Yaratılan üniversite iktidarları, artık Saray'dan doğrudan talimat almadan dahi baş makamın düşünce kalıbına uygun icraatların gereğini yapacak olgunluğa erişmişlerdir!
AKP Türkiye'sinde bir karadelik kadar yoğunlaşmış bir iktidar/devlet yapılanmasının oluşturulduğu biliniyor. Anayasal kurumların/ yetkili organların tümüyle yürütmeye ve onun başındaki tek yetkiliye bırakıldığı bir aşırı kaslı yapı yaratılınca, kamu yönetiminde hiçbir alanın bu karadelikten kaçışına izin verilmeyeceği açıktı.
Yasama yani Meclis zaten başından beri yürütmenin kontrolü altına girmişti; buradaki bazı sızıntılar (1 Mart 2003 Irak tezkeresi gibi) hem siyaseten (tek seçiciliğin güçlendirilmesiyle) hem hukuken (2017 Anayasası ve 2018 mevzuatıyla) tıkandı. Yargı yapılanması, yürütme organı seçme/atama/tâyin, kariyerde ilerleme yetkileriyle; sürgün, meslekten çıkarma/azil, hatta teröristlikle suçlama silahlarıyla donanınca, hem alt hem yüksek kademeleri itibariyle fiilen yürütmeye bağlanmış oldu.
Geriye üniversiteler ve yerel yönetimler gibi doğrudan kamu kurumları ile Türkiye Barolar Birliği (TBB), Türk Tabipleri Birliği (TTB), Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) ve benzerleri gibi yarı-kamusal meslek örgütleri kalıyordu. Bu meslek örgütlerinden şimdilik en çok TBB'ye müdahale edilmiş durumda, ama bununla yetinilmeyeceği açık.
Bu iktidar kaldığı sürece yerel yönetimlere, özellikle de Büyükşehir Belediyelerine, mevzuat değişiklikleriyle, kararnamelerle, Belediye Meclislerindeki iktidar çoğunluğuyla yapılan müdahalelerle yetinilmeyeceği de açık olmalı. Merkezin hükmünün geçmediği (veya sınırlandığı), farklı siyasetlerce yönetilen yerel birimler ortada durdukça, faşist totalitarizm tamamlanmış olamaz. Bu tür bir merkezi güç yoğunlaşmasının nihai uzantısında merkezi-yerel yönetim ayırımına (şekli ayırım dışında) yer yoktur. Kuşkusuz bugünkü toplu durumda, merkezi iktidarın ömrünün ve gücünün buna yetmeyeceğinin de öngörülmesi gerekiyor; yetmemesi için mücadele edilmesini de ihmal etmeden...
Üniversitelerin kuşatılması
Merkezi yönetimin tasallutuna zaten çok açık olan üniversiteler, sayılan yapılar içinde her zaman en kolay lokmayı oluşturmuşlardır. 1982 Anayasası ve Yükseköğretim Kanunu ile yol zaten açılmış, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) arzulanan merkezileşmeyi sağlamıştı. Gene de, 12 Eylül döneminden sonra, rektör atamalarında ve üniversitelere müdahalelerde AKP döneminde olduğu kadar aşırıya gidildiği görülmemişti. AKP'nin ilk döneminde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer (2000-2007) ve YÖK, iktidarın tasarruflarını frenleyici rol oynamışlardı. O kadar ki AKP, bir anayasa değişikliğiyle YÖK'ün ortadan kaldırılması teklifiyle CHP Grup Başkanvekiline gelmiş, ancak bu konuda iktidara güvenilemeyeceği gerekçesiyle bu öneri haklı olarak reddedilmişti (Parti adına görüşmeyi yapan ve reddeden bizzat bu satırların yazarı olduğu için bu bilgi kesindir). AKP, önce 2007-2014 arasında Gül'ün, sonra da Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığı döneminde üniversitelere siyasi müdahalelerini arttırdı.
Ama hiçbir dönemde 2018'de Erdoğan'ın ikinci ve 2017 Anayasasıyla çok daha fazla güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığı döneminde olduğu kadar üniversiteler siyasetin kıskacına alınamamıştı. Bu dönemde, YÖK'ün rektör atama yetkileri de bütünüyle Cumhurbaşkanına aktarılmıştı. O dönemden itibaren siyasal iktidar kendi suretinde üniversite iktidarları yaratma olanağını tam ele geçirmiştir. Devlet üniversitelerinde geriye kalan istisnalar da, Boğaziçi Üniversitesi örneğinde görüldüğü gibi, 2021 yılı itibariyle sona erdirilmiştir. Yaratılan üniversite iktidarları, artık Saray'dan doğrudan talimat almadan dahi baş makamın düşünce kalıbına uygun icraatların gereğini yapacak olgunluğa erişmişlerdir!
Doç. Dr. Meltem Kayıran vakası
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü öğretim üyesi değerli meslektaşım Doç. Dr. Meltem Kayıran'ın 14 Nisan'da yürürlüğe girmek üzere görevine son verilmesi, tam da böyle bir siyasi düşünce zincirinin halkasındadır. Meltem Kayıran, 2017'de doçentlik ünvanını aldığı halde dört yıldır kadro alamamıştır. Kadro vermeyerek onu eğreti "Dr. Öğretim Üyesi" statüsüne mahkum eden ve bu statüde görev süresinin yenilenmesi için her üç yılda bir bir atama jürisine "eserler" dosyası vermeye mecbur etmek isteyen zihniyet iyiniyetli olabilir mi?
Sevgili meslektaşım Meltem Kayıran, hem bu aşağılanmayı kabul etmemek hem de hakkı olan kadroyu elde etme mücadelesini sürdürebilmek için, geçen yıldan beri bu alt statüye yeniden atanmak için hukuksuz olarak istenen dosyayı vermeyi reddetmiştir ve çok da iyi yapmıştır. Doç. Dr. Meltem Kayıran'a kadrosunu vermek istemeyenler zaten onun eserlerine falan bakacak değillerdir. Baktıkları yer, onun Eğitim-Sen Ankara 5 nolu Şubenin (üniversite elemanlarının sendikaşmasından sorumlu şubenin) bir dönem yöneticiliğini yapması ve sol aktivist kimliğinden ödün vermemesidir. Meltem Kayıran'a hakkı olan kadroyu vermemek, hem onun üzerinde baskı kurmak hem de genç meslektaşlarına gözdağı vermek anlamındadır.
SBF Maliye Bölümünde bir dönem birlikte görev yaptığımız sevgili Meltem Kayıran 31 yıldır aynı bölümün hocasıdır ve bölüme emeği çok geçmiştir. Hem bilimsel kimliğiyle bölümün öğretim üyesi niteliğinin yükselmesinde payı vardır hem mükemmel bir hocalık ve hoca/öğrenci ilişkisi kariyerine sahiptir. Onun üzerinde kurulan baskıların ve onun üzerinden tüm akademiyaya verilmek istenen gözdağlarının püskürtülmesi şimdi hepimizin görevi olmuştur. İlk hedef, üniversite yönetiminin bu hukuk-dışı tasarrufunun Danıştay'dan dönmesini sağlamak olmalıdır.
Öğretim üyeliği kadrosu nasıl düzenlenmeli?
Doç. Dr. Meltem Kayıran örneği ne ilk ne de sondur. Üniversite yönetimlerinin, doçentlik ünvanı ile doçentlik kadrosu arasına aşılmaz bariyerler koymaya çalışmaları da AKP ile başlamış değildir. Kendimden örnek vereyim: 12 Eylül rejiminin ağırlığının sürdüğü 1985 yılında doçentlik ünvanını elde ettikten bir süre sonra Gazi Üniversitesi rektörlüğü benim için de ilana çıkmış ve bir kadroya atama jürisi oluşturmuştu. Ancak 12 Eylülcülerin atadığı faşist rektör (Bahçelievler katliamcısı Haluk Kırcı ile üniversite mekanında kolkola gezinmekten çekinmezdi), jüri üyeleri zamanında raporlarını iletmediler bahanesiyle benim işlemimi iptal ettiğini bildirmişti. (Muhtemelen bu arada siyasi kimliğimle ilgili bilgilendirilmişti). Bunun üzerine, Doçentlik Yönetmeliği'nde atama jürisi raporlarının bir ay içinde rektörlüğe iletilmesi maddesinin adayı korumak için konduğunu, hak düşürücü bir süre olarak kullanılamayacağı gerekçesiyle İdare Mahkemesi'ne başvurdum. Dava lehime sonuçlanmak üzereyken rektör değişti ve yeni rektörün uzlaşma ve konuyu lehimde çözüme kavuşturma önerisini kabul ettim. Ama ünvanın alınması ile kadronun alınması arasında 2 yıldan fazla bir mücadele/yıpranma süreci yaşanmış oldu.
AKP döneminde bu türden keyfiliklerin 12 Eylül dönemini aratmadığı söylersek, AKP dönemini hafife almış oluruz; şimdiki keyfiliklerin haddi hesabı yoktur. Bir barış bildirisini imzaladıkları için mesleki yaşamları karartılanlar bunun yalnızca bir bölümüdür. Şimdi artık, yeni kurulan devlet üniversiteleri başta olmak üzere, asistanlığa girişten akademik kariyerde ilerlemenin neredeyse her basamağında siyasi kontrol ve süzgeçler çalışmaya başlamıştır. Buna koşut olarak bilimsel süzgeçler dumura uğratılmış vaziyettedir: Liyakat dışı kariyer yapmalar, sahte/çalıntı doktora tezleri, makale veya araştırma oluşturmalar, dil bilmeden doktora ve üstü ünvanlara ulaşmalar, idari görevlere siyasi yakınlıklara göre atanmalar vs...
Bu kirlenmenin üstesinden gelmek için AKP sonrası dönemde yapılması gereken düzenlemeler olmalıdır. Bunlar yapılmadığında, hastalıkların yeniden nüksetmesi önlenemeyecektir. Bazılarını saymaya çalışalım:
- Bütün akademik ünvanların gözden geçirilmesi, ünvan alımında sunulan tezlerin, makalelerin, kitapların, araştırmaların çok kapsamlı ve derinliğine incelenmesi ve liyakat dışı alınmış bütün ünvanların geri alınması gerekir.
- Akademik/bilimsel kariyerin en temel basamağı doktoradır. Doktora, bilimsel yetkinliğin ölçülmesinde temel aşama ise, o zaman iki yönden tamamlanmalıdır: Bir, doktora sürecinin (yazımı ve yönetiminin) en fazla ciddiye alınması gereken akademik uğraş olması sağlanmalıdır. İki, doktorasını tamamlamış olanların yarım yamalak ve süreli bir statüde değil, kesintisiz ve eksiksiz bir statüde görev yapmaları sağlanmalıdır. 1982 tarihli Yükseköğretim Kanunu'nun tek olumlu yanı bir Yardımcı Doçentlik kadrosu getirmesiydi. Ama bu kadroyu eğreti statüde bırakarak üst basamaklara çıkışı denetlemek istemişti. Yakın zamanda o statü kaldırıldı (ki bunun müsebbibi, fakültelerine her yıl çığ gibi tıpta uzmanlık adayları yağdığı için yardımcı doçentliğe ihtiyaç duymayan tıp kökenli rektörler olmuştur); ama yerine benzer bir "Dr. öğretim üyesi" statüsü getirildi. Şimdi yapılması gereken, belirli aralıklarla yenilenme zorunluluğu olmayan süresiz bir yardımcı doçentlik ünvanının getirilmesi olmalıdır. Doçent olmak için yeterli çabayı göstermeyenler zaten bunun -varsa- kariyer bedelini ödemiş olacaklardır. Görevini uzatmama tehdidiyle ayrı bir cezalandırma öngörmek bilim dışıdır.
- Doçentlik ünvanının alınması ile doçentlik kadrosunun alınması arasına mesafe ve aşamalar konulmamalıdır. Ünvanın alındığı jüriye güvenilmek durumundadır. Zaten atama jürisi üyeleri genelde dosyaya usülen bakmakta, inceleme yapmamaktadır. O halde, üniversitede kadro sorunu yoksa, ünvan ile kadro arasındaki sürenin en fazla üç ay olabileceği hükme bağlanmalıdır.
- Öğretim üyeliği kadroları için ilana çıkılması uygulamasından (asistanlık hariç) vazgeçilmelidir. Bunun genelde bir yararı da yoktur. Üstelik birçok tuhaflığa da neden olmaktadır: Kendi üniversitelerinden başvuracak adayları öne çıkarmak isteyen kurumlar, sadece onlarda olabilecek özellikleri yazarak ilana çıkmakta ve magazin köşelerine haber olmaktadırlar. Bir üniversitenin, kendi bünyesinde doktora ve doçentlik yapmış öğretim üyelerini bir üst statüde korumak isteme hakkı olmalıdır. Buna karşılık, yeni kurulduğu için kadrolarını dolduramayan, içerden başvuracak yeterli adayı olmayan, dışa açılma politikası izlemek isteyen üniversitelerin ilan yoluyla öğretim üyesi arama hakları da olabilmelidir.
- Profesörlüğe yükselmenin YÖK öncesinde olduğu gibi mutlaka bir profesörlük takdim tezine ve/veya ciddi üniversitelerde şimdiden istenen yayın koşullarına bağlanması sağlanmalıdır.
Kuşkusuz bu öneriler geliştirilebilir ve tartışılabilir. Ama değerli meslektaşım Doç. Dr. Meltem Kayıran'ın bugün için aklıma düşürdükleri bunlar. Dostumuz Meltem Kayıran ile dayanışmamız ise şimdi hepsinin önüne geçmiş durumda...
Oğuz Oyan / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder