Düzen siyasetinin meseleye bakışı böyle. Peki ya biz, biz nasıl bakmalı, nerede durmalıyız?
Bundan tam 15 yıl önce, 2007’de, Rusya devlet başkanı Vladimir Putin Münih Güvenlik Konferansı’nda bir konuşma yapmış ve şöyle demişti:
"Washington’da oturan ‘tek efendi, tek egemen’ anlayışıyla Batı ittifak sistemi kendi kendisini yok edecektir"
Putin aynı konuşmada NATO Genel Sekreteri Manfred Wörner’in 17 Mayıs 1990 tarihli konuşmasını da hatırlatmış ve Wörner’in o konuşmada “Almanya sınırları dışına bir NATO ordusu yerleştirmememiz Sovyetler Birliği’ne sağlam bir güvenlik garantisi sağlayacaktır” dediğini belirterek, “nerede o garantiler” diye sormuştu.
Putin haklı bir soru soruyordu; çünkü Sovyetler’e ve komünizme karşı kurulan NATO, Sovyetler’in ve sosyalist bloğun dağılması sonrası, misyonunu tamamladığı için kendisini feshetmek yerine yeni bir yol haritası belirlemiş ve 1990’ların sonlarından itibaren Doğu Avrupa’ya ve Balkanlar’a doğru genişlemeye başlamış, Rusya kapılarına dayanmıştı.
12 Mart 1999: Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya.
29 Mart 2004: Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya, Slovenya.
1 Nisan 2009: Arnavutluk, Hırvatistan.
5 Haziran 2017: Karadağ.
27 Mart 2020: Kuzey Makedonya
Önce bu ülkelerin haritadaki yerlerini gözünüzde canlandırıp, sonra buralarda açılan ABD/NATO üslerini ve buralara yerleştirilen binlerce askeri, tankı, füzeyi aklınıza getirirseniz, tablo çok daha netleşecektir. ABD/NATO, peyderpey doğuya doğru genişlemekte ve Rusya’yı çevreleme stratejisini giderek derinleştirmektedir.
Bu stratejiye Rusya’nın iki yerde yanıt verebildiği biliniyor: 2008’de Gürcistan ve bugün de Ukrayna. 2003’te Gürcistan’da ve 2014’de Ukrayna’da “renkli devrimler” aracılığıyla Amerikancı yönetimler iş başına gelmişti ve her ikisi de NATO üyeliğine son derece hevesliydiler. Ama 2008’de dönemin Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili’nin Güney Osetya ve Abhazya’da giriştiği işgale müdahaleyle ve şimdi de Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri’nin tanınması adımıyla (ki 2014’de Kırım’ın ilhakı da buna dahil edilmeli) Rusya bu iki ülkenin NATO üyeliğinin önüne – şimdilik- ciddi bir set çekmiş oldu.
***
15 yıl önce Putin’in uyarı konuşmasını yaptığı ama artık bir “transatlantik forumu”na dönüştüğü gerekçesiyle Rusya’nın katılmadığı Münih Güvenlik Konferansı’nın bu seneki gözdesi Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski’ydi.
Münih Güvenlik Konferansı için kapitalizmin “küreselci/liberal” kanadının güvenlik forumu nitelendirmesinde bulunabiliriz. Konferansta her yıl “liberal demokrasi”ye yönelik tehditler değerlendirilir, askeri teknolojiler, istihbarat teknolojileri konuşulur, silah lobileri, büyük şirketler, güvenlik bürokrasiyle görüşür, lobi yaparlar. Münih Güvenlik Konferansı, piyasanın görünmez elinin ABD ve NATO’nun demir yumruğu olmaksızın işlemeyeceğinin bir göstergesidir adeta.
İşte Zelenski burada yaptığı konuşmada, hepimize çok tanıdık gelecek bir şekilde, Avrupa’nın güvenliğinin Ukrayna’dan başladığını ve kendilerinin Rusya’ya karşı Avrupa’yı koruduğunu iddia ettikten sonra “daha fazla destek ve net bir tavır istemek hakkımız” diyerek ülkesinin bir an önce NATO’ya alınmasını talep etti.
Zelenski’nin Batı’ya Ukrayna’nın NATO üyeliği için bastırdığı Münih Güvenlik Konferansı’nın bu sene belediye başkanı konukları da vardı: Budapeşte Belediye Başkanı Gergely Karacsony, Varşova Belediye Başkanı Rafal Trzaskowski ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu.
Peki bu üç ismin ortak noktası neydi, neden güvenlikle ilgili bir konferansa davet edilmişlerdi?
Üç ismin de ülkelerinin başında “otoriter”, “despot”, “sağ popülist” vs. gibi farklı sıfatlarla anılan isimler vardı ve her üç belediye başkanı da bu isimlerin yakın gelecekteki en önemli rakipleri olarak görülüyorlardı. Karacsony Budapeşte seçimlerinde Macaristan Devlet Başkanı Orban’ın, İmamoğlu da İstanbul seçimlerinde Erdoğan’ın adayını yenmişti. Trzaskowski ise 2020’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Andrzej Duda’nın karşısına çıkmış, ikinci tura kalmayı başarmış ama seçimi kaybetmişti.
Münih’te bu üç ismin bir araya getirilmesi bir tesadüf değildi dolayısıyla: Üç isim de kapitalizmin “küreselci/liberal” kanadının “popülist” kanada karşı mücadelesinde önemli isimler olarak görülüyor ve gelecek yıllarda devlet başkanı olabilecekleri düşünülüyor, konferans aracılığıyla vitrine çıkarılıyorlardı.
İmamoğlu da kendisine yönelik beklentileri boşa çıkarmadı ve liberal ajandaya uygun bir şekilde Türkiye’nin NATO üyeliğinin öneminden, Batı bloğunun bir parçası olduğundan ve yerel yönetimlerle demokrasi arasındaki ilişkiden uzun uzun bahsederek davetin hakkını verdi, küresel güçlerin alkışını aldı.
İmamoğlu kadar konuşulmasa da Hulusi Akar da Münih Güvenlik Konferansı’na katıldı, o da onunla benzer şeyleri söyledi ve böylece Amerikancılığın, NATO’culuğun ve Atlantikçiliğin Türkiye’de iktidarıyla, muhalefetiyle düzen siyasetinin ortak noktası olduğu, bunların tartışmaya dahi açılamayacağı bir kez daha görülmüş oldu.
Aynı şekilde, Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri’nin Rusya tarafından tanınmasına verilen tepki de ortaktı, düzen siyasetinin aktörleri ABD/NATO yayılmacılığına dair tek bir kelime etmeksizin “Rus saldırganlığı”nı kınama yarışına girdiler ve düzenin temelleri konusunda bir kez daha ortaklaştılar.
***
Düzen siyasetinin meseleye bakışı böyle. Peki ya biz, biz nasıl bakmalı, nerede durmalıyız? Öncelikle şunu net bir şekilde söylemek gerekiyor ki, Türkiye’nin solcuları, sosyalistleri, komünistleri, liberal iddiaların aksine, bugünkü Rusya’ya Sovyetler’e baktığı gibi bakmıyor, onu Sovyetler’in mirasçısı olarak görmüyorlar. Bugünkü Rusya net bir şekilde kapitalist bir ülke ve Putin’in yönettiği devlet de kapitalist bir devlet, üstelik emperyal heveslere sahip bir devlet. Putin’in Sovyetler’e ve Lenin’e bakışı da pazartesi günkü konuşmasında bir kez daha ortaya koyduğu gibi belli.
Ancak tüm bunlar, ABD’nin/Batı İttifakı’nın kapitalizmin başat hegemon gücü olduğunu, bu ittifaktaki ülkelerin kapitalizmin merkez ülkelerini oluşturduğunu, kapitalizmin ekonomik, politik, ideolojik işleyişinin ABD etrafında halkalanmış bu ülkeler ve bu ülkelerdeki sermaye grupları tarafından sağlandığını görmemizi engellemiyor.
Dahası, bugünkü krizin ana aktörünün de ABD/Batı ittifakı olduğunu, NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin sermayenin küresel ölçekteki genişleme ve kendine yeni coğrafyalar bulma arayışından ayrıştırılamayacağını da görmemiz, bunu çok net bir şekilde dile getirmemiz gerekiyor. NATO, küresel ölçekte işlemesi gereken kapitalizm açısından, bir dünya pazarı yaratılmasının askeri koçbaşı, demir yumruğu işlevi görüyor ve adımlarını da buna göre atıyor; güvenlik dediğinde küresel kapitalizmin güvenliğinden, savunma dediğinde küresel kapitalizmin savunulmasından bahsediyor.
Dolayısıyla Sovyet-sonrası kapitalizmin durumundan, neoliberalizmden, dünyanın her coğrafyasının küresel sermayeye açılmasından, emperyalizmden, NATO’nun doğuya doğru genişlemesinden, Rusya’dan sonraki esas hedefin Çin olduğundan söz etmeden, tüm bunlardan bilinçli bir şekilde söz edilmiyor oluşuna dikkat çekmeden ve statükonun buradan kurulmasına itiraz etmeden, önceliği buraya vermeden, bugün yaşananlarla ilgili yorum yapmak, kapitalist hegemonyanın yeniden üretimine bilerek ya da bilmeyerek, doğrudan ya da dolaylı olarak katkı yapmakla sonuçlanıyor.
Tekrar ederek bitirmek gerekirse, önceliği buraya vermek, ana fail olarak kapitalist merkezleri işaret etmek, ne “Rusçuluk yapmak” ne de Putin’in kapitalist Rusya’sının arkasında durmak anlamına geliyor; bu, tam olarak kapitalizmin karşısında durmak ve gerçek anlamda savaşa karşı olmak, barışı gerçekten savunmak anlamına geliyor.
Fatih Yaşlı /SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder