On temel ilke
Şimdi bugün sosyalistler nasıl laikliğe, aydınlanmaya, Cumhuriyet değerlerine sahip çıkma sorumluluğunu taşıyorlarsa, nasıl sosyalistler demokrasiye geçişin sadece parlamenter sistemi güçlendirmekten geçmediğini biliyorlarsa aynı hususlar ekonomi için de geçerli. Bugün kamucu, eşitlikçi, dayanışmacı ciddi bir adım atmak sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Atılacak adımları on temel ilke ve on programatik öğe etrafında açıklamaya çalışacağım.
İlki: Son zamanlarda özellikle sosyal medyada; AKP’nin, Erdoğan’ın ve Nebati’nin görüşlerine cevap verildiğinde, bunları ciddiye almamalıyız şeklinde gelen bir tepki var. Bunu doğru bulmuyorum. Çünkü bu kişiler uçuk görüşleri dile getiren köşede kalmış insanlar değil, bu ülkeyi yönetenler. Bu yüzden tüm açıklamalarını, tezlerini tek tek muhatap alarak cevaplamalıyız. Çünkü hâlâ toplumda belli bir etki güçleri olduğunu biliyoruz.
İkincisi: Birazdan önereceklerim geçiş talepleri olarak düşünülmeli. İsterseniz Gramsci’nin bilinen, cephe savaşı verme durumunda değiliz ama bir mevzi savaşı anlamında ekonomideki önerilerimiz, açılımlarımız önem taşıyacak. Melih Pekdemir’in pireler savaşı metaforuyla her küçük başarı büyük bir önem taşıyor.
Üçüncüsü: Bizim önereceklerimiz sınıf odaklı düşünülebilir. Sınıf odaklıyla, sınıf kökenliyi ayırmak gerekiyor. Sınıf odaklı olmak, çıkarı doğrudan etkilenecek emekçiler tarafından doğrudan doğruya sahiplenilen öneriler, programlardır. Hem SOL Parti ve Türkiye sosyalist solu hem de dünyadaki diğer sol partiler genelde; orta sınıf, şehirli, eğitimli, hizmet sektöründe çalışan beyaz yakalılarla bağ kurmakta daha başarılılar. İşçi sınıfıyla bağ kurmakta daha sınırlılar. O bakımdan bunların sınıfsal bir içeriği olması; sınıf tarafından sahiplenildiği, bunun doğrudan doğruya güçlü bir sınıf mücadelesine dönüşeceği anlamına gelmiyor.
Dördüncüsü: AKP rejiminin alaşağı edilmesi, başkanlık sisteminin geride bırakılması perspektifi göz ardı edilmeden Millet İttifakı’nın dillendirdiği restorasyoncu Ortodoks politika eleştirilmeli. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, mali istikrar söylemlerini sürekli tekrarlayan, Dervişçi 2000’li yılların başına gönderme yapan anlayışla, ekonomi politikaları zemininde de mücadele etmek gerekiyor. Bunu sağ sapma olarak niteleyebiliriz.
Beşincisi: Pandemi ortamı dünyada da genel olarak sol sapmayı artırdı. Finans ve teknoloji sektörlerinin politik etkisinin arttığı oligarşik bir yönetimden söz ediyoruz ama Türkiye’de bunu dikine kesen tarikatların yandaşlık bağları çok önem taşıdığı koşullar da söz konusu. O bakımdan solun bir kesiminde yaygın olan sadece kapitalizm eleştirisiyle yetinmek; sınıf mücadelesi söylemini elden bırakmadan, laikliği geri plana atmak ve gericilikle mücadele etmemek eksik bir yaklaşımdır. Bu sol sapmaya karşı tavır almak da çok önemli.
Altıncısı: Pandemi, kârlılığın ve ekonominin çarklarının işlemesinin insan hayatından daha önemli olduğu bir dünya içerisinde olduğumuzu bir kez daha bize hatırlattı. Ayrıca var olan gelir ve servet eşitsizliklerinin üzerine; pandemiyle bu eşitsizliğin daha fazla arttığı bir süreç yaşandı.
Yedincisi: Genel yaklaşımımızı dile getirirken açlığın liberallerin sunduğu gibi alternatifsiz bir süreç olmadığını, bunun arkasında bir sınır egemenliği bulunduğunu ve uluslararası sermayenin bir politik projesi olduğunu vurgulamalıyız.
Sekizincisi: AKP de belli yardım programları uyguluyor. Bu onların kitle ile bağlarını sıcak tutmasını ve tabanının tamamen erimesini önlüyor. Bunlar genellikle millet, itaat temelinde gerçekleşen yardımlar ama biz hak temelli bir anlayışı savunmak zorundayız. İnsanlar bu ülkenin yurttaşı olmaları nedeniyle hatta sadece yurttaşlar değil, bu ülkede kaderini arayan göçmenler de eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, temiz su, ısınma, parasız internet gibi hizmetlerden bir yurttaş olma, bunu hak etme kimliğiyle yararlanmalıdır.
Dokuzuncusu, ekonomi politikası önerilerimiz genel bir çerçeveye dayanmak ve demokratik planlamanın bir parçası olmak durumundadır. Demokratik planlama derken, bürokratik planlamanın yerine ekonomik kararlardan yaşamı ve çıkarı etkilenen bütün kesimlerin yurttaş kimliğiyle, meslek odalarının, sendikaların, uzmanların katılacakları yönetim ve denetimde de söz sahibi olacakları bir sürece dayanmak zorunda.
Son olarak: Demokratikleşmeyle ekonomik kalkınma birbirini besleyen, güçlendiren birbirinden kopuk düşünülemeyecek olan iki önemli mücadele alanı. Çünkü demokratik bir toplumda daha kolay, korkmadan, çekinmeden sendikalaşabilirsiniz; ekonomik haklarınızı arayabilirsiniz. Bir de ekonomik bir güvenceniz varsa demokratik süreçlere, siyasi süreçlere daha kolay katılabilirsiniz. Bu ikisinin birbiriyle bağını, birbirini nasıl desteklediğini ve güçlendirdiğini göz ardı etmeden politikalarımızı önermeliyiz.
On programatik öğe
Birincisi, özelleştirilen tüm kuruluşlar yeniden kamu mülkiyetine alınmalı. Bunun iki boyutu var. Bir tanesi Ereğli Demir Çelik, PETKİM, TÜPRAŞ gibi stratejik kuruluşların tekrar ekonomiye kazandırılması, yukarıda bahsettiğim o demokratik planlamanın böylelikle uygulanır hale gelmesi açısından önemli. Kendi gemisini kurtaran kaptan zihniyetinin, piyasanın sorununu çözeceği saplantısının mahkûm edilmesi anlamına geliyor bu.
İkincisi, tiksindirici borçlar konusudur. Bu borçlar içerisinde özellikle alınan dış borçlardan toplumun yararına kullanılmayan veya topluma belli bir yararı olsa da maliyetleri ile sunduğu gerçek hizmetlerin bağı kopmuş olan, yolsuzluklara konu olmuş olan borçların gözden geçirilmesi ya iptali ya da iskonto edilerek ödenmesi çok önemli bir konu. Ayrıca tüketici kredileri, öğrenci kredileri hepsinin kendi niteliğine uygun bir şekilde yeniden yapılandırılması gerekiyor.
Üçüncüsü, yurttaşlık temel geliri veya yurttaşlık hakkı. Bu, insanların bu ülkenin yurttaşı olmaları nedeniyle; emek sürecine katılarak elde ettikleri gelirin dışında kamu bütçesinden bir gelire sahip olmaları anlamına geliyor. Buna yönelik sınıf mücadelesini, sendikal mücadeleleri zayıflattığı şeklinde bir eleştiri var. Buna katılmıyorum. Çünkü insan, eğer böyle minimum da olsa bir güvenceye sahipse sendikalara daha kolay üye olabilir. Bir işe girerken seçici davranabilir ve sermaye kesimi karşısında pazarlık gücü daha yüksek olabilir.
Dördüncüsü, vergi sisteminin düzenlenmesi gerek. Eğer hak temelli taleplerin gerçekleşmesini önemsiyorsak, biraz evvel bahsettiğim yurttaşlık temel geliri gibi ödemeler söz konusuysa birilerinin elini cebine atması gerekiyor. Servet vergisiyle gerek Türkiye’deki gerek dünyadaki çok bozuk gelir dağılımı ve bunun birikimli etkisini dengelemek gerekiyor. Önerdiğim model çok yüksek servet vergilerinden ziyade, belli bir oranda başlayıp zamana yayılan servet vergilerinin daha etkili olabileceği şeklinde.
Beşincisi, katılımcı bütçe aslında bu demokratik planlamayla doğrudan doğruya bağlantılı bir öneri. Bütçenin hem gelirlerinin oluşturulmasında hem de harcama kalemlerinin belirlenmesinde değişik düzeylerde, kamu genel bütçesinden, yerel yönetimlere kadar düzeyde yurttaşların, meslek örgütlerin söz sahibi oldukları demokratik bir sürecin yaşanması.
Altıncısı, bütün dünyada söz konusu olan ama Türkiye›de daha yakıcı bir sorun oluşturan işsizliğin çözümü. Geçmişte işsizliğe yönelik olarak çalışma saatlerinin halkçı paylaşımı şeklinde bir öneri sunuyorduk. İnsanların gelirleri düşmeden çalışmak isteyen herkesin emek sürecine katılması şeklinde. Bu sadece saat değil, gün olarak da yani çalışma günleri azaltılarak işlerin paylaşılması da söz konusu. Bu artık uzaktan ve hibrit çalışmayla hayatın bir realitesidir. Bunu da olabildiğince emeğin haklarını koruyarak yapmalıyız.
Yedincisi, bilginin demokratikleştirilmesidir. Bunun da en belirgin örneği internetin kamusal bir hak olarak herkese ücretsiz ulaştırılabilmesidir.
Sekizincisi, insanların geçim sorunlarına çözüm olmak üzere gelir üzerinden değil; şu anda bazı yerel yönetimlerin yaptığı gibi semt mutfakları üzerinden, okullarda ücretsiz yemek vererek, tanzim satışları düzenleyerek ve temel gıdalardan, KDV’nin kaldırılması şeklinde bu ülkede açlığın yoksulluğun giderilmesi yolunda programlar izlenmesi.
Dokuzuncusu döngüsel ekonomi. Bu bizim genel ekolojik yaklaşımımızın bir sonucu bütün olduğu kadar gösterişe, israfa tüketimin yerine kaynakların etkin kullanılması.
Onuncusu, son zamanlarda faiz ve döviz üzerinden bir tartışma yürütüyoruz. Halbuki sermaye akımlarını denetim altına almanız halinde, yurtdışından gelecek sermaye akışlarına bel bağlamaktan vazgeçmeniz halinde bunları pekâlâ yönetmeniz, kalkınma hedeflerine tabi kılmanız daha istikrarlı bir şekle getirmenizi de mümkün olabilir.
HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder