Olan şeyleri olduğu gibi anlatmak gerekiyor. Ancak o zaman tüm geleneğimiz ve geleceğimizin soluğu güvenle haykırabiliriz: KAZANACAĞIZ!...
Geçtiğimiz Cuma günü, Metin Yeğin'in senaryosunu yazıp yönetmenliğini üstlendiği, 1910 yılında Bursa'da bir tekstil fabrikasında gerçekleşen ve kadın işçilerin örgütlediği bir direnişin anlatıldığı "Grev" filmi gösterime girdi. Bursa’da örgütlenen ve enternasyonalist ögeler içerdiği vurgulanan ilk grevin ve basına yansıyan ifadelerle “gerçek bir direnişin” kurmaca öyküsü olduğu söylenen filmi bulduğum ilk fırsatta izledim. Filmin afişinde, İspanyolca ve Türkçe “Kazanacağız” yazıyordu; galasında tüm salon Çav Bella’yı söylemişti; II. Enternasyonal sosyalistlerinin de yer aldığı Osmanlı’nın ilk grevlerinden birinin öyküsüydü, beklentim büyüktü.
Oldukça alçak gönüllü bir bütçeyle ve tahminim ağırlıkla gönüllülük temelinde katkıyla çekildiği belli olan filme, aklını, fikrini, emeğini koymuş herkesin ellerine sağlık. Ancak beklediğimi bulamadığımı da söylemeliyim. Hatta, dayanışma duygularımdan gelen güvene dayanıp daha ötesine geçeceğim ve hayal kırıklığına uğradığımı da ekleyeceğim.
Bu günlerde Suat Derviş’in Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır kitabını okuyorum. Grev filmi o romanın üzerine denk geldi, bekli beklentim de ondan yüksekti. Onu işten atan patronlarının isabetli adlandırmasıyla kıpkızıl bir komünist olan Suat Derviş, romanında 1930’larda İstanbul Edirnekapı’da konfeksiyon fabrikalarında çalışan işçi kadınları, işsiz kadınları, çocukları, yoksul emekçi aileleri anlatıyor. “Olan şeyleri” anlatıyor, olaylar dizisi sıralamanın ya da betimlemelerle anlatmanın ötesinde, nedensellikleri, ilişkisellikleri ve tarihsel bağlantılarını gösteriyor, en önemlisi sınıflar çelişkisini ve mücadelesini tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarıyor. Kanımca bu adlandırma diyalektik ve tarihsel materyalist yaklaşımı tanımlayan en iyi ifadelerden biri.
İşte ben de Grev filminde “olan şeyleri”, tıpkı o romandaki gibi, tarihselliği, nesnelliği ve sınıfsallığı ile izlemeyi bekledim, olmadı. Bu yazıda filmi henüz izlememiş olanlar için elimden geldiğince kurmacayı açık etmeden filmde “olmadığını” ya da varsa bile “öyle olmadığını” düşündüğüm şeyleri paylaşacağım.
Grev filmi, İttihat ve Terakki iktidarı döneminde Selanik doğumlu bir İspanyol gazetecinin, II. Enternasyonal’in temsilcisi olarak gittiği Bursa’da tanık ve müdahil olduğu bir direnişi anlatıyor. Filmde, Bursa’da yabancı sermayeye ait bir ipek iplik fabrikasında tümü kadın olan işçilerin insanlık dışı çalışma koşullarına ve düşük ücretlere isyan etmesi ile başlayan iş bırakma direnişinin öyküsü var. Bu öykünün etrafında, Osmanlı’nın Düyun-u Umumiye modeli dolayımıyla içine sıkıştığı emperyalist cendere ile 20. yüzyıl başlarında uluslararası sosyalist ve feminist hareketin gündemleri de ele alınıyor.
Sırasıyla gidelim.
Önce, 1910 Osmanlı’sında ipekçilik sektöründeki üretim ilişkilerine bir bakalım. Tekstil sektörü kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimi açısından evrensel olarak öncü kabul edebileceğimiz sektörlerin başında gelir. Osmanlı İmparatorluğu coğrafyası için de aynı şeyin geçerli olduğunu söyleyebiliriz. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında Halep, Diyarbakır, Lübnan, Bursa, Edirne ve Selanik bölgelerine yayılmış biçimde toplam 4 yüz binden fazla kişinin ipekçilik işlerinde çalıştığı biliniyor. Bursa bölgesinde 1900 yılı dolaylarında 150 bin kişinin tam ya da yarı zamanlı olarak bu sektörde olduğu belgeleniyor1. Bu sektör Osmanlı açısından hem dolgun bir vergi kaynağı, hem Avrupa’ya ipek iplik hammaddesi sağladığı hem de prestijli kumaş ve giysilerin üretildiği bir “niş” pazar oluşturması anlamında önemli.
Koza (hammadde) üretimi, iplikçilik, dokuma, terzilik gibi alt sektörlere bölünen ipekçilikte filmde konu edilen ipek iplik üretimi süreçlerine daha detaylı bakalım. Ham ipek üretim sürecini ipek böcekçiliği ve koza elde etme ile bir arada görmek gerek, ham ipek, kozaların mancınık adı verilen tezgahlarda taslar içerisinde işlenmesi ile elde ediliyor. Bu tezgahların önce su daha sonra da buhar enerjisinin ortak kullanımı ile imalathanelerde birleştirilmesi ile oluşturulan fabrikalara da filatür adı veriliyor.
Bursa’da su enerjisi ile çalıştığı düşünülen ilk fabrika bir Fransız ailenin girişimi olarak 1838 yılında açılıyor. Fransızların işi yürütemeyip iflas etmesinin ardından İsviçreli bir tüccar ve Avusturya konsolosu fabrikayı devralıyor ve zamana uygun teknolojik yenilemeyi yaparak Bursa’nın ilk buhar enerjili filatür fabrikasını 1845 yılında açıyorlar.
Bu ilk fabrikanın sermayedarları arasında bir de Osmanlı Ermenisi var. Bursa’daki bu fabrikalar Avrupa’daki dokumacılık sektörüne hammadde sağlıyorlar. Ham ipek üreticiliği Osmanlı’da halıcılıktan sonra ikinci büyük ihracat dalı. Ne var ki hammaddesinin kırılganlığından ötürü oldukça dalgalı da bir alt sektör. 19. yüzyılın son yarısında önce Avrupa’da 1848 devrimleri ile altüst olan dengeler, sonra da ipek böceklerine ve dutluklara dadanan salgınlar, 1855 depremi gibi olaylar yüzünden ham ipek üretimi bir batıp bir çıkıyor, fabrikalar bir açılıp bir kapanıyor. Öte yandan tam randıman imalatta oldukları dönemlerde de hammaddenin mevsimsel belirlenimi yüzünden yılın altı yedi ayı boş duruyorlar.
Filmin konu ettiği yıllara geldiğimizde ise ham ipek üretiminde Bursa’da durum şöyle: 19. yüzyılı dalgalanmalarla geçiren ham ipek pazarı, yüzyıl sonunda şahlanıyor. Bursa’da 1890’ı izleyen yirmi yıl içerisinde bölgedeki filatür fabrikalarının sayısı yüzde 50 oranında artıyor. Üretim birimleri artmasına artıyor ama bir paylaşım savaşının eşiğine doğru ilerleyen emperyalist dünyada işler pek tıkırında gitmiyor ve bu sefer de piyasalarda ham ipek fiyatları geriliyor. Ne yapsın sermayedarlar bu sefer de sayısını arttırdıkları fabrikalarda maliyetleri düşürmeye sıvıyorlar kolları. Bir yandan yeni teknik ve teknolojiler ile onları çalıştıracak görece nitelikli emek gücü peşine düşerken öte yandan ücretleri kısıp, çalışma saatlerini artırıyorlar.
Tüm bu detaylara neden girdim biliyor musunuz? Çünkü sermaye düzeninin bu tarihselliği, kapitalist pazarların ve üretimin bu bulaşıklığı ve nedensellikleri filmde hemen hiç yok. Emperyalist ilişkiler, uluslararası ticaret, tedarik zincirleri, sermaye birikiminde küresel işbölümü ve paylaşım ilişkilerine hiç gönderme yapmadan bir İngiliz vergi memuru, bir Rum patron, Bir Ermeni fabrika müdürü, bir İttihat Terakki girişimcisi, bir Müslüman yarı aydın muallimi masa etrafına dizdiğinizde ne diyaloglar ne de sergiledikleri karakterler bir yere oturmuyor. Koca bir emperyalist ilişkiler bütününü “ah işte o Avrupa Burjuvazisi” diye sadece sosyalistlerin ağzına küfür olarak yerleştirince hiç olmuyor.
Gelelim, filmin gerçek kahramanlarına, ipek çeken emekçi kadınlara. Önce yine referans kaynaklara dönerek başlayacağım. 1900'lerde Bursa’da ham ipek üretiminde çalışan kadınların (istisnasız hepsi kadın gerçekten de) sayısı on yıl içerisinde üç kata yakın artmış. 1909’da Bursa yöresindeki filatür fabrikalarında 19 bin işçi kadın çalışıyormuş2. Öte yandan aynı dönemde Bursa şehri içerisinde yer alan filatür fabrikaları yöredeki üretimin sadece yüzde 22’sini gerçekleştiriyor. Yaklaşık yüzde 80’lik üretim ise köylerde, düşük ücret, üretim ve hammadde maliyetlerine sahip mancınıkhanelerden geliyor. Bu nokta ham ipek üretimindeki işçi sınıfı profilini doğru anlamak açısından önemli. Ham ipekçilik yoksul aileler açısından bir aile işi aslında, kızlar mancıkhanelerde ipek çekiyor, aile, bahçesinde ipek böceği yetiştirip koza üretiyor.
Şehirdeki filatür fabrikalarında ise görece nitelikli ve sınıf bilinci gelişmiş bir işgücü var. Ne de olsa 19. yüzyılın yarısından itibaren elbirliği, işbölümü, imalat gibi üretim süreçlerindeki kapitalistleşmeyi birebir yaşıyorlar. 1900’lerin filatür fabrikalarında imalat hatları filmde resmedilenden daha farklı. bu fabrikalarda, üretim hatları, tezgahlar, atölye içi dizilim, denetim, gibi başlıklarda, 20. yüzyılın kapitalist üretim birimlerinin düzen ve disiplini birebir sağlanmış görünüyor. Patronların üretimi daha verimli hale getirebilmek için yatırım yaptıkları yeni makinaları kullanabilecek kadınları eğitsin diye Fransız işçi kadınları ustabaşı olarak işe alınıyor. Fabrikalarda ipek çeken kadınlar, işçi sınıfı bilincini ve disiplinini günlerinin üçte ikisini geçirdikleri bu mekanlarda öğreniyor.
Ham ipek işçilerinde Rum ve Ermeni kadınlar ağırlıktalar, sonra Müslüman kadınlar sonra da Yahudi kadınlar geliyor. Yukarıda da sözünü ettiğim gibi çalkantılı ham ipek pazarının bedelini, ipek çeken kadınlar, yoğun dönemde günde 14-16 saati bulan ağır çalışma koşulları ve düşük ücret olarak ödüyor. Sözü geçen dönemde ipek iplik çeken kadın işçiler çoğu erkek olan ortalama Osmanlı imalat işçisinin üçte biri oranında ücret alıyor.3 Bunun bir de 10-12 yaşlarında işe koşulan ve yarı ücretle çalıştırılan kız çocukları boyutu var.
Sanırım filmdeki hayal kırıklığımın en derin kısmı burada. İpek çeken kadınları aç kalmak, hatta ölmekten çekinmeyecek denli isyan ettiren, tüm farklılıklarına rağmen bir araya getiren süreçlerin neler olduğunu bir türlü göremiyoruz. İzleyenler belki itiraz edecektir, evet ekrana yansıyor: karanlık, havasız, daracık bir ortamda çalışıyorlar; her gün düzenli olarak bir kadın hep de aynı noktada, hani sanki izleyici tam anlasın diye yere yığılıp ölüyor. Onu anlıyoruz anlamasına da, ne iş yapıyorlar, neden, nasıl ölüyorlar onu görmüyoruz.
Olan şeyleri, nesnellikleri ve nedensellikleri ile görmüyoruz. Gencecik bir insan neden düşüp ölür, nasıl olur da her gün bir başka genç kadın, hep aynı noktada, aynı pozisyonda fenalaşıp yere yığılır? Gerçekçi gelmiyor, çünkü somutlaşmıyor bir türlü fabrikadaki sömürü, kötü koşullar, düşük ücret, dev ekranda dumanlar içerisinde loş ışıkta buharlaşıp gidiyor, tam o sırada bir kadın daha pat diye yere düşüyor. Yaşanan sömürünün ağırlığını düşününce pek naif, pek hafif kalıyor bu anlatım dili.
Sırada filme adını vermiş konu, yani, grev meselesi var. Gala gecesinde, Grev filminin yazarı ve yönetmeni Metin Yeğin, çekimler sırasında sette çalışanlarla yaptıkları sohbetler sırasında, aralarında kimsenin hayatında bir grev deneyimi yaşamamış olduğunu fark ettiğinden bahsetmiş. Yönetmenin kendisinin bir grev deneyimi yaşayıp yaşamadığı veya herhangi bir sendikal ya da mesleki örgütlenmede yer alıp almadığını öğrenemedim.
Grev kelimesi, sözlük karşılığının ötesinde sınıflar mücadelesi açısından “iş bırakma” eylemini anlatır. Sözcük Fransızca kökenlidir ve Paris’te 19. yüzyıl sınıflar mücadelesi açısından simgesellik taşıyan meydanın adından gelir. İşçi sınıfı hareketleri ve mücadele tarihine baktığımızda, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında “grev” eylemliliğinin son altmış yetmiş yıldan farklı olarak işçi sınıfı için bir pazarlık silahı olması kadar ve hatta daha çok, kendini bulma ve varolma savaşı aracı olarak anlaşılması gerek.
Bu anlamıyla 20. yüzyıl başlarında yaşanan kitlesel bir iş bırakma eyleminin, bir ücret ve çalışma koşulları pazarlığının ötesinde sınıflar mücadelesi açısından tarihsel önemi vardır. İşte tam da bu yüzden, film ile ilgili çıkan haberlerde Osmanlı’daki ilk grevlerden birinin öyküsünün anlatıldığını okuyunca özellikle ilgilenmiştim. Nitekim, benim bildiğim, ulaştığım tüm kaynaklar, Osmanlı’da ayrıntılı bilgisine ulaşılabilen ilk grevlerin 1860’larda Zonguldak kömür madencilerinin iş bırakmaları ve 1870’lerde, telgrafhane ve tersane işçilerinin ödenmeyen ücretleri karşısında yaptıkları eylemlilikler olduğunu yazar.4 Osmanlı imparatorluğu döneminde işçi hareketlenmeleri olarak dikkat çeken dönem ise, 1908 yılıdır, kaynaklar, II. Meşrutiyetin ilanının hemen ardından sayıları yüz binleri bulan işçinin katıldığı 100’ü aşkın grevden söz eder. Hem bu sıçramalı hareketlenmeyi hem de bu eylemlilikleri yönlendiren işçi sınıfı örgütlenmelerini denetiminde tutmak kaygısıyla 1909 yılında ard arda çıkarılan Tatil-i Eşgal ve Cemiyetler Kanunları sermaye sınıflarının ve aracılarının “düzenleyerek kısıtlama” stratejisinin en gelişkin örnekleri olmuşlardır.
Bu kısmı daha fazla detaylandırmadan, Grev filminde olmadığını düşündüğüm şeylerden bir diğerini de bu noktada not edeyim. Osmanlı'nın ilk grevlerinden birinin ve “gerçek bir direnişin” kurmaca öyküsü olduğu söylenen bir yapımda, ister istemez bu tarihsel olguları, siyasal ve sınıfsal ilişkisellikleri ve karşılık gelen konjonktürü görmeyi bekliyor insan.
Uzattım, farkındayım ama artık sona geldik. Kapanışa enternasyonalizm ve Marksizm açısından “olmayan” ya da “aslında öyle olmayan”ları bıraktım.
Film, izleyiciye tüm öyküyü II. Enternasyonal temsilcisi olduğu ima edilen (eğer ben kaçırmadıysam net ve açık bir biçimde nasıl bir örgütsel pozisyon ve görevde olduğunu anlayamıyoruz kahramanın) Selanik doğumlu bir İspanyol “yoldaş” anlatıyor. Daha doğrusu, o İspanyol yoldaşın resimli günlüğünü, İspanya iç savaşı dönemi olduğunu çıkardığımız yıllarda, anti-faşist mücadelede kırda verdikleri bir molada uluslararası tugaylarda bi İspanyol kadın gerilla bizlere okuyor.
Filmde ilişkisellik yok derken, burada da biraz fazla dolayımlı ilişkiler içinde buluyoruz kendimizi. Başka bir kaç sahnede daha var bu: Selanik doğumlu bir İspanyolun, Osmanlı Rumları ile yoldaşlığı, İrlandalı feministin Müslüman muallim ile sohbeti gibi ilişkiler sık vurgulanıyor. Enternasyonalizm denen olgunun, sınıfsal ve siyasal içeriğinden bağımsız, çeşitli uluslardan, coğrafyalardan insanların ordan burdan içerikle bir araya gelmesi gibi sunulduğu düşüncesine itiyor beni.
Kahramanların sınıfsal, ve örgütsel aidiyetlerinde de bir tuhaflık var. Ağır standart İngiliz aksanı ile konuşan ama İrlandalı kadın kimliğini herşeyin önüne koyan yan karakterin, neden bir işçi direnişi ile daha doğrudan sınıfsal ve ideolojik birliği olması beklenen II.Enternasyonalin emekçi ve sosyalist kadın örgütlerinden değil de çok daha dolayımlı Büyük Britanya sufrajet hareketinden5 bir figürle yaratıldığını, samimi söylüyorum, kavrayamadım. Gerek İrlandalı züppe tavırlı sufrajetimiz, gerekse öncü işçi kadınlar, hem her fırsatta feminist duyarlılıklarını öfkeyle sıralayıp, hem de sürekli ağır eril küfürlerle konuşuyorlar. Velhasıl sadece sınıfsal değil ideolojik olarak da kafamız karışıyor.
Bir de enternasyonalist dayanışmanın, işçilerin aralarında para toplayıp başka ülkelerdeki işçilere göndermesi olarak tanımlanması var. Grevin ilerleyen günlerinde çorba kaynatacak paraları kalmadığında Avrupa’daki işçilerin aralarında para toplayıp gönderdiklerini duyunca, öncü işçi kadınımızın ağzından duyuyoruz bunu “işte zaten dünyanın bütün işçileri birleşiniz demek de bu değil mi?” diyor.
Değil sevgili kız kardeşim, öyle değil. Filmde sık sık sanki kendinden menkul bir özneymiş gibi anılan “Enternasyonal”, aslında dünyanın hemen her yerinden sosyalist ve işçi partilerinin bir araya gelmesiyle oluşan uluslararası bir örgüt; onlarca siyasi öznenin üst örgütü. 19. yüzyılın sonundan devrimci 20. yüzyılın başına, ilk paylaşım savaşı ile dağılana kadar dünya işçi sınıfının mücadele birliği. İşçilere aralarında para toplayıp bölüşsünler diye değil, dünyayı talep etsinler diye öncülük edenlerin çatısı.
Yine filmde, bu kez öfkeli emekli erkek işçinin ağzından sitemleri duyuyoruz, “hani nerde enternasyonal, bildiriyle gazeteyle karın doymuyor” diye. İşte o zaman da çıkıp, “ismini cismini olduramadığın o enternasyonal birlik, dünyaya 1 Mayıs mücadele gününü, emekçi kadınların direnişlerinin anısını, 8 Mart’ı, kazıyanların örgütüdür be güzel kardeşim” diyesim geliyor.
Olan şeyleri olduğu gibi anlatmak gerekiyor. Ancak o zaman tüm geleneğimiz ve geleceğimizin soluğuyla güvenle haykırabiliriz:
KAZANACAĞIZ!...
Burçak Özoğlu / SOL
- 1.Sanayi Devrimi Çağında Osmanlı İmalat Sektörü, Donal Quartet, 2008, İkinci Baskı, İletişim yayınları.
- 2.a.g.y.
- 3.a.g.y.
- 4.Türkiye İşçi sınıfı ve Sendikacılık Hareketi Tarihi, Yıldırım Koç, 2003 İkinci Baskı, Kaynak Yayınları; Osmanlı İmparatorluğunda Çalışma İlişkileri: 1850-1920, Ahmet Makal, 1997, İmge Yayınları; Osmanlı’dan Cumhuriyet türkiye’sine İşçiler: 1839-1950, Der. D. Quartet ve E. J. Zürcher, 1998, İletişim Yayınları.
- 5.19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında özellikle Britanya’da kadınlara seçme hakkı talebi ile eylemlilikler göstermiş feminist hareket.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder