'Günde birkaç yüz yurttaşını toprağa vermeye alıştırılan bir toplumdan düzeni değiştirecek bir öfke ve enerji çıkar mı?'
Doğan Görsev’in anıları yayınlandığında Komünist dergisinde söyleşi yapılmış… Ta 2012. Yazar diye, entelektüel diye, herhalde hatırladıklarını kaleme alırken aklından şunları geçirene denir:
“Bu sizi tebessüm ettirmesin. Müzik ritmleri ile başladım ilkin. Siyasi şubede karşılaştıklarım gümbürtülü bir ‘presto’dur. Ondan sonra bir kendine gelme dönemi, yaraları kapatmaya dönük bir dönem. Selimiye’de, Kabakoz’un bir ucunda, Sultan Ahmet’in bir ucunda... Bir ‘andantedir’ o. Işığın gitgide parladığını görürsünüz. Okumaya, toplu anmalar yapmaya, çeviriye başladık.” (“Doğan Görsev’le sohbet: Gelecekten umutlu olmak, bütün mesele orada…” Komünist dergisi sayı 348, 2 Mart 2012, s.18-19)
Doğan ağabeyin adını, sevmediği bir şeye, abartma’ya alet etmemeliyim. Zaten tabii ki, anılarını müzikten yöntem devşirerek yazamayanların aydın olamayacağını iddia etmiyorum. Kendisi kolektif olana inandığı için kişilik abartmasını reddederdi. Ama kimileri övgüyü gerçekten hak eder. Gün Doğan Görsev de öyleydi.***
Biliyoruz, kimileri de yerin dibine batırılmayı hak eder. Ama yargı kesin olsa bile, mahkûmiyet maddesi hakkında hata yapmamak gerekir.
Şimdi Erdoğan “anti-faiz” nutku atmaya başladığı anda döviz kurlarının yeni rekorlara yelken açacağını bilmiyor olabilir mi? Kimi yorumcular, Türkiye’nin cahillerin eline kaldığını, “bilime aykırı” laflarla piyasaların allak bullak edildiğini, bütün bunların modern Türkiye’ye yakışmadığını falan düşünüyorlar. Cahile cahil demekte bir sakınca yok, ama kimse tam olarak hak etmediği nedenlerden yerin dibine batırılmamalıdır.
Gerçekten de Erdoğan’ın, sözlerinin nereye çıkacağını bilmiyor olma olasılığı sıfırdır. Bu durumda söz konusu “modern Türkiye’ciler” faiz düşmanlığının da kur rekorlarının da bazı çıkarlara hizmet ettiğini anlamamış olurlar.
Bir: Faizi bir büyük günah, “faiz lobilerini” de şeytanın temsilcisi olarak resmedersen, dünyanın Allah’ın sevgili kulları ile Şeytan’ın adamları arasındaki mücadeleyle belirlendiğine inananlar sana secde edebilir. Dinselleşmenin bir şeriat diktasına dönüşmesini arzulayan gericiler güruhunu arkanda birleştirirsin. Özetle faize karşı kampanya toplumsal desteği erimekte olan gerici iktidarın bir silahıdır. Ne kadar tutar, bilmiyorum, ama Erdoğan denemeye değer olduğunu düşünüyor besbelli.
İki: Rekor günlerinden birinde twitter’de çok sade bir hesaplama yazılmıştı. O gün sabah inşaata çıkan, madene inen, bilgisayar başında akşama kadar çalışanlar, birkaç yüz lira kazanmış olabilirdi. Sabah 10 lira olan dolar onlar çalışırken 10.277 olmuştu. Bunun ertesi gün fiyatlara yansıyacak ve yevmiyenin karanlık bir kuyuda kaybolacak olmasını geçin, bir de evinde keyfedenler vardı o gün. Hiç çalışmadılar ve sabah 10 milyon dolarları var idiyse servetleri akşam saatlerinde 3 milyon liraya yakın artmış oldu.
Çalışmadılar dediysek, o kadar değil. Muhtemelen pastadan payını arttırmak için birbirleriyle kıyasıya bir rekabet içinde, yüksek adrenalli bir gün geçirmiş, gerilmiş, yorulmuşlardır!
AKP’nin ekonominin dağılan dengelerini düzeltme imkânı yok ve bu benim konum değil. Ama AKP’nin, oynak dengeleri büyük sermayenin servetini arttırması doğrultusunda manipüle etmesi gayet mümkün. Erdoğan, konuşması sürerken zenginlerin daha zengin olacağını adı gibi biliyor.
***
Peki, “Modern Türkiye’ciler” neyi hak ediyor? Bunların bir bölümünün oynanan oyunun anlaşılmaması için görevlendirilmiş oldukları kesindir. Diğerleri daha iyi mi kötü mü, siz karar verin; onlar da oyundan herhangi bir şey anlamamaktadır.
Krizin toplumun iki ana sınıfı için farklı anlamları var. Çoğunluğu oluşturan emekçiler için kriz pahalılık ve yoksulluk, işsizlik, giderek açlıktır.
Azınlığı oluşturan büyük sermaye için krizin iki anlamı oluyor: Birincisi kriz fırsattır, eğer siyasi iktidar hizmetinizdeyse servetiniz patlar, katlanır. Lakin ikincisi; kriz belirsizliklerin ve rekabetin şiddetlenmesi demektir. Aranızdan kimileri kâr peşinde koşarken topu atacaktır. Üstelik aç kalanların yıkıcı bir öfke biriktirmeleri de giderek büyüyen bir olasılık haline gelir. Yanınızdaki berinizdeki ürker, ayakları birbirine dolanır, kendi paçasını kurtarmaya bakar… Yönetmenin zorlaştığı bugünlerde faiz vesilesiyle değindiğimiz dincilik, yoksulun öfkesinin ve emekçinin mücadelesinin panzehiridir. Kravatlı büyük sermaye gericiliğin değerini takdir etmek durumundadır. Özetle siyasal ömrü daralan Erdoğan zenginlere astronomik spekülatif kazançlar sunarak “kısa vadeyi” satın almakta, diğer taraftan ekonomik belirsizlik ve yönetim krizi risklerini yükselterek “orta ve uzun vadeyi” kaybetmektedir. Kapitalizmin siyasal temsilcileri böyle açmazlara çok düşerler. Sorunları cahil olmaları değil, kapitalizmi temsil etmeleridir!
Bunları görmek için nereye baktığınız önem taşır. Sadece modern (ve kapitalist) bir Türkiye arıyorsanız körleşmeyi engelleyemezsiniz. Sosyalist Türkiye’yi arıyorsanız gözleriniz ve aklınız açılır…
***
Günde birkaç yüz yurttaşını toprağa vermeye alıştırılan bir toplumdan düzeni değiştirecek bir öfke ve enerji çıkar mı?
Sağlık Bakanının görevinin toplumun sağlığıyla ilgili olduğu zannedilmesin. AKP artık bir kriz yönetimidir ve bütün makamlar krizin yönetilebilir kılınmasına endekslenmiştir.
Bakan Koca ikinci doz aşı oranı en düşük ilimiz olan Urfa’yı afişe ve ifşa etti. Bakan böyle bir şeyi ilk kez yaptığını ilan ediyor, yazılı açıklamada “ilk kez” sözcüklerini büyük harflerle yazdırıyordu. Bunu duyan Urfalılar utanacak ve aşı olmaya koşacaklar mıdır? Yoksa kendilerini çoktan koruma altına aldıklarını rahatlıkla varsayabileceğimiz tarikat ve aşiret reislerinin, hacıların hocaların, gerici partilerin yöneticilerinin aşının da Müslümanlara kurulmuş tuzak olduğu yolundaki zevzeklikleri hükmünü sürdürecek midir? Bu sorunun yanıtı belli.
Neo-liberalizmin çöküş evresinde, devlet, ancak, kamu sağlığı ile ilgili sorumluluğunu bile tavsiye, ayıplama, ifşa gibi enteresan yollarla yerine getiriyormuş gibi yaparsa, “asli görevine” zaman ve enerji ayırabiliyor! Marx’ın dediği gibi modern devletin yürütme erki burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden ibaret idiyse, modernite sonrasında bu rezilliğin üstünde herhangi bir örtü kalmamış bulunuyor. Burjuvazi, devletin, ayıbının örtüsüne ayırdığı kaynağa bile el koymaktadır.
***
Doğan Görsev’le başladım, Ercüment İçil’le bitireyim… 2006’da yitirmiştik Ercü’yü, Ercüment ağabeyi… On-beş-yıl! En zorlu derslerden birinin hocasıydı Partimizde: İncelik, olgunluk, nezaket, etik, kültürün her alanına dönük tükenmez bir merak… Doğan ağabey gibi yani… Rastlantı değil tabii, o da düşkündü klasik müziğe. İkisi de birer 18 Kasım günü ayrılmışlar aramızdan…Sosyalist İktidar Partisi adını TKP olarak değiştirmeden önce, 2000 yılında komünist adıyla siyaset yasağına karşı Komünist Parti’yi kurmuştuk. Ercüment İçil hiç de basit bir resmi işlem sayamayacağımız o görevin yükünü omuzlayan otuz kurucudan biridir.
Hemen ardından dönemin soL’unda bir yazısı yayınlanmış:
“Bu uluslararası sömürücü, yokedici, vahşi düzenin karşısına kimler çıkacak? Tabii işçi sınıfı ve bizler, marksistler, komünistler çıkacak. Bizler emekçi yığınları uyarmak, aydınlatmak zorundayız. Bu durumda Marx'ın çağrısı her zamankinden daha çok güncellik kazanıyor. ‘Bütün ülkelerin işçileri birleşin!' Birleşin ki, (…) bu paranın padişahlığı yıkılsın ve emekçi yığınların ortak üretim ve paylaşımla mutlu olacakları düzen kurulsun. Bunun için önce burjuvazinin koyduğu yasakları kırmalıyız.”
Kasım ayı hep acılı hatıralarla dolmayacak ya. 11 Kasım 2001’de SİP Olağanüstü Kongresi Türkiye Komünist Partisi adını aldı, yasağı kırdı.
Üstünden yirmi yıl geçti. Yönetenlerin eskisi gibi yönetemez hale geldikleri çıplak gözle görünen bu ülkede, yitirdiklerimizi geleceğe güvenle anıyoruz…
Aydemir Güler /SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder