Evimin hemen yanında bir türlü bitmeyen metro inşaatı var. Artık çalışanlarla ahbap olduk. Öğle saatlerinde oradan geçerken kurdukları sofraya beni de davet ederler. Sekiz saat boyunca yerin altında ağır işçilik yapan dostlarım, her gün aynı sofrayı kurarlar, koca bir beyaz ekmek, bir avuç zeytin ve Coca-Cola. Çoğu taşeron olan işçilerin ay sonunda asgari ücret alamadıklarını adım gibi biliyorum, alsalar ne olacak, kuş sütü eksik sofralar mı kuracaklar, iyi ki Coca-Cola var. (Reklam gibi olmasın; Coca-Cola koka bitkisinden yapılır, güç veren bir bitkidir ve yükseklerde yetişir. Vaktiyle gittiğim Bolivya’da dinlemiştim, bir ara Vatikan İspanyol işgali altındaki bu topraklarda koka ekimini ve kullanımını yasaklamış, ne olmuş madenlerde çalışan işçilerin verimi düşmüş, onun üstüne Vatikan kendisi koka ticaretine başlamış.) İşte Coca-Cola böyle bir şey, insanı bir süre dinç tutabiliyor. Ve ağır işçi metrocuların en çok tükettiği: Ekmek, zeytin ve Coca-Cola.
Mahallenin kahvesinde de kimselerin yüzü gülmüyor ve sigara içenler hangi tütüncü sarma sigarada bir liralık indirim yapmış bunun peşinde; köpeği ve kedisi olanlar lüks tüketime giren kedi ve köpek mamalarından, sürekli artan veteriner ücretinden yakınıyorlar. Bizim buralarda bir ara bütün kediler obezdi. Gelen besliyor, giden besliyordu, bu ansızın kesildi ve kediler tavuk eti karıştırılmış mamaya alıştıklarından iyice hırçınlaştılar, kedisini üç günlük serum tedavisi bittiği için kucağında getirip kahveye oturan bir kedisever, neredeyse ağlayacak, çünkü bir anda 4 bin lira bulmak zorunda.
Ve tabii mahallenin gediklisi, güzelim dilencisi Nazlı, iki çocukla da gezse eski parayı toplayamıyor. Bir zamanlar Nazlı’ya çocukları için mama alanlar şimdi onu görünce yollarını değiştiriyorlar.
Geçenlerde canım istedi, eskiden apartmanda özellikle belli aylarda aşure dağıtılırdı. Birden bu aşure dağıtımı sona erdi, benim de canım aşure çekti. Pastaneye gidip tahmini bir fiyat düşünüp bir porsiyon aşure aldım, o da ne, fişe baktığımda gerçekten acayip şaşırdım, 45 lira. Hemen satın alamayacağımı söyleyip pastaneden uzaklaştım ama şaşkınlık içindeyim, bir tas aşure 45 lira arkadaş. O şaşkınlıkla kahveye gittim, “Bir tas aşure 45 lira” dedim ve herkes bana garip garip bakıp “Artık böyle” dedi.
Ama şaşırdığım bir şey var, ben 45 liraya şaşırırken önümde on tane aşure alanlar vardı. Burası bir emekli semti, ne oluyor diye kafa yormaya başladım ve o zaman gördüm ki emekli paralarında aşırı bir sınıf farkı var. Şöyle dört yıl milletvekilliği yapan, aslında çoğu yan gelip yatan ya da milletvekili olmanın çeşitli parasal alanlarda keyfini çıkaran milletvekili emeklileri 25 bin lira emekli parası alıyorlar. Ömrünü 400 metre yerin altında ölümüne çalışarak geçiren SSK emeklisi maden işçisi en fazla 4 bin 500 lira emekli parası alıyor ama bir profesör 14 bin emekli parası alıyor; ikisi de ağır işçilik. Peki, polisler ne kadar alıyor, ben inceledim 7 bin lira. Bekçiler de imamlar da öyle. Ortada büyük bir haksızlık var. Her yerde olduğu gibi. Milletin memur olabilmek için nasıl canını dişine takarak uğraştığını bu adaletsizliği görünce anladım.
Kahveden çıkıp biraz aşağı doğru yürüdüğümde anlı şanlı Bağdat Caddesi’ne varıyorum. Yemek ve kahve mekânları tıklım tıklım. Buradaki kahvelerde çay 15 lira, kahvenin en küçüğü 15 lira. Millet birileri kalsın da oturalım diye kuyruk olmuş. Bir arkadaşım diyor ki “Işıl, biraz da E-5 üstüne git. Resmen zamanda yolculuk yapmış olursun.” Benimki de inat ya, bakalım bu zamanda yolculuk nasıl oluyor diye E-5 üstüne çıkıp marketleri kontrol etmeye başlıyorum. Vay canına yepyeni bir satış stratejisi geliştirilmiş. Torbalar içinde aslında çürümüş meyve ve sebzeyi bir yığın halinde orta yere koymuşlar ve üstüne de “Olgunlaşmış meyve ve sebze!” yazısını dikivermişler. Vallahi billahi pazarların dağılma saatine yetişemeyenler oradan alışveriş yapıyorlar.
Zaman içinde yolculuk yapıyoruz ya, Bahçeşehir Üniversitesi’nin boğazı kucaklayan terasında Dünya Sanat Günü kutlanıyor. İstanbul Sanat ve Kültür Derneği ve Artshop Yayıncılık işbirliğiyle onur ödülleri yeriliyor. Hiçbir sanat disiplini atlanmamış. Operacılar, şairler, ressamlar, dijital sanat yapanlar, kısaca toplanıp bir uçağa binseler ve uçak düşse Türk sanat alanı epey öksüz kalır. Ben de ödül alanlar arasındayım, bir ara gene ödül alan Türk resim sanatının duayeni Yahşi Baraz’a soruyorum: “Resim satışlarında durum nasıl?” “Acayip bir durum ortaya çıktı Işıl” diyor, “Ülke nüfusu 85 milyon ya, bunun içinde 8 milyonunda deli para var. Onlar ne yazık ki on-on beş sanatçının resimlerini su gibi alıyorlar. Çünkü onlar için resme verdikleri para çerez parası, gençler ise boya parası bile bulamıyorlar.”
Şimdi bunları neden anlatıyorum. Yapılan taramalarda ülkemizde 6-11 yaş arasındaki çocukların yüzde 85’inde kansızlık ve demir eksikliği tespit edilmiş ve gelişme bozukluğu alıp başını gitmiş. Yani etsiz, balıksız, sebzesiz sadece hamur işiyle beslenme en çok yeni kuşakları etkiliyor. Beyin gelişmesi olmayan, bedeni cılız bir kuşaktan ne bilgisayar uzmanları ne de mühendis, doktor, işadamı, sporcu çıkar. Ülkemiz anneleri artık çocuklarına peynirsiz, ıspanaksız hamura katık olarak hamurun eşlik ettiği börekleri yediriyorlar. Ve mahallede her işimize koşan Ömer Usta soruyor: “Ne yapacağız?”
Işıl Özgentürk / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder