(VIII)
"Alman devletinin yapısal kısıtları içerideki faşizmin sokak faşizmiyle buluşturulmasını gerekli kılmaktaydı. Hitler’i engelleyerek Hitlercilik oynamak pek de mümkün değildi."
1929 Krizi sonrası Almanya bir tür sürüklenme yaşıyordu. 10 yıldır kurulmaya çalışılan zayıf ve nahif burjuva demokrasisi parçalanıyor, Prusya militarizmiyle Alman burjuvazisinin sinikliğini bir potada eriten devlet giderek burjuvazinin ve diğer mülk sahibi sınıfların açık diktatörlüğüne dönüşüyordu. Parlamento dışı hükümetler, ordunun siyasi iktidar üzerindeki belirleyici etkisinin daha da hissedilir hale gelmesi, odundan titan Hindenburg’un1 bu gelişmeyi kolaylaştıracak her türlü adımı pervasızca atması ve özelikle yargı ve emniyet güçlerinin aşırı sağa karşı müsamahalı tavırlarının gizlenemeyecek düzeylere çıkması; Weimar çöküyordu, bir süre sonra peşi sıra Avrupa’yı da sürükleyecekti.
1929 Kriziyle birlikte Almanya’da sınıflar çatışması, bir süredir yatırıldığı uykudan apansız bir şekilde uyandı. Özelikle Ren ve Ruhr bölgeleri kitle grevleriyle sarsıldı. Yükselen işsizlik sınıf bilincinin fabrika duvarlarının ötesine, sokaklara yayılmasının önünü açtı. İşçi sınıfının yükselen radikalizmi özellikle uzunca bir süredir alarm durumunda bekleyen büyük burjuvaziyi sıradan ve normal yöntemlerin sağlayabileceğinin dışında bir istikrar ve güvenlik arayışına itti.
Burjuvazinin azman katmanlarına göbekten bağlı merkez sağ partiler ve ordu bu durumda giderek aşırı sağa kaymaya başladılar. 1929’la birlikte sanki bir tür olağanüstü hal ilan edildi. Ortaya bir tür olağanüstü hal devleti çıkmaya başladı (nitekim iç savaşın kızıştığı bu dönemde giderek Nazilere iltihak edecek ve şu aralar tüm kitapları Türkçeye çevrilmiş olan Carl Schmitt tam da bu kavramla anlatacaktı durumu).
Bu gibi durumlar örneğin Doğu Avrupa’nın güdük ve gerici ülkelerinde çoğunlukla gerici ve aşırı sağcı askeri darbelere yol açtı. Almanya’da ise bu yol, yani ordunun apaçık bir şekilde bir tür askeri diktatörlüğe yönelmesi birkaç nedenden dolayı çok zordu. Birincisi Doğu Avrupa’nın azgelişmiş kapitalist örneklerine nazaran Almanya’da güçlü ve örgütlü bir işçi sınıfı vardı; dolayısıyla bu türden bir adımın bir değil, birkaç olası sonucu olabilirdi. Bunlardan biri toplumsal bir devrimdi; ve Alman burjuvazisi 1919 ile 1923 arasında edindiği hafızadan dolayı bu olasılıktan ölesiye korkuyordu. İkincisi ise Alman ordusu henüz Versay Barışı’nın dayattığı kısıtlara en azından görünürde sadık kalarak boyutlarını küçük tutmak zorundaydı. Dolayısıyla operasyonel olarak serbest ve etkin değildi. Üçüncüsü ise, bir askeri diktatörlük Versay Barışı’na yönelik apaçık bir ihlal anlamına gelecekti ki Batı emperyalizmiyle kurulan iş ilişkilerini bozmamak ve ülkeye girmekte olan Amerikan ve İngiliz sermayesini ürkütmemek adına Alman burjuvazisi henüz bu türden bir adımı düşünecek kadar cüretli ve yürekli değildi. Netice olarak bu türden bir almaşık gündemde değildi.
İkinci yol; ki bu yol denendi; yürütüme gücünü Weimar demokrasisinin kural ve kaidelerinin dışında olacak bir şekilde otoriter bir merkez sağ yapılanmanın eline teslim etmekti. Ordunun yedek kulübesinden destek vereceği bu adım aynı zamanda odun Hindenburg’un desteğiyle birlikte otoriter bir yönetim talebini karşılayacak ve parlamenter sistem içinde ve anayasal bir çözüm gibi görünecekti. Bu türden bir yönetim aynı zamanda giderek aşırı sağa kayarak, devletin içinden yükselen faşizan damarı da besleyecek ve burjuvazinin korkusunu giderecekti.
Daha önce bir yerde yazmıştık; faşizm burjuva demokrasisinin gaz çıkarmasıdır. Böylece gaz alınacak ve rahatlama sağlanacaktı. Nitekim 1930 ile 1933 arasındaki ardışık Brüning, von Schleciher ve von Papen hükümetleri bu tarihi rol ile donanmış bir şekilde ortaya çıktılar; ancak olmadı. Brüning, von Papen ve Schleicher hükümetlerinin çıkardıkları, tahliye etikleri gaz iç savaşı nihayetlendirmeye yetmedi.
Yetmedi, çünkü işçi sınıfı 1919-1923 arasında ağır bir yenilgiye uğramış olsa bile iradesini muhafaza etmekteydi. İç savaşların kuralıdır; düşmanın iradesi sadece moral olarak değil, fiziksel olarak da yok edilmelidir. Bu üç şarlatan temsil etikleri kadrolar ile birlikte devlet mekanizmasının tepesine oturtuldular; yeteceğini sandılar ancak yetmedi. Öncelikle Almanya federatif bir yapı olduğu için merkezi iktidar kadar yerel iktidarlar da çok önemliydi. Yerel düzeyde ise işçi sınıfını temsil eden partilerin egemen olduğu bölgeler vardı. Örneğin Prusya (ki Almanya’yı oluşturan unsurların en önemlisiydi) sosyal demokratların kalesi gibiydi. Keza Thuringia’da KPD, Ren kıyısında ise yine sosyal demokratların kitlesel ağırlığı vardı. Dahası, Alman devletinin içinden faşizm sökün etse de henüz yasallık ciddi bir kısıt idi. Üstelik devletin elinde kitlesel bir yok etme ya da bastırma harekatı için yeterli kadro ve kaynak yoktu. Son olarak, bu üç soytarının hükümetleri Alman büyük burjuvazisinin ufkunu temsil etse de iç savaş işçi sınıfına karşı tüm servet ve mülk sahiplerinin, tüm gericilerin ittifakını gerekli kılıyordu. Odun Hindenburg’un atadığı bu dekadan burjuva politikacılar ise bu türden bir temsil yetisine ne yazık ki sahip değillerdi. Bunun sonucunda Alman devleti, bilcümle gericiler, sermaye, servet ve mülk sahipleri, bu büyük koalisyonu temsil edecek bir siyasi özne arayışındaydı. Galiba Adolf anlamıştı ancak Gregor anlamaktan uzaktı.
Bu nedenle özellikle Papen ve von Schelicher 1932 Temmuz seçimlerinden sonra birinci parti olan Nazilere yönelik oldukça pragmatik amaçlara sahiptiler. İlk aşamada bir bütün olarak Nazileri iktidar koalisyonuna, ancak direksiyonu onlara bırakmadan, dahil etmek istediler. Olmadı, bahsedildiği gibi Adolf’un ve çevresinin iktidarı bir bütün olarak istediklerini çabuk fark ettiler. İkinci aşamada ise Nazi Partisi’nin en azından bir bölümünü partiden kopararak iktidar koalisyonuna katmayı amaçladılar. Bunun faydalı iki sonucu olacaktı. Öncelikle SA’ların (Sturmabteilung (Kahverengi Gömlekliler) bir bölümünü kontrol edebilecekler, kalan kısmının ise rahatsız edici şımarıklıklarını ve başıbozukluğunu bastırabileceklerdi. İkincisi ise bu sokak gücünü devletin resmi güçlerinin yanına ekleyerek kendileri kullanabileceklerdi. Bu nedenle Gregor’a yaklaştılar; malum partinin ikinci adamıydı. Onu ikna edebilirlerse boşlukta asılı duran iktidarlarına iyi bir payanda bulabileceklerdi.
Gregor özellikle 1932 yılı içinde hem Alman büyük burjuvazisiyle, hem de güçlü otoriteryen aşırı sağ bir tür diktatörlük isteyen siyasi ve entelektüel unsurlarla bağlarını güçlendirdi. Bu arada özelikle von Schleicher ile giderek artan bir iletişim içindeydi. Üstelik henüz ses çıkmadığı için bu adımlarının parti tarafından desteklendiğini düşünüyordu (feci şekilde yanılıyordu). Dahası sağcı, Hristiyan veya sarı sendikalar ile ilişkilerini de güçlendiriyordu. Gregor, içinde Nazilerin de olacağı geniş bir aşırı sağ koalisyonu tesis etmeye çalışıyordu.
Hemen bir vurgu yapalım. Bu yazı dizisinin bir önceki bölümünde Gregor’un görünüşte bu süreçte merkez sağ unsurlar yaklaştığını belirtmiştik. Ancak bu süreçte yakınlaşma Gregor merkez sağa savrulduğu için değil, Almanya’nın tüm sağcı unsurlarının aşırı sağa, faşizme savrulmalarından dolayı ortaya çıktı. Sınıfsal iç savaşın kaçınılmaz bir eğilimidir; işçi sınıfına karşı genişleyen gerici bir cephe ve bu cephenin işçi sınıfını fiziksel ve moral olarak sindirecek bir faşizmin arkasında toplanması. Gregor, gelişkin olmayan öngörü ve sezgisiyle, bu sürecin mimarlarından olmaya çalışıyordu. Bedeli bedeni olacaktı.
Başta Adolf ve parti yönetimi Gregor’un bireysel inisiyatifiyle kalkıştığı bu harekete, tepki duysalar da, ses çıkarmadılar. Ancak 13 Ağustos 1932 önemli bir kırılmaya şahitlik eti. O gün Adolf, odundan dev Hindenburg ile görüştü. Tanenberg kahramanı henüz iktidarı Avusturyalı onbaşıya vermeye hazır değildi. Hitler toplantıdan öfkeyle ayrıldı. Adolf liderler tarihinin gördüğü düşünsel olarak en geri ve en cahil lider olabilirdi, ancak bir sırtlanın sezgi gücüne sahipti. Kudretli güçlerin Nazileri yedeğe alan bir iktidarı istediklerini anlamıştı. Bu tarihten sonra Gregor’un söz konusu kudretli güçlere yönelik serenatları açıktan eleştirilmeye başlandı. Gregor’un partinin yapısı içindeki kurumsal adımları yok edildi. Strasseristler (eğer böyle bir grup var ise tabii) yerlerinden edilmeye ve Gregor’un parti adına konuşması yasaklandı. Gregor’un persona non grata ilan edilmesine az kalmıştı. Belki Gregor ile Adolf yeniden uyuşabilecek bir taban bulabilirlerdi, bilinmez. Ancak bunu test etmeye fırsat kalmadan 1932 Kasım seçimleri geldi.
Kasım seçimlerinde Naziler yine birinci parti olarak çıktılar. Ancak Temmuz seçimlerine göre hem oy hem de sandalye kaybettiler. Moraller çok bozuldu. Gregor bu düşüşün Adolf ve yakın çevresinin sekter tutumlarından kaynaklandığını düşünürken Adolf ise suçlunun, geleneksel sağcı unsurlarla ve Schleicher gibi asker eskileriyle düşüp kalkması ve Nazileri sıradan düzen unsurlarıyla bir görmesi hasebiyle Gregor olduğunu iddia edecekti. İpler kopmaya yakındı. Son bir adım kalmıştı. Son adımın da mimarı 1929’dan sonra Alman iç siyasetine damgasını vurmuş iki asker olacaktı; von Schleicher ve Hindenburg.
Burada bir ara verelim. Galiba Engels şunu ima etmişti; tarihi büyük adamlar yapmaz ancak büyük adamları çıkarın tarihten geriye bir şey kalmaz. O bu imada bulunurken aklında Napoleon, Robespierre ya da Cromwell vardı. Şimdi geriye dönerek şu eklemeyi yapabiliriz. Tarih ve insanlık büyürken “büyük” adamlar, inisiyatif alabilen ve vizyonu olan büyük adamlar ilerleme dinamiklerinin hem nesnesi hem de öznesi olurlar. Bu açık; ancak ya gerileme dönemleri?
Aslında eğilim tersinden işler, bu defa da tarihin vitrininin ön sıralarında “küçük” adamlar sahne alırlar. Vizyonsuz, çapsız ve tarihsel gerilemenin kuklası olarak ortaya çıkan bu tipler sanki kendilerini aşan gerici dinamiklerin kişileşmiş halleri olarak damga vururlar tarihe. Odun Hindenburg, Adolf, von Papen, von Schleicher ve Gregor tarihin geri çekilmesinin yarattığı yılışık, çapsız ve grotesk tiplerdir. Yukarıda anlatılan süreçte, Almanya’da Nazizimin iktidara yerleşmesi sürecinde bu tipler kendi beden ve zihinlerini aşan bir iradenin inisiyatifi olan ancak vizyonu olmayan özneleri ve nesneleri oldular.
Özellikle de Hindenburg ve von Schleicher; her ikisi de askerdi ve her ikisi de sayesinde resmi görevler edindikleri Weimar demokrasisini yok etmeye yeminliydiler. 1931 ile 1933 arasında bir tür saray darbesini hayata geçirdiler. Hindenbrug’un oğlu Oskar Hindenburg ve yaveri Otto Meissner bu darbe sırasında görünüşte getir götür işi yapıyorlardı. Ancak çok etkiliydiler; kimin kimi kullandığı belli değildi. Oskar ve Meissner Kasım seçimlerinde Naziler oy kaybedince seçimden önce ilişki kurdukları Gregor’u daha etkin bir şekilde kullanmayı denediler. Kasım seçimlerinden sonra von Schleicher’in şansölyeliğinde yeni bir parlamento dışı olağanüstü hal hükümeti için kollar sıvandı; Gregor’a bakanlık teklif edildi. Gregor’u kopararak Nazi partisini bölebileceklerini sandılar. Alman devleti adına yola getirilmiş bir Nazi partisinin iyi bir dayanak olacağını düşünüyorlardı. Ancak olmadı.
Adolf ile Gregor arasındaki kişisel ilişki hiçbir zaman çok yakın olamamıştı (hoş tüm biyografi yazarları Hitler’in gerçek anlamda hiç arkadaşının olmadığı konusunda hemfikridir). Adolf kasım seçimlerinden sonra Hindenburg ile bir kez daha görüştü ancak sonuç aynı idi. Gregor’un saray darbesini gerçekleştiren ekip ile yakın ilişkisi ve iktidarın Nazilere verilmemesi parti içindeki Gregor düşmanlarını gizli kapaklı adımlar yerine açık adımlar atmaya itti. “Davayı satmak”la suçlanan Gregor ise iyice sıkışmış hissediyordu kendisini. Son bir huruca girişti. Kendisine yakın hissettiği yerel parti örgütü (Gau) liderlerini topladı. Bu ekibin kendisini izleyeceğini düşündü, olmadı. Bir ikisi dışında geri kalanının Hitler’e ve Führerprinzip’e karşı çıkacak yürekleri yoktu. Bu arada parti yönetimi bu toplantıda alınan kararların halka ve parti örgütüne açıklanmasını yasaklamıştı bile.
7 Aralık 1932’de Gregor ile Adolf son bir görüşme yaptılar. Bu görüşmede Gregor pek de geri adım atmış gibi görünmedi. Tam tersine Adolf’a çevresindeki ekibin (Göring’in, Göbels’in, Himmler’in ve diğerlerinin) temizlenmesi gerektiğini belirtti. Galiba bu çıkışla idam fermanını da imzalamış oldu. Adolf da geri adım atmadı. Şimdi Gregor’un önünde üç seçenek vardı. Birincisi, özür dileyerek parti disipline uyduğunu belirtmek ve son iki yıldır attığı her adımı reddetmekti (ki bunun için artık çok geçti). İkincisi, kendisine teklif edilen bakanlığı kabul ederek parti içinde kopmaya yol açacak bir isyanı ateşlemek (ki buna da cesareti yoktu). Üçüncüsü ise tüm yetkili organlardan ve hatta partiden istifa etmek (asıl yenilgi buydu). Gregor üçüncüsünü tercih etti galiba, 8 Aralık 1932’de partiden değil ama tüm yetkili görevlerden ve kurullardan istifa etti. Bu adımla kendini kurtaracağını zannetti; faşizmin faşistleri de vuracağını hesap edemedi.
Son bir belirlemede bulunalım. Hindenburg – Schleicher – Brüning – Papen saray darbesi içeriden gelen faşizmin yeterli olacağı hesabına dayanıyordu, dışarıdan faşistleri getirmenin ya da iktidarı onlara vermenin çok da gerekli olmadığı varsayımından hareket eden bir darbeydi bu. Boş bir beklentiydi; Alman devletinin yapısal kısıtları içerideki faşizmin sokak faşizmiyle buluşturulmasını gerekli kılmaktaydı. Hitler’i engelleyerek Hitlercilik oynamak pek de mümkün değildi. Zavallı Gregor bu açmazın ve bu aymazlığın kurbanı oldu.
- 1.I. Dünya Savaşı sırasında Tanenberg’in kahramanı Mareşal Hindenburg için Berlin’de ağaçtan ve keresteden 12 metrelik bir Hindenburg heykeli yapıldı. Heykel aynı zamanda hayır ve bağış işlevleri de taşıyordu. Bu anıta çivi çakmak isteyenlerin ödediği para savaş dulları ve yetimlerine gidiyordu. Hindenburg bu anıttan dolayı bazı çevrelerce “odundan dev” (“wooden titan”) olarak adlandırıldı. Gerçi “wooden titan”ın doğru çevirisi ağaçtan dev olmalıdır ancak Hindenburg’un tarihsel misyonu düşünüldüğünde “odundan dev”i kullanmayı tercih ettik. Girişteki resim bu anıta aittir.
8 Aralık 1932 ile 30 Haziran 1933, yani Uzun Bıçaklar Gecesi arasında geçen süre Almanya açısından sokaktan getirilen faşistlerin faşizan eğilimi güçlenen devletin gereklerine uyum sürecine şahitlik etti. 8 Aralık sadece Gregor’un kişisel ikbalinin kışa döndüğü gün değildi kuşkusuz, Almanya’nın Nazilere teslim edilmesi açısından da önemli bir dönüm noktasıydı. Nazilerden iktidara ortak olacak uyumlu bir parça koparmaya çalışan gerici burjuva siyasi unsurların planlarının çöktüğü gündü. Gregor’u parti içinden kimsenin takip etmemesi de Nazi güruhunun Führerprinzip’e genel olarak ne kadar sadık olduğunu göstermişti.
Bu tarihten sonra iktidarda getirilen parlamento dışı göstermelik hükümetlerin günleri sayılıydı. Nitekim Aralık ortasında şansölyeliğe atanan Kurt von Schleicher’ın sağcı veya sarı da olsa sendikalarla İtalyan tipi korporatif bir faşizmi kurumsallaştırma çabaları son kararın verilmesine büyük bir katkıda bulundu. Sarı ya da sağcı fark etmezdi, Alman sermayesi için sendika kavramı bile ürkütücü olmaya yetiyordu. Almanya’nın devletlü kesimlerinin, ordu ve burjuvazinin en ensesi kalın gruplarının birbirini takip eden, istikrarsız ve iç savaşı sermaye lehine çevirmeye gücü yetmeyen hükümetler yerine güçlü bir hükümet talepleri artık karşılanmaya hazırdı.
Daha önce vurguladığımız bir şeyi tekrar vurgulayalım; Weimar Cumhuriyeti en çok hangi özelliğiyle hatırlanacak sorusuna ihanet ve döneklikle diye cevap vermemiz gerekir. Komünistler hariç, bu dönemde siyasi arenadaki her özne hem birbirlerine hem de kendi benliklerine ihanet ettiler. Yönetemeyecek olanı yönetir gibi, yönetilmek istemeyeni de yönetilirmiş gibi göstermek için her ilkeye, her kurala karşı sadakatsizlik aldı yürüdü. Karanlık bir çağın karanlık figürleri can çekişmekte olan bir avın etrafında dönen sırtlanlar gibiydiler. İleri gitmeye niyetleri, geriye gitmeye mecalleri yoktu. İleriye gitme almaşığını kesinlikle ortadan kaldıracak, geriye gitme konusundaki sözde çekinceleri açıkça reddedecek ve geriye gitme konusundaki iradesini ayan beyan ilan edecek bir özneye ihtiyaç vardı; Almanya’da ekonomik ve siyasi gücü eline tutanların naçizane istekleri tam da buydu. İç savaş bir kere ilan edilmişti ve ilahlar kan istiyordu. Her türlü centilmenlikten, erdemden ve hoşgörüden uzak bir barbar güruha ihtiyaç vardı neticede. Olası bütün yollar tüketilmişti. Şimdi yolun üstündeki son engelleri de kaldırmak gerekiyordu. Bu türden acil bir sadakatsizlik talebini yerine getirmek için de esaslı ve pespaye bir döneğe ihtiyaç vardı. Tüm rezilliklerine rağmen ne Brüning ne de von Schleicher bu kalıpta adamlar değillerdi, ancak von Papen öyleydi.
Nitekim von Papen başta olmak üzere, büyük burjuvazinin, ve Junkerlerin temsilcileri odun Hindenburg’un Adolf’e yönelik son antipati kırıntılarını da bastırmaya muktedir oldular. 30 Ocak 1933’de kutlu gün geldi, odun Hindenburg Adolf ile başkanlık sarayında uzun bir görüşme yaptı. Görüşme bittiğinde bir zamanların başarısız ve çapsız ressam adayı, kılıksız ve renksiz Avusturyalı onbaşısı artık Almanya şansölyesiydi. Kabinede Naziler çoğunluktaydı ancak von Papen de dahil diğer sağcı ve aşırı sağcılara da birkaç bakanlık verilmişti. Alman tarihine Machtergreifung (iktidarın ele geçirilmesi) olarak geçecekti bu olay. Gregor’un değil Adolf’ün arzusu gerçekleşmişti (aslında bu Gregor’un da ölüm ilanı olacaktı).
Almanya uzunca bir süredir kendisini bekleyen karanlığın içine doğru yuvarlanmaya başladı birden. Kilit bakanlıklara getirilen Nazi bakanlar hemen temizlik başlattılar. Örneğin sayıları gittikçe kabaran SAlar resmi zabit güçlerinin yanına resmen yardımcı olarak atandılar. Böylece SA güruhu devletin resmi korumasıyla birlikte sokakları terörize etmeye başladılar. Ancak Naziler ve müttefikleri yasama organında hala yeterli çoğunluğa sahip değillerdi, hoş parlamentonun esasında bir önemi kalmasa da çoğunluk olmak yine de önemliydi. 5 Mart 1933’de federal seçimler yapılacaktı ve bu durumun değişmesi gerekiyordu. Naziler iktidarın tamamını istiyorlardı, ve bu açlığın yasal yolardan giderilebilmesi için parlamentoda da onlara tam bir özgürlük verecek mutlak çoğunluğa ihtiyaçları vardı. Ancak bu çoğunluğu sağlayacakları oya sahip olmadıklarını biliyorlardı. Gerçek hayatta ise mucizeye yer yoktu vesselam.
Reichstag Yangını bir tür mucize gibiydi. 27 Şubat gecesi Reichstag alevler içinde kaldı. Seçimlere 6 gün kalmıştı, bu gerçekten bir mucize olabilir miydi? Aslında apaçık bir şekilde Naziler Reichstag’ı yakmışlardı, bu yangını fırsata çevireceklerdi. Yangının hemen bir gün sonrasında Hitler bir tür olağanüstü hal yetkisi ile donatıldı ve KPD’ye karşı harekete geçildi. Pek çok komünist tutuklandı. Marinus van der Lubbe adında bir konsey komünistini tutukladılar ve yangından sorumlu kundakçı diye afişe ettiler. Böylece Reichstag’ın komünistlerce yakıldığına dair düzmece hikayeyi kullanarak sosyalist ve komünistleri fiziksel olarak yok etme stratejisini hayata geçirmeye başladılar. Pek çok komünist ve işçi önderi tutuklandı. Düzmece yangın sonucunda son yıllarda etkisi ve yetkisi giderek daraltılan Reichstag’ın da miadı dolmuş oldu.
İç savaşın mantığı hakkında birkaç kelam daha edelim. İç savaş savaşan tarafların karşılıklı savaş ilan etmelerini gerektirmez. Bir tarafın, işçi sınıfının, yeterince tehditkâr ve savaşkan olamaması karşı tarafın kan isteğini ve barbarlığını azaltmaz. Nitekim Almanya’nın gerici sınıfları 1923’de Alman Devrimi’nin ve Alman işçi sınıfının yenilgisinden sonra pasifize olmadılar. Tam tersine her ekonomik ve siyasal dönemeçte, Alman işçi sınıfının çekingenliğiyle büyük bir tezat oluşturacak şekilde silahlandılar ve daha da aktif hale geldiler. Aslında Alman işçi sınıfının iktidar olma güdüsü daha 1923’de törpülenmişti, ancak daha önce de belirtildiği gibi siyasi iradesi fiziksel olarak yok edilememişti. Naziler iç savaşın doğal bir ürünü olarak bu iradeyi fiziksel olarak da yok etme işini tamamladılar.
5 Mart seçimleri Nazilere oylarını artırma şansını verse de bekledikleri çoğunluğu yine vermedi. SPD ve KPD’nin oy oranları düştü ancak yine de ikisinin toplam sandalye sayısı 200 civarındaydı. Naziler ise müttefikleriyle birlikte oyların ancak % 52’sini almışlardı. Dolayısıyla isteklerini hayat geçirebilmeye yeterli bir çoğunluk değildi ellerinde olan. Öyleyse Reichstag toptan ortadan kaldırılmalıydı. Nitekim 23 Mart 1933’de Reichstag toplantıya çağrıldı ve kendi idam emrini onayan bir yasayı, şu ünlü yetki yasasını (Enabling Act) çıkarması sağlandı. Oturma KPDliler katılmadılar (zaten çoğu bir süredir hapisteydi), sadece SPD aleyhte oy kullandı, ancak tüm yetkiyi şansölye olarak Hitler’e veren beş maddelik yasa kabul edildi. Böylece Hitler ve Naziler yasamayı da ekarte ederek devletin bütününe çökmüş oldular.
Tarih sosyal bilimler içinde spekülasyona en kapalı olanıdır. Ancak yine de tarihi bugünden okurken zavallı bireyin aklına spekülasyonu çağıran sorular gelmektedir. 23 Mart 1933 açık bir darbeydi kuşkusuz. Ancak darbeyi kim yapmıştı?
Diğer bütün sağcılar Nazi Partisinin devlete el koymasını kuzu kuzu onayladılar. Neden?
Bu sadece yönetsel veya siyasi bir körlükle açıklanmazdı herhalde. İşçi sınıfına karşı birleşmiş tüm sermaye ve mülk sahiplerinin geniş ve gerici ittifakını teşhis etmeden, iç savaşı anlamlandırmadan bu soruya verilecek cevaplar olsa olsa komplo teorilerinden türeyen karikatürize cevaplar olacaktır. Bugün sağcı ve liboş tarihçiler hala “Nazilerin iktidara gelmeleri engellenebilir miydi?” sorusuna o dönemden failler bularak cevap vermeye çalışıyorlar, nafile bir çabadır. 23 Mart Nazilerin komplosu veya darbesi değildir, içeriden faşizmin doğal soncudur. Liboş ve sağcı tarihçilere göre ortaya parti-devlet çıktı; doğru bir yargı değildi aslında. Faşist devlet kendine uygun parti arıyordu, Nazileri buldu.
Ertesi ise kan revandır. Yetki yasası Nazilere toplumsal muhalefeti yok etmek için her türlü aracı sağladı. Önce KPD, sonra ise diğer tüm partiler kapatıldı. Eyalet hükümetleri lağvedildi ve tüm eyaletlerde yönetime Naziler geldi. Tüm sendikalar kapatıldı, yerine Nazilerin yönetiminde işçi düşmanı bir emek cephesi kuruldu. Basın organlarından kapatılmaktan kurtulanlar doğrudan Propaganda Bakanı Göbels’e bağlandı. Akademisyenlerden, yargı mensuplarından ve askerlerden Führer’e sadakat yemini etmeleri istendi. Yemini etmeyenler derdest edildi.
Peki tüm bu kasırgavari dönüşüm sırasında zavallı ve yenik Gregor ne yapıyordu? Sorumlu görevlerden istifasının ardından tatile çıkan Strasser döndüğünde yalnız ve çökmüş bir adamdı. Her figürün dönek ve hain olduğu, herkesin sadakatini dostuna veya eski silah arkadaşına değil Führer’e yönlendirdiği bir ortamda oldukça kırılgan bir pozisyondaydı. Öncelikle karnını doyurması gerekiyordu, nitekim az da olsa vefa duyan eski partisi ona büyük bir ilaç şirketinde yöneticilik ayarladı. Eskiden büyük sermayeden nefret eden fukara Gregor tutunduğu son gerici nasyonal sosyalist tınılardan da arınmış oldu. Hayat tükürdüğünü yalatıyordu işte. Bol paralı münzevi hayatı bile parti içindeki düşmanlarının atığı her adımı izlemesini engellememişti (rivayet doğruysa Göring daha 1933 yazında onun öldürülmesi gerektiğini ileri sürmüştü). Ancak kaderi çizilmişti. Onun kaderini içeriden faşizmin sokaktan iktidara taşıdığı faşist güruhu yola getirme güdüsü belirleyecekti.
Naziler iktidarın tümüne sahip oldukları halde yeni sorunlarla cebelleşmek durumundaydılar. En büyük sorun ise aslında onları iktidara taşıyan unsurlardan biri olan SA'lardı. Stennes isyanından sonra Hitler eski silah arkadaşı, birahane darbesinden sonra Güney Amerika’ya kaçan, Ernst Röhm’ü SA'ların başıbozukluğunu dizginlesin diye SA şefi yapmıştı yeniden. Röhm ve SA Naziler iktidara gelirken, hatta iktidara getirildikten sonra bile çok işe yaramışlardı. Bu süreçte SAların sayısı giderek artmış ve SA bir tür resmi olmayan orduya dönüşmüştü. İktidara geldikten sonra SAların yardımcı polis gücü olarak kullanılması ise – her ne kadar komünistlerin ve sosyal demokratları hal edilmesinde oldukça işe yarmış olsalar da – sorunu daha da çetrefil bir hale sokmuştu. SAların ekserisi küçük burjuvalardan, lümpenlerden ve işsiz takımından oluşmaktaydı. Bu kesimler sosyalistler ve komünistler kadar büyük sermayeden ve gerici Junkerlerden de nefret ediyorlardı. Hatta geleneksel ordu hiyerarşisinden, Prusyalı generallerden, yüksek bürokrasiden, yargıçlardan ve neredeyse herkesten ve her şeyden nefret ediyorlardı. Onları kontrol etsin diye getirilen Röhm ise kendini partinin ikinci adamı, hatta Adolf’un her şeyi borçlu olduğu kimse olarak görmeye başlamıştı. SA sürüleri sokakları arşınlıyor ve önlerine geleni itip kakıyorlardı. Kontrolden çıkmış bir halleri vardı. Bu durum içeriden faşizmin temsil etiği geniş koalisyonu ürkütür hale gelmişti. İşçilerin ve komünistlerin canı önemli değildi ama sıradan servet ve mülk sahiplerinin de mal ve can güvenlikleri kalmamıştı. Mülkiyet hakkı ise kapitalizmin en kutsal hakkıydı.
1933’ün sonlarına doğru SA'ların sayısı 2 milyonu aşmıştı. Oysa henüz Versay Barışı’nı açıkça bir kenara atamayan ordunun büyüklüğü 100 bin civarındaydı. SA şefleri “eski sistem” diye adlandırdıkları Nazi dönemi öncesinden kalma bir yük olarak gördükleri orduyu sanki bir dükkanı kaptır gibi toptan kapatmayı bile konuşur olmuşlardı. Devetlü Alman gericileri için ise bu zinhar büyük bir günahtı. Dahası yargı güçleri bir orangutanın bilişsel seviyesinin bile altında olan SA'lar Alman kapitalizminin yükselen emperyalist açlığından bihaber gibi görünüyorlardı. Emperyalizm ise her şeyden çok militarizm demekti. Faşist damarı kabaran Alman devletinin iktidara taşıdığı sokak faşizmini yola getirmesi ve aşırılıklarından arındırmasının vakit gelmişti.
1933’ün sonu ile Uzun Bıçaklar Gecesi arasında SA'lar ve SA yönetimi aleyhine kirli bir kampanya sürdürüldü. Nazi Partisi’nin üst yönetimi de bu kampanyaya destek verdi; Göring, Göbels ve Himmler üçlüsü Röhm’ün elindeki güçten ve kendini ikinci adam gibi gören tavırlarından nefret ediyorlardı. Röhm’ün eşcinselliği bilinmeyen bir şey değildi ancak birden gündeme getirildi. Nazilerin yeni toplumu erkek egemen ve homofobik temeller üzerine kurulacaksa Röhm gibilerine ihtiyaç yoktu. Ortalarda SA'ların parti üst yönetimine karşı darbe düzenleyeceği söylentileri dolanıyordu. Söylentilere göre Brüning, von Schleicher ve hatta von Papen gibi “eski sistem” dönemi siyasetçileri de darbe hazırlıklarına katılmışlardı. Ne yazık ki eski düşmanları darbeciler listesine Gregor’un da adını ekleyiverdiler. Arka plan hazırdı.
Uzun Bıçaklar Gecesi sokaktan gelen faşizmin iktidara layık olduğunu devletlü faşizme kanıtlama operasyonudur. Sermaye ve mülk sahiplerinin son şüphelerini de yok etmeye yönelik kökten bir çözümdür; onlara yaranmak için hayata geçirilen bir safra atma işlemidir. Uzunca bir süre planlanmıştır; 30 Haziran 1933 gecesi ise düğmeye basılmıştır. O gece kaç kişinin öldürüldüğüne dair hala net bir sayı yoktur; ancak bir katliam olduğu kesindir.
Gregor Stasser Berlin’deki evinden alınarak götürüldü ve bedenine yedi kurşun sıkıldı. Rivayet doğru ise hemen ölmedi, kan kaybından ölsün diye beklendi ve cesedi yok edildi. Eski şansölye, Hitlerist rejimin yolunu döşeyen, general von Schleicher’ın evinin kapısı ise sabah erken saatlerde çalındı. Onu bir yerlere götürerek işini öyle bitirmeye bile tenezzül etmediler. Kapıyı kendisi açan von Schleicher’i ve karısını hemen oracıkta öldürdüler.
Brüning şanslıydı, operasyondan birkaç gün önce içeriden haber almıştı. Ailesiyle birlikte kaçarak kurtuldu. Von Papen de şanslılar arasındaydı. Öldürmediler, büyükelçi yaparak sürdüler.
En dramatik ve teatral ölüm Hitler’in en eski parti arkadaşı, koruması Ernst Röhm’e düştü. Kaldığı otelden apar topar diğer SA liderleriyle birlikte sabah vakitlerinde derdest edildi. Münih yakınlarındaki bir hapishaneye atıldı ve beklemeye alındı. Adolf eski parti yoldaşına ne yapacağına karar vermemişti. Sonra hüküm verildi; ona Romalı generallere yakışan bir ölüm bahşedilecekti. Daha sonra Dachau’da kamp komutanı olacak SS-Brigadenführer Theodore Eicke ve diğer bir SS, Michael Lippert, Röhm’ün hücresine daldılar. Ona dolu bir tabanca vererek 10 dakika içinde intihar etmesi, aksi takdirde işini kendilerinin bitirecekleri konusunda uyardılar. Röhm pek vakur idi; “Eğer öldürüleceksem, bunu Adolf yapsın” dedi. Verilen süre dolduğunda Röhm hayattaydı, Eicke ve Lippert işi kendileri bitirdiler. Faşizm bir faşisti daha vurmuş oldu.
BİTTİ
Serdal Bahçe / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder