Çoğu esnaflık yapan yeniçeriler bir “burjuvazi” potansiyeli taşıyor, Bektaşi geleneğiyle de hoşgörü ve inanç özgürlüğünü temsil ediyordu. Tüm “kazan kaldırmaları” da özünde; zulüm, pahalılık ve yoksulluğa karşı oldu. “Lale Devri”nin halkı ezen israfına isyan eden Patrona Halil de Nizam-ı Cedid’in “İrad-ı Cedid” yağmasına başkaldıran Kabakçı Mustafa da halk çocuklarıydı ve halktan büyük destek gördüler.
Son haftalarda yaşanan “Bildiri” fırtınasının altında ne gibi dürtüler yatıyor? Montrö kaygıları mı? Darbe tehditleri mi? Yoksa emekli amiral “zevzekliği” mi?
Bence hiçbiri! Sanırım gerçek nedenleri daha derinlerde, tarihin tozlu sayfalarında aramamız gerekiyor. En azından ben öyle düşündüm: “suçlu” arayışına tarih aynasında katılayım dedim ve yeniçeri isyanlarına kadar uzandım. Arama kılavuzum da “ayaklanma”, “darbe” ve “komplo” korkuları oldu ve ortaya aşağıdaki öykü çıktı.
♦♦♦
Osmanlı toplumu gaza ve fetihlerle kurulmuş, fakat fetih devri bittikten sonra bir yönüyle “korku” toplumuna dönüşmüştü. Artık sadece “kullar” değil, yöneticiler de korku içindeydi ve genç bir sultanın katli de (1622) bu korkulara tuz biber ekti. Artık saltanata en büyük tehdit Yeniçeri Ocağı’ndan geliyordu ve bu tehlikeyi önlemek için de orduyu bölücü tahriklerde sakınca yoktu. O kadar ki bir vezir, Genç Osman’ın katlini izleyen yıllarda, “Yeniçerilerle sipahiler birbirleriyle öldüresiye boğuşmadıkça bize emniyet yoktur” diyebilmiş ve bir adamını da sipahi kılığına sokarak ona bir yeniçeri öldürtmüştü! (Naima Tarihi)
Oysa ayaklanmalar bitmedi ve Saray’da “yeniçeri kırımı” fikri de bu koşullarda filizlendi.
♦♦♦
Söylentilerin II. Osman’a atfettiği “kırım” niyeti, genç sultanın katlinden iki yüzyıl sonra II. Mahmut tarafından gerçekleştirildi. Eski bir yeniçeri ağası, 1826 yılında, yeniçerileri ayaklanmaya kışkırtmış, tuzağa düşüp isyana kalkışanlar da topa tutularak katledilmişti. Kumpas başarılı olmuştu ve “zafer”in övgüsünü yapan vakanüvis Mehmed Esad Efendi de, “Üssi Zafer”inde kırımı hazırlayan cuntanın nasıl yüksek mevkilerle ve parayla ödüllendirildiğini anlattı.
Osmanlı Devleti’nde Batı Avrupa’dakine benzer bir demokrasi kavgası olmamıştır. Çünkü toplumda buna zemin oluşturacak sınıfsal doku yoktu. Batı’da özgürlük savaşı sosyal sınıfları temsil eden kuruluşlarla yürütüldü ve hegemonya kuran burjuvaziler tarafından da son şeklini aldı. Bugün de batılı demokrasiler, “burjuva demokrasisi” sınırlarını aşmış değiller.
Aslında Osmanlı toplumunda da bu potansiyeli taşıyan kurumlar vardı ve bunların başında da Yeniçeri Ocağı geliyordu. Çeşitli gözlemcilerin -bu arada Voltaire’in- bu kurumu Fransa’da 1789 Devrimini başlatan Genel Meclis’e (Etats-Généraux) benzetmesi boşuna değildir. Daha sonra da Namık Kemal, Hürriyet’te, her yeniçeri ocağının “bir silahlı meclis-i şurayı ümmet hükmünde” olduğunu yazacaktır. (14 Eylül 1868)
Gerçekten de çoğu esnaflık yapan yeniçeriler bir “burjuvazi” potansiyeli taşıyor, Bektaşi geleneğiyle de hoşgörü ve inanç özgürlüğünü temsil ediyordu. Tüm “kazan kaldırmaları” da özünde; zulüm, pahalılık ve yoksulluğa karşı oldu. “Lale Devri”nin halkı ezen israfına isyan eden Patrona Halil de Nizam-ı Cedid’in “İrad-ı Cedid” yağmasına başkaldıran Kabakçı Mustafa da halk çocuklarıydı ve halktan büyük destek gördüler. Oysa dalkavuk Osmanlı vakanüvisleri bunları fitneci ve yağmacı sürüler olarak sunuyordu. Üstelik bunu yaparken halkı isyana sevk eden nedenleri açıklamakta da bir sakınca görmüyorlardı. Örneğin; Cevdet Paşa, bir yandan isyancıları aşağılarken, öte yandan da Nizam-ı Cedid için konulan İrad-ı Cedid hakkında şunları yazmıştı: “Sanki -İrad vergisi- bu adamların (yöneticilerin) keseleri için konmuştu; yalnız kendileri de değil, uşakları, hademeleri bile sefihane yaşıyorlardı. Servet, sefahat yoluna dökülünce hayat pahalılaştı, geçim güçleşti, şikâyet sesleri yükseldi.” Bu sözleri yüz yıl kadar sonra da “popüler tarihçi” Reşat Ekrem Koçu alıntılıyor, fakat o da ayaklananları “şehir eşkıyası, hezele ve hayta güruhu” diye nitelemekten kendini alamıyordu.
Oysa Patrona da Kabakçı da başlangıçta tüm nimetleri reddetmiş, sadece halkın çıkarlarını düşünmüşlerdi. Yeni bir düzen vizyonları yoktu; fakat zulüm ile haksızlığın ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bilmedikleri şey, muktedirlerin “böl ve yönet” oyunlarıydı ve sonunda da bu oyunlara yenilerek katledildiler.
♦♦♦
Kuşkusuz yeniçeri ocağı kuruluş hedefinden uzaklaşmış, kötü yönetimler orduyu da bozmuştu. Ne var ki onu yozlaşmakla suçlayan oligarklar, aslında çok daha vahim bir yozlaşma içindeydi. Bu koşullarda bir devir sona eriyor, ülkenin sermaye birikimi ve “uluslaşma” ufku daralıyordu. Nitekim kırımdan yedi yıl sonra (1833) Sultan Mahmut, valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa karşısında acze düşerek Rus Çarı’ndan yardım dilenecek, sonra da Reşit Paşa, İngiltere ile Lord Palmerston’u bile şaşırtan ödünlerle bir Ticaret Anlaşması (1838) imzalayacaktır.
♦♦♦
Peki, Yeniçeriler ve onlarla beraber Bektaşiler yok edildiler de devlette sultan ve yöneticilerin “korku”ları ortadan kalktı mı?
Elbette kalkmadı!
Çünkü “korku”ya yol açan keyfi yönetim ortadan kalkmamıştı; zulüm ortadan kalkmamıştı, rüşvet de ortadan kalkmamıştı! Bütün bu nedenlerle korku da kalkmadı. Sadece “korkulan şey” değişmişti. Artık askerî ayaklanmalardan değil, “darbe” ve “suikast”lardan korkuluyordu.
Aslında korkmakta da haklıydılar. “Can ve mal güvenliği”ni ilan eden Ferman (1839) Gülhane’de okunalı henüz yirmi yıl olmuştu ki bir avuç “fedai” gizli bir örgüt kuruyor ve Saray’ı basarak sultanı devirme hazırlıklarına başlıyordu. Bir ihbar üzerine yakalanıp Kuleli’ye tıkıldılar. (1859) Fakat asıl amaçları da bir türlü anlaşılamadı. “Kuleli Olayı”nı izleyen yıllarda da “Yeni Osmanlı” gençler, bir “gizli örgüt” kuruyor (1865) ve aralarına bazı güçlü paşaları da katarak Sultan’a bir “muhtıra” vermeyi kararlaştırıyorlardı. Onların amacı belliydi. “Meşrutiyet” istiyorlardı ve buna direniş halinde de “muhtıra”yı zorla kabul ettireceklerdi. Hatta M. C. Kuntay’a göre, örgüt lideri Mehmed Efendi, “Ali Paşa’yı öldürtmek için fedailer” bile bulmuştu. (Namık Kemal, 1944, s. 246) Yıllar sonra da içlerinden en ateşlisi Ali Suavi; yanına aldığı fedailerle Saray’ı basacak (1878) ve -hayatına mâl olan koşullarda- müstebit Sultan Abdülhamit’i tahttan indirmeye çalışacaktı.
Kavga böylesine sertti ve kendi içinde de birbirinden korkar hale gelen yönetici zümre bir takım “hizip” ve “cunta”lar oluşturmaya başladı. Sultan Aziz bu koşullarda bir saray darbesiyle tahttan indirildi ve birkaç gün sonra da yatağında ölü olarak bulundu. İş bununla da bitmemiş, birkaç gün sonra da darbeci lider Serasker Hüseyin Avni Paşa, bir suikastla hayata veda etmişti.
♦♦♦
İnfaz ya da intihar, Abdülaziz’in ölümü Osmanlı tarihinde yeni bir “korku” dönemi başlattı ve Sultan Hamit “istibdat”ını bu korku üzerine kurdu. Dahası, oluşturduğu “hafiye ordusu”yla bu korkuyu kolektif bir hastalığa dönüştürdü. Müstebit Sultan’ın korku ve evhamının en büyük kurbanı da bu ülkeye ilk anayasayı getiren Mithat Paşa olacaktı.
Abdülhamit istibdadı otuz üç yıl sürdü. Korku giderek artıyor, fakat zulme direniş de devam ediyordu. Artık “Prens”ler bile yurt dışına kaçmaya başlamıştı. Ve sonunda günü geldi, müstebit Sultan’a, “Mülk”ünü korumak için hizmetine aldığı Alman subayların öğrencileri “dur!” dediler. Dağa çıkan Enver’lerin, Niyazi’lerin “meşrutiyet!” çığlığı, Saray’da “muhtıra” sayılmış ve gereği yapılmıştı.
♦♦♦
Ne var ki “Hürriyetin İlanı” da (1908) uzun süreli olamadı ve bu mutlu parantez yine zorbalıklar içinde sona erdi. Babıâli baskını, sopalı seçimler, vurulan gazeteciler ve arkadan da Alman generallerin komutasında sömürge ordularıyla savaş! Altı yüzyıllık Osmanlı çınarı işte böyle yüz kızartıcı koşullar içinde tarihe karıştı.
Sonra? Sonra yeniden savaş! Ve bu kez yabancı subaylar komutasında değil, “Kuvayı Milliye” müfrezeleriyle “kurtuluş” ve “yeniden kuruluş” savaşı! Ülke böyle kurtuldu; laik cumhuriyet böyle kuruldu.
♦♦♦
Peki, bu “yeniden kuruluş”, “demokratik” yöntemlerle mi oldu?
Hayır, öyle olmadı. Tarihte hiçbir devrim seçimle ve oy hesabıyla yapılmamıştır; bizde de öyle olmadı. Savaş, meclis denetimi altında Mustafa Kemal Paşa’nın vizyoner önderliği ile yürütülmüş, fakat sıra kokuşmuş saltanatın kaldırılmasına gelince hacı hoca takımı meclis komisyonunda şer’i spekülasyonlara dalmıştı. İşte, Mustafa Kemal Paşa tam da bu koşullarda, bir sıranın üstüne çıkıyor ve “Hâkimiyet ve saltanat, diyordu, hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere ile münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır.”
Mesaj alınmıştı; Cumhuriyet de bu espriyle ilan edildi; başka türlü de olamazdı.
Tek parti rejimi, elbette ki “demokratik” bir rejim değildi ve Kemalist dönemde eleştirilecek birçok şey de vardı. Zaten eleştirildiler de. Oysa terazinin öbür kefesi çok daha ağır basıyordu ve bu sayede Türkiye, bir iki nesil içinde İslam dünyasına örnek gösterilen bir düzeye ulaştı. Bunu sağlayan en cesur hamlelerden biri de daha 1860’larda Osmanlılarda tartışma konusu olan “Kod Sivil” (Medeni Kanun) oldu. 1927’de reel toplumun ilerisinde olan bu yasa, din-mezhep ve kadın-erkek eşitliğine dayanan bir “ulus” inşasına hem temel, hem de dürtü teşkil edecekti.
♦♦♦
Evet, tek partili dönem “demokrat” olamadı. O koşullar yoktu ama çok partili hayatla birlikte bu ülkeye “demokrasi” geldi mi? Hayır, o da olmadı. Üstelik “çok partili hayat”a geçiş koşulları da çok geçmeden “darbeci” ve “vesayetçi” geleneklerin yeniden canlanmasına yol açtı.
Türkiye’de “demokrasi” bir halk hareketiyle değil, dış dürtülerle ve Milli Şef’in dört eski CHP vekili ile yaptığı pazarlıkla kuruldu. Nasıl AKP, kurulurken “takiyye” ile suçlandıysa, o yıllarda da Demokrat Parti “muvazaa” (danışıklı döğüş) ile suçlanıyordu. Böyle başlayan bir “demokrasi” de kısa sürede Osmanlı hizipçiliğine sürüklenmeye mahkûmdu. Ne yazık ki öyle de oldu ve arkadan da darbeler geldi. 27 Mayıs’a giden günlerde dillerde en çok dolaşan sözlerden biri Menderes’in “Ben bu orduyu yedek subaylarla da yönetirim!” sözleriydi. Orduda “cunta”lar oluşuyor, “darbe” ve “komplo” korkularının egemen olduğu “Osmanlı” geleneği tekrar canlanıyordu.
Askerlerle sivil yöneticiler arasında “tehlikeli ilişkiler”in oluştuğu bu oyunun en mahir oyuncusu Süleyman Demirel oldu. Mizahi espriden de yoksun olmayan Süleyman Bey, bu becerisinin “sırrını” bir gazeteciye 679 rakamıyla açıklamış ve “6 kez gittim; 7 kez geldim; 9. Cumhurbaşkanı oldum!” demişti. Mühendisler devri açılmıştı; Süleyman Bey’i de siyasi kariyerini 12 Eylül darbesi üzerine kuran Turgut Özal izledi. Ne var ki darbe ve komplocu geleneği hortlamıştı; o da “veto”lardan, suikast girişimlerinden masun kalmadı ve sonunda da, “Anayasa bir kez delinmekle bir şey olmaz!” diyen bu ultra-liberal başkan, arkasında “öldü mü, öldürüldü mü?” tartışmaları bırakarak hayata veda etti.
AKP, bu ortamda, “gömlek değiştirdik” iddiasıyla iktidara geldiği zaman tüm koşullar lehineydi. Ortada istikrara kavuşmuş bir ekonomi vardı ve “küreselleşen” sermaye, kalkınmakta olan ülkelere doğru akıyordu. İçeride de istikrarsız koalisyonlardan bıkmış usanmış “banker”ler, “holdingler” ve “müteahhit”ler artık baş başa konuşacakları bir “tek adam iktidarı” özlemi içindeydiler. Bu misyonu Tayyip Bey pekâlâ yüklenebilirdi. İslamcılar arkasındaydı; Gülenciler arkasındaydı; liberaller arkasındaydı; AB arkasındaydı. Bu koşullarda Demirel’in de, Özal’ın da yapamadığını yapabilir, “vesayet”e son verebilirdi. “Böl ve yönet” politikası bu koşullarda tekrar yürürlüğe girdi; “dalga dalga” davalar bu hırsla açılmaya başlandı; kin ve nefret tohumları bu ortamda etrafa saçıldı.
Peki, sonra ne oldu?
Olanları herkes biliyor; nefret nefreti körükledi, eski hastalıklar nüksetti ve “vesayet bitti” derken, bu ülke, tarihinin en kanlı darbe girişimine tanık oldu.
♦♦♦
On bir yıl önce, Ergenekon davaları ve tutuklamalar hızla sürerken, bir söyleşide “vesayet”le ilgili soruya şu yanıtı vermiştim: “Çelişkilerle dolu bir dönemden geçiyoruz. Bir yandan neredeyse herkes ‘Artık bitti; bir devir kapandı; bu ülkede bir daha darbe olmaz’ diyor, fakat öte yandan da üç yıldan beri devamlı olarak darbeler konuşuluyor (...) Bakınız daha bir ay önce bir referandum yaşadık. Başbakan on binlere hitap ederken, sık sık yanında hep bir ‘beyaz gömlek’ taşıdığını, ölümden korkmadığını söylüyordu. Demokratik kuralları garanti altında bir rejimin başbakanı hiç böyle konuşur mu? Başbakanımız birilerinden mi korkuyor, yoksa birilerini korkutmak mı istiyor?” (Minerva, Eylül, 2010) İşte emekli amirallerin “bildirisi” tartışılırken o günleri anımsadım ve yoksa on yıl öncesine mi döndük, değişen fazla bir şey yok mu? diye düşündüm.
İlginçtir “Bildiri Krizi”nde Erdoğan, bir yandan TSK’ye “genelkurmay başkanından erine kadar, sevgi, saygı ve şükranlarını” sunar ve (Meclis gurubunda) uzun uzun alkışlanırken, öte yandan da -tuhaf bir şekilde- “Askerin muvazzafı, emeklisi olmaz” diyor ve “bildirici” amiralleri suçluyordu. Güzel de eğer gerçekten “askerin muvazzafı, emeklisi olmaz” ise emekli amirallere yapılan zulmün (gözaltılar, evlere baskın, elektronik kelepçe vb.) tüm TSK‘de ne gibi duygulara yol açacağı da hesaplanmış mıydı?
Aslında doğru olan, ordunun ne övgü ne de yergi konusu olması dahası siyaset meydanında hiç konuşulmamasıdır. Bu da ancak hukukun ve adaletin hâkim olduğu bir düzende mümkün olabilir ve her türlü “vesayet”ten kurtulmanın yolu da budur. Bu gerçekleşmedikçe siyasi hayatımız “korkma ve korkutma” oyunlarına sahne olmaya devam edecek ve kaybeden de tüm Türkiye olacaktır.
Taner Timur / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder