkinin sadece turistlere serbest olduğu bir sistemi hatırlatıyordu. “İleride bazı marketlerde yasak başlatacaklar” diye bir öngörüsü de vardı. 

Ve sektörden konuştuğum herkes muhalefete de kızıyordu: “Muhafazakârlardan da oy almak için yıllarca sessiz kaldılar ve adım adım ilerlemelerine göz yumdular.” 

CEO bakan rahatsızlığı

Bakanlığa kendi şirketinden mal alan Ruhsar Pekcan koltuğundan gitti. Farkında mısınız? Pekcan’ın gidişinin ardından ne ağıt yakan ne başarılarını anlatan oldu. Doğru dürüst bir veda bile yapılmadı. 

Bunun nedenini AKP kulislerinde araştırdım. Görülüyor ki Pekcan meselesi çok daha derin bir sorunun ilk taşı. 

Önce şunu sorayım: Hükümetteki bakanlar hangi partiden? Bu da soru mu, demeyin. Zira yeni sistemde bakanlar milletvekili bile olamıyor. Vekillikten istifa ediyor. Böylece daha önce istisna olan “dışarıdan bakan atama”, genel bir uygulama haline geldi. Partide yedekte bekleyenlerin yanı sıra sektör temsilcileri bakan oldu. 

İşte bu da parti içinde “CEO bakanlar” denen isimlere karşı, “bizden değil” ayrımı yarattı. Konuştuğum herkes Ruhsar Pekcan’ın gidişindeki “bitti gitti” havasını buna bağlıyor. “Parti içinden olsa yedirmezdik” iddiasındalar. 

Öte yandan, bu rahatsızlığın CEO bakanların bütünü için olduğu söyleniyor. Turizm Bakanı’nın işleri, Milli Eğitim Bakanı’nın özel okullara sevdası, icraatlarının önüne geçmiş gibi görünüyor. Özel sektörden gelen Tarım ve Orman Bakanı’nı da bu listeye sokuyorlar. 

Kesin olan şu ki CEO bakanlar gidince arkasından ağlayan olmayacak. Ne AKP’de ne bakanlık bürokrasisinde ne de elbette muhalefette. 

CHP’ye ‘O videoyu silin’ kararı

Emniyet Genel Müdürlüğü, İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesinden sonra 25 kadının öldürülmesinin “azalma” olduğunu savundu. 

Attıkları son tweet’te de şöyle yazdılar: 

“Kadına her türlü şiddetin birine dahi tahammül edemeyiz. Bunun için vargücümüzle çalışıyoruz. Defalarca yalanlamamıza rağmen teşkilatımıza yönelik aynı iftirayı devam ettiriyorlar. Suç duyurusunda bulunuyoruz.” 

Öğrendim ki Emniyet, bu mesajı paylaştığı gün dediğini de yaptı. 

Şöyle ki... 

CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, sözleşmeden çekilme kararının iptali için Danıştay’a başvurdu. Ardından da bir basın açıklaması yaptı. 

İşte CHP’li Özel’in oradaki sözlerinin “kurumun kişilik haklarına saldırı olduğu” teziyle, Emniyet mahkemeye başvurdu. Talebi inceleyen Ankara 8. Sulh Ceza Mahkemesi’nin verdiği kararı tahmin etmek zor değil. 

CHP’nin resmi YouTube hesabındaki basın açıklaması videosunun, CHP’nin ilgili tweet’inin ve haberini yapan Sözcü gazetesindeki link’in yayından kaldırılmasına hükmedildi. 

Bakalım, CHP’nin bu karara karşı tavrı ne olacak? 

Barış Pehlivan / CUMHURİYET

27 Nisan 2021 Salı

Ne Kıbrıs eski Kıbrıs ne D. Akdeniz eski D. Akdeniz - İbrahim Varlı / BİRGÜN

 Uluslararası ilişkiler terminolojisine göre “dondurulmuş” bir sorun olan Kıbrıs, dünyanın en 

uzun süren grift anlaşmazlıklarından biri.İngiliz emperyalizminin bölge halklarına bir armağanı 

olan sorun, yarım yüz yılı aşkın süredir çözüme kavuşabilmiş değil.

1960’larda yani 20’nci yüzyılın ikinci yarısında 

başlayan ve 21’inci yüzyıla sarkan kriz iki 

askeri çıkarmanın gerçekleştirildiği 1974’ten 

bu yana “dondurularak” rafa kaldırılsa da 

adeta Doğu Akdeniz’e döşenmiş bir mayın   

gibi.

Yaklaşık dört yıl süren uzun bir aradan sonra bugün yeniden başlayacak olan müzakereler gözleri Doğu Akdeniz’in ortasında bir savaş gemisini andıran konumuyla jeo stratejik önemi büyük Kıbrıs’a çevirse de “Gordion düğümü”nü aratmayan ve yılan hikâyesine dönen müzakereler sorunun kendisinden de meşakkatli.

Bu zorluğun birçok nedeni var. Çok aktörlü sorunda çakışan çıkarların neden olduğu anlaşmazlık çözümü değil çözümsüzlüğü dayatıyor. Öyle ki bu “çözümsüzlük çözümdür” şiarı 90’lı, 2000’li yıllarda Ankara ve Kuzey Kıbrıs yönetimlerinin resmi politikasına dönüşmüştü.

Sorunun öbeğindeki aktörler, garantörler değişmese de konjonktüre bağlı olarak tarafların değişen paradigmaları ibretlik. 1968’den bu yana süren Kıbrıs görüşmelerinde özellikle garantör ülke konumundaki “anavatan” Türkiye’nin her on beş-yirmi yılda bir değişen resmi tezleri dikkat çekici.

FEDERASYONDAN KONFEDERASYONA

Uzun süre federasyon tezini savunan Türkiye ve Kuzey Kıbrıs tarafı artık BM ve uluslararası toplumun desteklediği “iki toplumlu, iki kesimli federasyon” modelinden uzaklaşarak “iki devletli konfederasyon” modelini dillendirmeye başladı. Ekimdeki seçimde “federasyon” tezini savunan Mustafa Akıncı’nın AKP’nin adayı Ersin Tatar’a kaybetmesiyle yeni bir sürecin de kapısı aralanmış oldu.

Kuzey Kıbrıs’ta halkının değil, Türkiye’nin çıkarlarını savunmayı kendisine görev edinen Tatar, BM öncülüğünde, Kıbrıslı taraflar ve garantör ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin de katılımıyla düzenlenecek 5+1 formatındaki Kıbrıs konulu konferans öncesinde geldiği Ankara’da iki devletli teze geçildiğini resmen ilan etti. Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Kıbrıs konusunda “gönül rahatlığı”yla yeni siyasetini ortaya koyduğunu kaydeden Tatar, Kıbrıs’ta artık federal temelde bir anlaşma için umut kalmadığını kaydetti.

Federal temelde bir çözüm Kıbrıs adasının her iki kesimi tarafından uzun yıllar dillendirilmiş, müzakerelerin de dayanak noktası olmuştu. 1977’de federal temelde bir anlaşma için başlayan görüşmelerden bugüne köprünün altından çok sular aktı. Sorunun kronikleşmesinde Güney Kıbrıs yönetimleri de masum değil. Bu süre zarfında Güney Kıbrıs tarafının çok sayıda planı reddettiğini kayda düşmek gerek.

Bunların en önemlisi ise 2004’te dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın adını alan ‘Annan Planı’na Kuzey Kıbrıslıların “evet” Güney Kıbrıslıların ise “hayır” demesiydi. AB’nin de desteklediği planın reddedilmesi “tarihi” bir fırsatın kaçmasına neden olmuştu.

CRANS MONTANA’DAN CENEVRE’YE UZANAN YOL

Sonrasında ise hem bölgesel denklem hem de Kıbrıs jeopolitiği kökten değişti. 2010’lu yılların başlarında Kıbrıs açıklarında Doğu Akdeniz sularında bulunan zengin hidrokarbon rezervleri yarım yüz yıllık sorunu başka bir boyuta sürükledi. İsrail, Güney Kıbrıs ve Mısır’ın bulduğu rezervlerin yanı sıra Ortadoğu’daki siyasal, toplumsal alt oluşlar Kıbrıs eksenli bütün hesapları sil baştan yeniden kurdurdu.

Bu iklim içerisinde 2017’de İsviçre’nin Crans Montana kasabasında kurulan Kıbrıs masası da haliyle başarısız oldu. Rum lider Nikos Anastasiadis’in masayı terk etmesi sonrası Ankara ve Kuzey Kıbrıs’a aradığı fırsat da doğdu, federal temelde bir anlaşma tedavülden kaldırıldı.

Tatar, Ankara’ya gelmeden yaptığı açıklamada “iki devletli çözüm” fikrini en yüksek perdeden dillendirerek, “Şu anda büyük bir gönül rahatlığıyla, memnuniyetle bu yeni vizyonumu ve siyasetimi ortaya koyuyorum çünkü Türkiye’nin de tam desteği var” ifadelerini kullandı.

Artık Doğu Akdeniz’de farklı bir durumun söz konusu olduğunu ifade eden Tatar, Üniter yapıya gidecek bir federasyon tezini asla kabul etmeyiz” ifadesini kullanarak dört yıl sonra başlayacak müzakerelerde “iki devletli” modeli masaya sürecek. Üstelik kendi halkının, Kıbrıslıların federasyon taleplerini görmezden gelerek... Hafta sonunda Lefkoşa’nın kuzey ve güneyinde binlerce kişinin katıldığı eş zamanlı eylemlerde halklar federasyon talebini dile getirdi. ‘Federal Kıbrıs istiyoruz!’ sloganıyla yapılan eylemler, Cenevre görüşmeleri öncesi “Federasyon kapısı tamamen kapandı” şeklinde açıklamalar yapan Tatar’a ve Ankara’ya verilen bir yanıttı. Federasyondan iki devletli modele geçilmesinin faturası ağır olacaktır.


İbrahim Varlı / BİRGÜN

Sedat Peker’in toplattığı kitap - Barış Pehlivan / CUMHURİYET

 

Masada iki kitap... 

İkisinin de adı aynı, yazarı aynı, konusu aynı.

Ancak birinin içindeki iki paragraf diğerinde yok. Silindi. 

Gelin, sır gibi saklanan bir lekeyi görün... 


2017 yılıydı. Gazeteci Gülşen İşeri“Ömrümce Ağladım” adlı kitabı yazdı. Kitapta hem oyuncu Muhterem Nur’un hayatı hem de eşi Müslüm Gürses’in bilinmeyenleri anlatılıyordu. Büyük ilgi gördü, çok konuşuldu.

Bir gün... 

Yayıncı Doğan Kitap, silahlı kişiler tarafından basıldı. 

Kendilerini “Sedat Peker’in adamları” diye tanıttılar. Kitapta yer alan şu küçük Müslüm Gürses anısından rahatsızdılar:

“Sadece halk değil, önemli kişiler de ‘Baba’ diyerek elini öpüyordu. Onlardan biri, bir davette Müslüm Gürses’in yanına gelmişti, yanında da korumalar vardı. Müslüm Gürses şaşırdı, eğilip ‘Baba’ diyerek elini öptü Gürses’in bu meçhul kişi, sonra da uzaklaştı adamlarıyla... 

Müslüm Gürses, Nevzat Bey’e dönüp ‘Kim bu lavuk, tanımadım’ diye sordu. Nevzat Bey de ‘Sedat Peker abi’ dedi. Müslüm Gürses gülmeye başladı, ‘Öyle mi, ayıp ettik adama!’” 

Yayınevini basan kişiler “Reis kimsenin elini öpmez. Peker’i küçük düşürdünüz” dedi. Ve hemen arkasından tehdit geldi: “15 gün içinde gereğini yapmazsanız, biz yapacağız!” 

Yazar Gülşen İşeri’nin oturduğu evin adresini yayınevi yetkililerine söylediler. Evet, popüler tarihten gülümseten bir anekdot, yazarın ölümle tehdit edilmesine varmıştı. 

Sonunda ne mi oldu? 

Yayınevi tüm piyasadan “Ömrümce Ağladım” kitabını geri çekme kararı aldı. Toplatılan kitaplar imha edildi. Tanıklarının aktardığı o iki paragraf kitaptan çıkarıldı. Sansürlenmiş yeni baskı okurla buluştu. 

Konuyla ilgili görüştüğüm Doğan Kitap Yayın Yönetmeni Cem Erciyes“Biz aslında Muhterem Nur’un da isteğini yerine getirdik, böyle yaparak. Kendisi vefat ettiği için daha fazla konuşmak istemiyorum” dedi. 

Şimdi... 

Hani bugün Sedat Peker’e operasyon yapılıyor ya... 

Aynı kişi devlet tarafından makbul göründüğü günlerde böylesine utançlar da yaşandı. Bir kitap sessiz sedasız yok edildi. 

O sessizliği, bu satırlarla yırtmak istedim.  


İLGİNÇ TAHLİYE

Önceki Arka Bahçe’de okudunuz... 

Diyarbakır’da altın üreten Zerya Kuyumculuk’un sahipleri hakkında dolandırıcılık davası vardı. 350 milyon liraya yakın bir vurgundan bahsediliyordu. Davayı çözecek bilgilerin yer aldığı bilgisayar da paralar ve altınlarla birlikte kaçırılmıştı. 

İşte... 

Bu olayı anlattığım gün ne oldu biliyor musunuz? 

Davanın üç tutuklusundan  

Zülküf Ortaç ilginç bir 

şekilde tahliye edildi. 

Halbuki 4 Haziran’da      

duruşması vardı. O gün 

beklenmedi ve bir buçuk ay önceden apar topar cezaevinden çıkarıldı. 

“Apar topar” dedim ama... Normalde hakkınızda tahliye kararı verilince, cezaevi yönetimi sizi dışarı çıkarmak için hızlı davranır. Acaba, Zülküf Ortaç’ın sokağa salınması için pandemi yasaklarının başladığı 22 Nisan Perşembe, akşam saatleri mi beklendi? Bu iddia doğruysa, Diyarbakır 3 No’lu T Tipi Cezaevi yönetimi neyi amaçladı? 

Sözün özü, her haliyle dikkate değer bir tahliye yaşandı bu vurgun dosyasında. 

ATATÜRK’ÜN VASİYETİNDE KARAR 

Ne çok tartışıyoruz. Ne çabuk unutuyoruz. Ne olduğunu sonra hiç merak etmiyoruz. 

Hatırlayın, bir dönem AKP medyası ne manşetler atmıştı... 

Atatürk’ün manevi torunu Tacinur Demir, Atatürk’ün vasiyetini yerine getirmediği iddiasıyla CHP’ye bir dava açmıştı. Sığırtmaç Mustafa’nın kızı Demir, Atatürk’ün vasiyetinin iptalini ve CHP’nin kontrolüne bıraktığı ne miras varsa hepsini almayı arzuluyordu. Dava dilekçesinde, Cumhurbaşkanı  Erdoğan’ın Türkiye İş Bankası hisseleriyle ilgili yaptığı açıklamalar da delil olarak vardı. 

CHP’nin avukatlarından Mustafa Kemal Çiçek yıllarca bu davada iz sürdü. Bu taleplerin neden imkânsız olduğunu anlattı durdu. 

Ve sonunda, Ankara 3. Asliye Ceza Mahkemesi geçen günlerde davayı düşürdü. 

Gelin görün ki Atatürk’ün vasiyetinin iptali davası hukuksuz olduğu için bitmedi. 69 yaşındaki manevi torun Tacinur Demir koronadan dolayı hayatını kaybetti. Dava dosyası da bu nedenle kapandı. 

Ancak CHP davayı istinafa taşımaya hazırlanıyor. Çünkü ölümden değil, esastan reddedilmesini talep edecekler. 


SİLİNEN TWEET VE GERÇEK

AKP İstanbul İl Başkanı Osman Nuri Kabaktepe Twitter’da şöyle yazdı:

“Seçimden önce ‘Her şey çok güzel olacak’ diyen her kim varsa pastadan payını alıyor.” AKP’li Kabaktepe, Milli Gazete’ye İBB’den ihale kıyağı yapıldığını iddia ediyordu. Sonra birden sildi bu tweet’i. Neden? Yoksa, böylesi bir hedef göstermenin Saadet Partisi ile olası ittifaka zarar vereceğini mi düşündü? Şimdilik emin değilim. 

Bildiğim şu ki Saadet Partisi’nin asıl yayın organı TV5 maddi olarak çok zor durumda. Çalışanlarına aylardır maaş ödeyemediği kulağıma geliyor. Bundandır ki kanal “5 için 1 olalım, 1’imiz 1000 olsun” sloganıyla destek kampanyası başlattı. Ayakta kalmak için izleyicilerinden bin liralık maddi destek bekliyorlar. Ve hatırlatıyorlar; kamu kurumları diğer kanallara milyonlarca saniyelik reklam verirken, TV5 neden sıfır saniye reklam alır? 

Barış Pehlivan / CUMHURİYET

Cumhuriyete karşı sürekli darbe - Oğuz Oyan / SOL

 Ömrünü tamamlamış bir siyasi hareket iktidara tutunmanın tek çaresi olan açık faşizme geçişin koşullarını yaratmak için emperyalizme her türlü dış ödünü verebilecek kıvama gelmiştir.

TBMM'nin kuruluşunun 100. yılında olduğu gibi 101. yılında da kutlamalar yasak. Önümüzdeki 19 Mayıs için de aynı yasağın geçerli olması beklenir, tıpkı bir süredir bütün ulusal bayramlar için olduğu gibi. Yasaklar bunlarla sınırlı değil elbette. Ama bir ülkenin/bir ulusun kendi kuruluşuna dair simgesel günlerin kutlanmasının yasaklanmasının anlamı, başka bir kuruluş hikayesinin -Türkiye örneğinde ümmetçi bir ideoloji temelinde- yazılmakta olmasındandır. Bu, Cumhuriyet'e karşı bir sürekli darbeler tarihinin nihai aşamasıdır. 

Bu cüretkâr işe girişenlerin yarı yolda durmak veya "uzlaşmak" gibi bir seçenekleri yoktur; bunu sonuna kadar götürecekler ve akla gelen/gelmeyen bütün siyasi hile, kumpas ve zorbalığı gündemde tutacaklardır. Dışarda ise sıcak çatışma ortamlarını büyüterek bunlardan "milli meseleler" türetmesini ve iktidarın bekasının "kaçınılmazlığını" sürekli vurgulamasını beklemek gerekir. Bütün meselesi, karşı-devrim projesinde iktidara karşı çıkabilecek tüm güçlerin sindirilmesi ve mümkünse onun aparatına dönüştürülmesidir. 

Bu bağlamda, 2008'deki "kapatılma" tehlikesi savuşturulduktan sonra, Anayasa ve dolayısıyla Cumhuriyeti savunabilecek önemli bir sivil organ olarak yargı sistemi bütün kademeleriyle önce sindirilmiş sonra yürütmeye bağımlı kılınmıştır. Daha büyük potansiyel tehlike olarak görülen silahlı kuvvetlerden, zaten yürütmenin emrinde olan polis gibi kolluk güçlerinin halledilmesi, görece kolay olmuştur. TSK'nın aynı konuma getirilebilmesi için büyük kumpasların tezgahlanmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bunun için, TSK içinde darbeci bir Nurcu cemaatin, Fethullahçı hareketin kök salması kolaylaştırılmış ve onun etkisiyle Cumhuriyetçi subayların emeklilik veya yargı kumpaslarıyla tasfiyesi hızlandırılmıştır. Fethullahçı hareket, 15 Temmuz 2016'daki askeri darbe girişiminden çok daha büyük darbeyi onun öncesinde, AKP ile kolkola, TSK, yargı, kolluk, eğitim ve diğer kamu idaresi içinde gerçekleştirmiştir.

Ömrünü tamamlamış bir siyasi hareket şimdilerde iktidara/devlete tırnaklarını geçirmiş, her türlü muhalefete karşı teyakkuz ve taarruza geçmiş durumdadır. İktidara tutunmanın tek çaresi olan açık faşizme geçişin koşullarını yaratmak için emperyalizme her türlü dış ödünü verebilecek kıvama gelmiştir. Bunu zaten dillendirmiş bulunan Biden'ın tam da şimdi "soykırım" terimini kullanması, AKP/RTE tarafından ABD ile üst düzeyde ilişki kurabilmenin önünü açabilecek küçük bir ödün olarak kodlandırılıp kolayca sineye çekilmiş gözükmektedir. Erdoğan bu konuda sıcağı sıcağına hiçbir tepki göster(e)memiştir; iki gün gecikmeyle ve başka konular arasına sıkıştırarak ele aldığı meseleyi salt teknik bir tarihi sorunmuş gibi görerek ve ilişkilerin geliştirilmesi perspektifini öne çıkararak yaptığı açıklama, "alttan alma" tavrının yeni ve beklenen bir örneğini oluşturmuştur. Bu açıklama, muhtemelen 23 Nisan telefon görüşmesinin de yansımasıdır; bu, "sorunun" küllenmeye bırakılacağına ve bir açıklamadan daha fazlasına (somut diplomatik tepkilere) gidilmeyeceğinin de işaretidir aynı zamanda. Bu arada yürütmenin emrindeki Meclis'te parti gruplarına ortak açıklama yaptırılmasıyla da durum "idare edilmeye" çalışılmaktadır. 

23 Nisan anması için Anıtkabir'e gitmeyip günü Vahdettin Köşkü'nde Biden'ın içeriği zaten bilinen telefonunu bekleyerek geçirmek de, RTE'nin vermek istediği dolaylı mesajı aşan anlamlara sahip olmuş olabilir. Her durumda, tam da Atatürk'ün  Vahdettin'e hakaret ettiği savıyla Nutuk kitabının bir ilçede okullarda dağıtımının yasaklandığı haftada, Cumhuriyet'in dinci-faşist bir yönetim altında nerelere sürüklendiğinin/sürükleneceğinin açık bir göstergesi olmak bakımından çok öğretici olarak da kabul edilebilir. TBMM'nin yani ulusal egemenliğin kuruluşunun yıldönümü haftasında ne hazin bir manzara!

23 Nisan 1920'nin anlamı

Oysa 23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi'nin açılışı hem emperyalizmin işbirlikçisi olarak tarih-dışı kalmış ve tahtını korumaktan başka hedefi kalmamış olan Saray hanedanı ve çevresine hem de doğrudan doğruya emperyalizme karşı bir meydan okumaydı. 23 Nisan 1920'nin anlamını kavramamak veya saptırmak, bu meydan okumaya bir "karşı-meydan okuma" olarak anlaşılmak zorundadır. Bu anlam da emperyalizmin işbirlikçiliğinden başka bir yer değildir.

Peki, Meclis 23 Nisan 1920'de hangi tarihi koşullarda açılmıştı?

- Beş hafta önce 16 Mart 1920'de İstanbul ikinci kez işgal edilmiştir ve bu defa 1918 işgalinden farklı olarak tüm idareye el konulmuş ve Meclis-i Mebusan dağıtılmıştır. Artık yeni bir iktidar odağının Anadolu'nun kalbinde oluşturulması farz olmuştur. Öte yandan, Sèvres dayatmasının hazırlıkları ilerlemektedir ve nitekim dört ay sonra Ağustos 1920'de imzalanacaktır. Emperyalizme muhatabının Saray değil Ankara olduğunun gösterilmesi zamanıdır.

- Meclis'in açılması, 600 yıllık Osmanlı hakimiyetine tarihi bir meydan okumadır. Aynı zamanda egemenliği Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi olduğunu iddia eden sultandan/Saray'dan alıp millete verilmesidir. 

- Henüz düzenli orduların bile kurulamadığı, hiçbir savaşın kazanılmadığı erken bir tarihte (düzenli ordunun ilk savaşları İnönü'de 1921 başlarında olacaktır) Millet Meclisi'nin savaşı yönetme yetkileriyle donatılmasıdır. Bu yetki, aynı zamanda, düzensiz Kuvay-ı Milliye güçlerinin Meclis'in otoritesi altında düzenli orduya dönüştürülmesi mücadelesini kapsamaktadır. Daha sonra bu yetki, güçler birliğiyle donatılmış ve 1921 ve 1924 Anayasalarıyla birlikte bu rolü pekiştirilmiş olan Meclis'i, Kurtuluş sonrasının Kuruluş mücadelesinin de merkezine taşıyacaktır.

- Meclis'in kuruluşu ve mücadelesi, aynı zamanda, Kurtuluş ve Kuruluş hareketinin niteliğine karşı oluşabilecek Saraycı veya eski düzene bağlı karşı-devrimci muhalefeti içerde ve kontrol altında tutabilmenin mücadelesidir. Bu muhalif cephenin zamana direnen en radikal çekirdeği siyasal İslamcılar olacak, 1950 sonrasında emperyalizmin de desteğiyle palazlanabilecektir. 

Özetle "ulusal egemenlik" hem Saray'a karşı hem emperyalizme karşıdır. 1950 sonrası bu egemenlikte aşınmaların ortaya çıkmaya başladığı dönemlerin toplamıdır. Siyasal İslamcı hareket 1970'ler, 1980'ler ve 1990'larda sonrasında iktidara ortak olarak meşruiyetini pekiştirdikten sonra 2000'lerde Cumhuriyeti tersyüz etme gücü ve cüretine erişecektir. İşte şimdi bu siyasi hareket kendi hedeflerine tam varamadan tükenmenin eşiğine gelmiştir. Hırçınlığı ve saldırganlığının temelinde olan budur.

Sonuç

101 yıl önce egemenlik Saray'dan millete ve onun temsilcilerini barındıran Büyük Millet Meclisi'ne aktarılmıştı. Şimdi egemenliğin milletten ve onun temsilcisi TBMM'den tekrar Saray'a aktarıldığı aşama geçici olarak tamamlanmıştır. Ama hikayenin burada tamamlanmasının imkân ve ihtimali olmadığı anlaşılmıştır.

İktidar cenahı "demokrasi tramvayı"ndan çoktan inmiş; hatta tramvayları dahi hangara çekmiş olabilir. Buna rağmen, halk kitleleri şimdilik en azından ulusal bayramlarda, 1 Mayıs'larda ve tüm toplumsal mücadelelerinde ne Cumhuriyeti feda etmeye ne de ülkeyi emekçi düşmanı sınıflara bırakmaya razı olmadıklarını yüksek sesle haykırmaya devam etmektedirler.

1 Mayıs Emek ve Dayanışma Gününüz kutlu olsun.

Oğuz Oyan / SOL