25 Nisan 2021 Pazar

Nisan ayı: Meclisin ölümü, meclisin doğumu - BARIŞ ZEREN / SOL


1921’de devrim hangi yoldan ülkeyi ileriye taşıdıysa, 2021’de karşı-devrim de o yoldan ülkeyi geriye götürüyor.

Birinci Meclis’in açıldığı 23 Nisan’ı Ulusal Egemenlik Bayramı olarak kutluyoruz ama, Nisan ayı parlamento tarihimiz açısından pek uğurlu bir ay sayılmaz. Aynı meclisin üç yıl sonra, yine bir Nisan ayında dağıtılmasını kastetmiyorum yalnızca. Ondan önce, Nisan 1909’da Osmanlı Meclisi’nin 31 Mart “irticasınca” teslim alınmasını da saymalı. İçinde yaşadığımız, yirmi yıllık uzun 31 Mart’ta parlamenter rejimin resmi sonunun Nisan 2017’ye denk gelmesini de eklemeli. Ve tabii, 2021 Nisan başında, Meclis’te “güvenlik soruşturması kanun teklifi” oylamasını beğenmeyen iktidarın, bütün hukuku çiğneyerek yeni bir oylamayla kanunu geçirmesini de simgesel bir yere koymalı. Bu son olayı, zaten denetim ve yasama otoritesi budanarak süse çevrilmiş TBMM’nin artık düpedüz tahkir edilmesi saymakta sakınca yok.

Ama belki en az bunun kadar büyük talihsizlik, Meclis muhalefetinin 23 Nisan’ı Atatürk’ün meclise verdiği önceliğin örneği sayması, “meclisimize sıkı sıkı sarılmalıyız” mesajlarıyla geçiştirmesi. Oysa, Anayasası rafa kalkmış, parlamentosu budanmış, istibdat altında ezilen, üstelik her gün olağanüstü koşullara sürüklenen bir ülkede, samimi bir yurtseverin, “hakimiyet-i milliyenin” nasıl kurulduğunu daha ciddi tartışması gerekmez mi? Tersine, siyasette İslamcı talanına nasıl kapı açtılarsa, sığlıklarıyla tarihte de Beştepe tarihçilerinin keyfi istilalarına sahayı alabildiğine açmış durumdalar: Atatürk Vahdettin’in memuru, Ankara Meclisi de İstanbul’un devamı yapılmaya başlandı bile.

Öyleyse, nostaljik değil, gerçek bir 23 Nisan çerçevesi çizmek bugün özellikle önemli. Bu yazıyı da bir başlangıç sayıp bir gerçeği en duru haliyle ortaya koymak istiyorum: 23 Nisan esprisi milli egemenlik fikrinin meclisi ele geçirme tarihinde bir ilk aşama olmasıdır. Yoksa meclisin kendi başına ulusal egemenliği cisimleştiren bir organ olmadığını, bizzat Birinci Meclis’in tarihi göstermiştir. Dahası, ulusal egemenlik meclis uzlaşmalarında değil, meclis bozarak doğmuştur.

1920 Meclisi’nin iki kaynağı

Çalkantılı yaşamı, Mustafa Kemal Atatürk’e Birinci Meclis öncesinde iki model sunmuştur: Birincisi, 31 Mart Ayaklanması’ndadır. 13 Nisan 1909’da bir kısım asker önderliğinde patlak veren anayasa karşıtı ayaklanma İstanbul’da Osmanlı Meclisi’ni esir almış, mebuslar “irticaya” yani gericiliğe rest çekmek yerine onu teskin etmeye girişmiş, böylelikle büyük umutlarla yeni doğan Meclis-i Mebusan’ı karşı devrimcilere teslim etmişlerdi.

İsyancıların elindeki İstanbul’u terk edebilen mebuslar, Yeşilköy’de bir Meclis-i Milli kurdular ve irtica elindeki meclisten ayrı bir iktidar odağı ilan ettiler; bu bir olağanüstü meclisti, anayasada yeri yoktu, tıpkı bir gönüllüler ordusu olan Hareket Ordusu’nun da yeri olmadığı gibi. Ordu Meclis-i Milli’yle buluştu, İstanbul’u karşı devrimcilerden temizledi ve istibdadını yeniden kurmak için 31 Mart’ı bir fırsat olarak gören Abdülhamid’i tahttan indirdi. Mustafa Kemal, Abdülhamid’i tahttan indiren bu ordunun subayı, hatta kendi iddiasına göre isim babasıdır.

1909’da Meclis-i Milli imzasıyla, saltanatın meclis üzerindeki sultası kaldırıldı. Sultan Abdülhamid’i indiren, halifenin halk iradesi üstünde olamayacağı mealindeki fetva Osmanlı’da bir tür “anayasal deklarasyon” bile sayıldı. Hakimiyet-i Milliye tecelli etmişti, ama kararlı ve şiddetli bir seferberlikle. Bir Rousseau meraklısı olan Mustafa Kemal, “hakimiyet-i milliyenin” yani, ulusal egemenliğin parlamenter oyunlarla kurulamayacağını somut olarak yaşamıştı.

İkinci model, Cihan Harbi sonunda, Rusya’da “sovyet” adıyla hızla yayılmaya, sınırlar ötesinde etkiler gösteren yeni bir meclis tipidir. Sovyetlerin özelliği, temsili demokrasi, kuvvetler ayrımı gibi liberal öncüllerden farklı olarak, halkın doğrudan yönetime katılması ve hükümet erklerini, yasamayı olduğu kadar yürütmeyi –ve hatta yer yer yargıyı– bünyesinde birleştirmesiydi. Bunun doğurduğu toplumsal enerji, savaş yıkımından bitap Anadolu coğrafyasında bile göze çarpmaktadır. Anadolu’da benzer bir çerçeveyle “Sovyet”, Türkçesiyle “şûra” ya da kongre iktidarlarından milli olanlarının sayısı Cihan Harbi’nin hemen ertesinde 30’u buluyordu. Doğan Avcıoğlu’nun Rasih Nuri İleri’den aktardığına göre, bir “Türk Şûralar Cumhuriyeti Anayasası” bile resmi olarak bastırıldı. Mustafa Kemal, Temmuz 1919’da Mazhar Müfit Bey’e bir “milli sır” fısıldayıp “zaferden sonra hükümet biçimi cumhuriyet olacaktır” dediyse, bunun dayanağı coğrafyaları aşan bu cumhuriyet tomurcuklarıydı.

Bu damarın Birinci Meclis’i iki yoldan belirlediği söylenebilir. Birincisi, kuvvetler ayrılığına dayalı liberal parlamentarizmden kopan somut bir devrimci meclis modeli teşkil etti, Birinci Meclis kimi kez “sovyetik” olmakla suçlandı. İkincisi, Mustafa Kemal’in siyasetine “halkçılık programı” olarak girdi. Sol eğilimli Halk Zümresi’nden devraldığı “halkçılık” siyasetiyle Mustafa Kemal, yeni bir politik güç kurmaya başladı. Bu program –muhafazakârların itirazlarıyla törpülenmiş olarak– 1921 Anayasası’nın temelini oluşturdu. Eklemek gerekir; bütün bu bağlam içinde, Zafer Toprak’ın sözleriyle, “Kuvvetler ayrılığı hiçbir zaman Atatürk’ün gündeminde olmadı.”

1920 Meclisi: Bir Meclis’ten kopuş

İşte bu yüzden, son dönemde Beştepe’ye bağlı tarihçilerin Ankara Meclisi’ni İstanbul Meclisi’nin devamı olarak sunmaları, cumhuriyet mücadelesini örtme hedefli, göz göre göre yapılan bir çarpıtmadır.

Zaten Padişah Vahdettin sultası altına girmiş Osmanlı Meclisi’nin 16 Mart 1920’de İngilizlerce dağıtılması, yaklaşık bir yıldır hazırlığı yapılan yeni bir “Meclis-i Milli” ilanı için fırsat oldu. Mustafa Kemal, Ankara Meclisi’nin Osmanlı sisteminden, mevcut Osmanlı Anayasası’ndan ve İstanbul Meclisi’nden bir kopuş olmasını istiyordu. Yeni meclisin bir Meclis-i Müessisan, yani Kurucu Meclis olarak toplanmasını tasarladı. Nutuk’ta söylediği üzere, “Maksadım da toplanacak meclisin ‘Rejim’ değiştirmek salâhiyetiyle ilk anda mücehhez [donanmış] bulunmasını temin etmek idi.” Kurucu meclis o denli radikal bir talepti ki, daha 1908 Devrimi’ni hazırlarken İttihatçılar bile böyle bir adlandırmaya cesaret edememişlerdi.

Kazım Karabekir başta olmak üzere, bu adlandırmaya itirazlar yükselince Mustafa Kemal kapıdan kovulanı bacadan soktu: 1920 Meclisi’ni “olağanüstü yetkilerle kurulan” bir yeni meclis olarak topladı, 1909’daki gibi. Zekice bir mantık oyunu: Olağanüstü olduğu için kendi iradesi üstünde hiçbir irade tanımaması gereken “reissiz” bir meclis hükümeti, resmen değilse de fiilen padişah egemenliğini aşabilecek bir kurucu irade olabilirdi.

Sonuçta ortaya çıkan tablo şuydu: Altmış altı seçim bölgesinden 300’den fazla milletvekili. Ağırlıkla yeni mecliste seçilenler, sonra İstanbul’dan gelen mebuslar ve Malta sürgününden gelen kadrolar. Aşiret reisleri, tüccarlar, şeyhler, asker-sivil bürokratlar, serbest meslek sahipleri. Buna Anadolu’nun sosyal yapısını temsil eden bir bileşim denebilirdi, savaşın ağırlığını omuzlayan işçiler ve yoksul köylü kitleleri temsil edilmiş olsaydı.

Bu noktadan sonra “kurtuluşun trajedisi” diyebileceğimiz olgu kendini gösterdi. Mustafa Kemal bir devrim yapmayı düşünüyordu, ama devrimi ileriye götürebilecek halk sınıflarından çekinerek ve sırtında azımsanmayacak bir muhafazakâr yük taşıyarak. Kazım Karabekir dahil, Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenmesinde yer alan pek çok önemli kadro, kurucu meclis fikrinden başlayarak Mustafa Kemal’e karşı adım adım seslerini yükselttiler. Osmanlı’yı Turan’da diriltme umudunu koruyan ittihatçılar, liberaller ve İslamcılardan oluşan dağınık bir cephe, Mustafa Kemal’le aynı yolu yürümeyeceğini 1920 Meclisi süresince gösterdi. Taha Akyol, dağınık Mustafa Kemal muhaliflerini kısaca “liberal-muhafazakâr” olarak tanımlarken hem siyasi atalarını doğru tespit ediyor hem bize kolaylık sağlıyor.

İki Hakimiyet-i Milliye

Bu kompozisyonun yaşadığı tartışmaları burada ayrıntılandırmak imkânsız. Nisan 1920’den itibaren Kurtuluş Savaşı boyunca öyle yakıcı gündemler ortaya çıkmıştır ki, saflar yeniden kurulmuş, argümanlar hayli el değiştirmiştir. Ama Birinci Meclis’in tutanaklarını gizli oturumlarıyla birlikte incelemiş olan Ömür Sezgin, “inkılapçı” ve “muhafazakâr” iki kutbun arasındaki ayrımların Hakimiyet-i Milliye anlayışlarında özetlendiğini ortaya koymaktadır. Buna göre, “Mustafa Kemal ve taraftarları nazarında, Hakimiyet-i Milliye, öngördükleri ‘yeni’ iktidarın hukuksal dayanağıdır, ‘muhafazakârlar’ için ise Hilafet ve Saltanat makamının korunmasının garantisidir. Bu iki farklı görüş TBMM’nde değişik konularında, değişik biçimlerde ortaya çıkmış, fiili gruplaşmalara yol açmıştır.”

Gerçekten de, 1920 Meclisi, “milli hakimiyet” kavramının çok farklı politik sonuçlara çekilebildiğini kanıtlayan bir deneyim oldu. Mustafa Kemal’in başını çektiği cumhuriyetçiliğe (tam halk egemenliği savunuculuğuna) karşı, siyasal kültür olarak 1908 meşrutiyetinin ufkunu (saltanata alan açan bir liberal-muhafazakâr parlamentarizmi) sürdüren muhalefet de bunu Hakimiyet-i Milliye olarak sunuyordu. Ama başkomutanlık unvanı, saltanatın kaldırılması, o vesileyle hilafetin geleceği, ayrıca uluslararası görüşmelerde temsil gibi rejimi belirleyecek kritik gündemlerde retorik muğlaklıklar dağıldı, inkılapçılık ile muhalifleri arasındaki ayrımlar netleşti. “Reissiz” meclisin kurucusu Mustafa Kemal giderek şahsi otorite kurmakla eleştirildi, meclis otoritesini çiğnemekle suçlandı.

Belirtmek gerekir: Bu suçlamaları bütünüyle yersiz sayamayız. Zira Mustafa Kemal’in Meclis’e liberal-muhafazakâr koalisyon kadar bel bağlamadığını gelişmeler kanıtlayacaktı. Anadolu’nun muhafazakâr sosyal sınıflarını yansıtan 1920 Meclisi, Mustafa Kemal’e bir tür ayak bağı olmaya başlamıştı. Mustafa Kemal’in deyimiyle “inkılap hukuku” meclis hukukunu aşmalıydı. Nihayet, Mart 1922’de Mustafa Kemal, artık bu meclisle devam edilemeyeceğini, meclisi feshetmek gerektiğini İsmet İnönü’ye açıyordu. Ona göre bir meclis daha ömrünün sonuna gelmişti ve 1920 Meclisi, Nutuk’taki ifadeyle, “kendinde beliren hastalığı kabul ettiğini” gösterdikten sonra, kuruluşundan üç yıl sonra, Nisan 1923’te defnedildi.

Ulusal egemenlik fikri, Birinci Meclis’te doğmadı. Tersine, “kayıtsız şartsız Hakimiyet-i Milliye” fikri Birinci Meclis’te ilk gün içeri giren mebusları karşıladı. Çünkü daha önce, cumhuriyet liderlerinin kafasında, ama daha önemlisi, Osmanlı ve dünya tarihindeki deneyimlerle kurulmuştu. Bunu Birinci Meclis’te benimsetmeye çalışan da bu a priori iradedir, meclis bunu yürütemez hale gelince onu terk eden de.

1921’de devrim hangi yoldan ülkeyi ileriye taşıdıysa, 2021’de karşı-devrim de o yoldan ülkeyi geriye götürüyor. Bu kez meclis hukuku karşı-inkılapla ortadan kaldırıldı. Saltanat-Hilafet heveslisi bir Cumhur İttifakı ile parlamentoda keramet arayan liberal-muhafazakâr bir Millet İttifakı’nın kısırlaştırdığı Türkiye’de yeni bir doğum vaktidir.

BARIŞ ZEREN / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder