2013 yılı, aynı zamanda, iktidar içi koalisyonda çok sert bir kırılmanın ortaya çıktığı yıldı. Gezi’de en sert tepkileri verenlerden olan Fethullahçı ortak, aynı yılın 17-25 Aralık tarihlerinde kendi operasyonunu gerçekleştirecekti. Normal bir ülkede iktidarı yıkabilecek olan ses kayıtlı yolsuzluk suçlamaları, iktidarın karşı saldırısıyla, emrindeki yargıyı seferber etmesiyle ve dört bakanının -başbakanı kurtarmak adına- istifaya zorlanmasıyla püskürtüldü ama toplumda derin izler bıraktı.
Gezi Parkı’ndan başlayan ve dalga dalga tüm toplumu saran Gezi/Haziran Direnişi, iktidarın 2002-2013 döneminin en büyük siyasi travmasını oluşturmuştu. Nasıl oluşturmasındı? İktidar, 2007 baharında karşılaştığı beklemediği kadar güçlü Cumhuriyet mitingleri protestolarının tekrarlanmasını önleyebilmek için izleyen dönemde devletin tüm baskılama aygıtlarını harekete geçirmiş ve bu mitingleri kriminalize etmek için yargı kumpasları yanında o dönemdeki siyasi müttefiklerini de kullanmıştı.
TSK’ye kumpaslar da aynı dönemde başlatılmıştı. AKP’yi kapatma davasının 2008’de kıl payıyla savuşturulması da iktidarı cesaretlendiren bir olay olacaktı: Artık, yargının AKP’yi laiklik karşıtı veya diğer hukuk dışı eylemlerinden dolayı kapatması imkân dahilinden çıkmıştı. Esasen çok geçmeden kapsamlı bir anayasa değişikliğiyle parti kapatmalar güçleştirilecek, yüksek yargı iktidarın güdümüne alınacaktı.
İKTİDARIN GEZİ TRAVMASI
İktidar partisinin 2011 Genel Seçimlerinde oyunu tarihi bir zirve olan yüzde 49,8’e yükselttiği; kurmak istediği rejime engel çıkarabilecek olan parlamento dışı kurumsal yapıları (TSK, yargı) hizaya çektiği veya kendine tâbi kıldığı; bunların ortak etkisiyle halk kitlelerini iyice sindirdiğini düşündüğü bir dönemde Gezi Olayı’nın patlak verebilmesi, iktidar açısından tam bir travma oluşturmuştu. Yargı terörünün zirve yaptığı 2013 yılında rejimin yönetici kadrosu, adeta neye uğradığını şaşırmıştı.
O kadar ki bu kadro Gezi süreci boyunca kendi partisi içinden bile farklı sesler çıkmasına engel olamamış, olaylara sertlikle değil hoşgörüyle karşılık verilmesi taleplerini güçlükle bastırabilmişti. Toplumsal tepkiler o kadar yaygındı ki, o zaman Meclis’te grubu bulunan dört partiden (AKP, CHP, MHP, BDP) milliyetçi sağda ve henüz muhalif konumlanan MHP saflarından da Direniş’e önemli destekler gelmekteydi. S. Demirtaş yönetimindeki Barış ve Demokrasi Partisi (sonradan HDP) ise, başlangıçta Gezi Olayı’nı AKP ile Kürt hareketi arasındaki müzakere sürecine (“2007’de olduğu gibi”) Kemalist-ulusalcı bir müdahale olarak değerlendirip olumsuzlama ve uzak durma yolunu seçerken, bu duruşun tepkiler doğurması üzerine daha sonra kısmen tutum değiştirecekti.
Gezi Direnişi neydi ve hangi toplumsal bileşenlerden oluşmuştu sorusunun yanıtı da buraya kadar söylenenlerden çıkarılabilir: Gezi Direnişi tüm siyasetleri ve tüm toplum katmanlarını kesen bir toplumsal hareketti, dolayısıyla toplumun tüm kesimlerini derinden etkilemişti. Ama herhalde en çok etkilenen ve Gezi’yi de en çok etkileyen kesimler, iktidarın laiklik ve Cumhuriyet karşıtlığından, emek ve doğa düşmanı tavrından, yaşam tarzına müdahalelerinden derin kaygı duyan Alevi kesimler ile çoğunluğu beyaz yakalı ücretli kesimler ve geleceğin emekçisi gençlerdi. Mavi yakalılar yani işçiler ve onların aileleri de Gezi’nin önemsiz sayılmayacak bileşenlerindendi. Alevi ve emekçi kesimler de önemli ölçüde kesişmekteydi. Ama şunu unutmamak gerekir: Gezi Direnişi’nde yitirilen canların hepsi Alevi kökenli gençlerdi. Bu bir rastlantı değildi kuşkusuz; Gezi’nin toplumsal tabanının önemli bir bölümünü oluşturmak yanında Alevi gençleri aynı zamanda Gezi aktivistlerinin de başını çekmekteydiler.
Gezi Olayı sadece iktidarın geçmiş uygulamalarına karşı oluşan tepkilerin birikimi değildi; aynı zamanda geleceğe olan derin güvensizliğin sonucuydu. İktidarın dışladığı toplum kesimlerinin, özellikle gençliğin, toplumu bölerek ilerleyen AKP yönetimi altında kendilerine sunulan gelecek projesine karşı oluşan ön-tepkilerin bir yansımasıydı. AKP, en güçlü olduğu dönemde dahi toplumun genel onayını alabilecek bir meşruiyet kazanamamıştı. Aslında, toplumun bütününü kucaklayacak bir dili hiçbir zaman benimsememiş ve gücünü kibre dönüştürmüştü. Tepkiler bir bakıma bu aşırı güç yoğunlaşmasına ve kibirli siyaset tarzına karşı da oluşmuştu.
Erdoğan ve AKP yönetimi, halkın kendiliğinden tepkileri olarak ortaya çıkan 2013 olaylarını ne o zaman ne de sonrasında doğru dürüst anlamlandırabildi. Hem bunu yapamadığından hem kendi ideolojik çizgisinden ve yönetme tarzından geri adım atmak seçeneğini asla gündemine almadığından (alamayacağından), 2013 sonrasındaki sekiz yıllık dönemin tamamında Gezi travmasını üzerinden atamadı. Onu oy tabanının gerilemesi kadar tedirgin eden şey, halkın öngörülemez ve kontrol edilemez tepkileriydi. Böyle bir olasılığa karşı 2013 sonrasında aldığı bütün önlemlere rağmen (resmi kolluk ve yargıda olduğu kadar paralel paramiliter güçler ve tarikatlar düzlemindeki tahkimata, Gezi’yi kriminalize etmeye ve Osman Kavala gibi bazı “suçlular” icat etmeye rağmen), emekçi kesimlere dayanan Gezi ruhunun nesnel sınıfsal karakteri, bu geri iktidarın uykularını kaçırmaya devam ediyordu.
İFŞAAT TRAVMASI
2013 yılı, aynı zamanda, iktidar içi koalisyonda çok sert bir kırılmanın ortaya çıktığı yıldı. Gezi’de en sert tepkileri verenlerden olan Fethullahçı ortak, aynı yılın 17-25 Aralık tarihlerinde kendi operasyonunu gerçekleştirecekti. Normal bir ülkede iktidarı yıkabilecek olan ses kayıtlı yolsuzluk suçlamaları, iktidarın karşı saldırısıyla, emrindeki yargıyı seferber etmesiyle ve dört bakanının -başbakanı kurtarmak adına- istifaya zorlanmasıyla püskürtüldü ama toplumda derin izler bıraktı.
Yolsuzluk ifşaatını gene Fethullahçıların açığa çıkardığı MİT TIR›ları operasyonu izledi. Burada da faturanın bir kısmı, “devlet sırlarını açıklamak” suçlamasıyla, olayı haberleştiren gazetecilere kesildi. Olayın gerçek içeriğinin tartışılmasıysa yargı sopasıyla engellendi. Daha sonra, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi dahi kalıcı bir travmaya dönüşmeden hızla fırsata çevrilebildi.
Şimdilerde ise bir süre önce iktidarla yolları ayrılan, ama uzun yıllardır devletin suç aparatı olarak karanlık işler çeviren Sedat Peker’in açıklamalarıyla toplumun sarsıldığını görüyoruz. Bu olay, iktidar içi hesaplaşmaların da bir yansımasıyken, toplum buradan daha büyük sonuçlar beklemeye itilmiş görünüyor. İktidardan siyaseten ve hukuken hesap sorulmasının sürekli ertelendiği, Meclis-içi muhalefetin iktidarla ve ideolojisiyle cepheden bir mücadeleyi göze alamadığı bir ülkede, bir zamanlar 17-25 Aralık “suçüstü” ifşaatına bağlanan umutlar bu defa Peker’in açıklamalarına bağlanmış görünüyor.
Peker gündeminin, iktidarın iç ve dış itibarını daha sert bir aşınmaya uğrattığı söylenebilir. Ancak bunun son derece kırılgan ve kaygan bir zemin oluşturduğunu görebilmek gerekiyor. Bir kere ifşaatı yapan kişinin suç sicili daha az kabarık değildir; yakalanıp yeniden saf değiştirmeye zorlanabilir veya susturulabilir. İkincisi, bir suç örgütü liderine yaslanarak iktidardan açıklama beklemenin, bazı özel durumlar dışında, iktidar tarafından kolayca itibarsızlaştırılıp savuşturulacağını hesaba katmak gerekir. Üçüncüsü, bu ifşaat halkaları bir yerde bitecek, arkası gelmeyecektir. O zaman iktidara yapılan muhalefetin mühimmatı da tükenmiş mi olacaktır? Bu bakımlardan, iktidara karşı muhalefeti onun artık toplumca fark edilen yolsuzluk ekonomisine yeni dosyalar eklemekten öteye taşımak, sınıfsal bir eksene oturtmak gerekmektedir. Bu çürüyen iktidarı gerçekten tedirgin edecek yol buradan geçmektedir.
EKONOMİ TRAVMASI
Dinci siyasetin kaygı düzeyinin yüksek olduğu bir diğer alan da ekonomidir. Bu sadece son üç yıldır bir döviz krizinden diğerine savrulmaktan, TL’nin değerini bir türlü koruyamamak hatta oynaklığını kabul edilebilir sınırlar içinde tutmaktan ibaret değildir. Geçmişten hiç ders almadan, faiz oranlarını baskılayarak döviz kurlarını düşük tutmaya yönelen iktidar, sonuçta TCMB’nin döviz rezervlerini üç yılda tüketmiş ve muhalefetin “128 milyar dolar nerede?” sorusu karşısında sıkışıp kalmıştır. Erdoğan geçen haftaki danışıklı TRT programında bu konuda beşinci farklı açıklama yapabilme rekorunu kırmayı “becerebilirken”, aynı zamanda rezervlerin “alt yapı yatırımları ve geçmiş afetlerde” kullanıldığını iddia ederek “ekonomik safsata” rekorunu da kırmıştır. Tabii, mesele taraftarının ağzına laf vermekten ibaret olarak görülünce, cehalet denizine yatırım yapmanın şehvetine kapılanabilir; ama bunun da bir sınırı vardır.
Aslında ekonomide istikrarlı (fazla iniş çıkışlı olmayan) ve kabul edilebilir bir büyüme oranının son yıllarda yakalanamaması; büyüme, enflasyon ve işsizlik başlıklarında TÜİK manipülasyonları dışında çarelerin tükenmiş olması, Türkiye›nin dünyanın en kırılgan beşlisinin müdavimi olması, dış borçların çevrilmesi sorunları yanında kamu dış borcunun hızla yükselmesi, bankaların donuk alacaklarının potansiyel yükünün endişe vermesi ve tüm diğer kırılganlık etkenleri, AKP rejimini ekonomide çözümsüzlük girdabına sürüklemektedir. Ekonomi alanındaki çıkmazların kuşkusuz 2018 sonrasının yönetim yapısı değişikliğiyle de ilişkisi vardır. Bu yeni yönetim yapılanmasının sermayenin taleplerine yanıt verdiği de artık çok kuşkulu hale gelmiştir.
***
1 Haziran tarihli yazımda (Sol Gazete), “2013 ekonomisi ile 2020-21 ekonomisi karşılaştırılınca, Gezi İsyanı’nın asıl şimdi ortaya çıkması için çok daha fazla neden var” demiştim. Önce bu karşılaştırmaya bazı eklemeler yapalım. 2013 yılı, 2010 sonrasındaki dört büyüme yılının (hatta bugünden bakınca AKP’nin tüm zamanlarının) tepe noktasını oluşturmaktaydı. GSYH her yıl artarak 2013’te bir trilyon dolara yaklaşmıştı. Kuşkusuz bunun arkasında yüksek değerli TL üzerinden dolara çevrilen şişirilmiş bir milli hesap da vardı. Dolar cinsi GSMH, TL cinsinden daha hızlı artıyor görünüyordu. Ama AKP’nin ilk 10 yılı, 2009 hariç, zaten hep aynı senaryoya girmekteydi. Son yıllarda ise bu denklem tersine dönmüş, TL’nin enflasyonu aşan değer kayıplarına uğramasıyla dolar cinsinden GSYH artışları artık daha düşük (hatta bazen eksi değerde) gerçekleşmeye başlamıştı. 2020 yılı GSYH’si 717 milyar dolarla 2008 düzeyinin bile gerisine düşmüştü!.
2021 yılının ilk çeyreği de bunun kanıtıydı: Sabit fiyatlarla TL cinsinden yüzde 7 gibi hormonlu bir büyümeye konu olan ilk çeyrekte yıllık GSMH 728,5 milyar dolar olmuştu. Oysa 2020 yılının ilk çeyreğinin yıllık GSMH’si 765 milyar dolardı; dolayısıyla dolar cinsinden GSMH bir önceki yılın aynı dönemine göre aslında yüzde 4,8 küçülmüştü! 2013’te kişi başına düşen GSYH da 12 bin 582 dolarken, 2021 ilk çeyreğinde 8 bin 711 dolardı. (Ki nüfusa sığınmacılar eklenseydi ortalama daha da düşerdi).
AKP’nin sahte büyüme algısı son bulmuştu. Gerçi iktidar “yüzde 7 sanal büyüme başarısı” üzerinden reklam yapmaya çalışıyordu. Ama birinci çeyrek itibarıyla yıllık milli gelir hesaplarında “işgücü ödemeleri” yüzde 16›lık bir artışla reel olarak yerinde sayarken, “net işlem artığı” denilen kâr-faiz-rant gelirlerindeki artışın yüzde 39,1’i bulması bile bu yoksullaştırıcı büyümenin sınıfsal karakterini açığa vuruyordu. Bunu görmek için enflasyon ve işsizlik oranları da eklenmelidir: 2013’de yüzde 7,4 olan enflasyonun 2021 Mayıs’ında, açık manipülasyona rağmen yüzde 16,6 düzeyinde olması; ÜFE›nin TÜFE›nin 2,5 katına yaklaşması ve döviz kurunun baskısı nedeniyle yılsonunda bu düzeyin de üzerine çıkma olasılığının yükselmesi; işsizlik oranının ise 2013’te yüzde 9’dan 2021 Şubat’ında yüzde 13,4’e (geniş tanımla yüzde 27’ye) çıkması, AKP’nin yoksullaştırıcı ekonomisinin diğer yüzleridir.
Gene de salt ekonomiye takılmayalım; ekonomik karşılaştırmayı zihin açıcı bir alıştırma olarak görmekle yetinelim. Çünkü Gezi, ağırlıklı olarak “bir kültürel dayatmaya karşı çıkış” olarak kodlanmazsa, hatalı değerlendirmeler yapılabilir. 2013 yılı, AKP rejiminin 10. yılıydı ve toplumda hâlâ AKP rejimini toplumsal protestolarla geriletme umudu canlıydı. Rejim, bu umudu kırmak için Direniş sırasında ve sonrasında tüm olanaklarını kullandı. Etkili olamadı denilemez; ama kendi kaygılarını dindirebilecek kadar değil.
TRAVMALARIN TELAFİSİ
Toplumsal tabanı sürekli gerileyen, ciddi bir inandırıcılık ve güven kaybına uğrayan, kendi dar gündemine/radikal tabanına sıkışmak dışında toplumun bütününe söyleyecek sözü kalmayan, fazlasıyla uzun sürmüş bir iktidar yıpranmışlığının altında ezilen, aşınmış bir din istismarı silahı dışında halka ve onun sorunlarına bütünüyle yabancılaşan bir sahte dinci siyaseti temsil eden hareketin, iktidara tutunabilmek için tehlikeli yollara savrulmak dışında seçeneği kalmamış gibidir. Travmalarının telafisi için bulabileceği yollar, faşist baskıları yoğunlaştırmak ve dış tavizleri çoğaltmaktan başkası değildir.
Ancak işler bu noktaya geldiğinde, çürümüş bir iktidarın artık sermayeyi ve dış dünyayı güçlü bir biçimde arkasına alması da o kadar kolay değildir. AKP rejiminin bu çelişkileri aşabilme umudu bize göre tükenmiştir. Bunu hızlandırmak artık hem siyasal hem toplumsal bir görevdir.
Oğuz Oyan / Birgün-Pazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder