'Hayatın bize sunduklarına kendi yorumumuzu, rengimizi, kültürümüzü katmaya mecburuz. Arayıp bulacağız, her şeyin iyisiyle insani bir ilişki kurmanın yolunu kuracağız.'
Boğazda bir restoran. Masa kurulmuş, manzara güzel. Erkek bir masa yalnız, doğal bu da. Başköşede ünlü bir mafya babası oturuyor çünkü. Yemek sırasında fotoğraf çekilmek icap etmiş ama çekilmeden önce masaya çeki düzen verilmiş. İçki şişeleri boş bir koltuğa yerleştirilmiş görülmeyeceği umularak.
Son yıllarda, milliyetçi dinci Erdoğan rejimine geçişle birlikte, sık karşılaştığımız bir tablo bu. Daha önce de bir TV dizisinin çok ünlü oyuncuları yemek masasında fotoğraf çektirip paylaşmış, masanın meze dolu olmasına karşın tek bir içki bardağının olmaması alay konusu olmuştu. Masadakiler fotoğraf çekilmeden önce mıntıka temizliği yapmış, masayı “İslami kurallara” uygun hale getirmişti.
Düşünsenize, adam mafya babası; işlediği cinayetin, yaptığı eziyetin haddi hesabı yok. Ölüm emri verdiklerinin arasında karısı da var üstelik, o denli acımasız. Darp etmiş, haraç almış, tetik çekmiş, hapislerde yatmış, sonunda iktidar ortaklarından birinin inayetiyle dışarı çıkmış. Eylemlerini geçtik, varlığı bütün Ortadoğu dinlerinin kaynağı olan “10 emrin” beşine aykırı ama özenle içki şişesi saklıyor. Öldürmek, çalmak serbest, içki içmek yasak; içki en belirgin tabudur artık.
Peki nasıl oldu da içki toplumdaki en büyük günah mertebesine yükseldi?
Neden?
Sadece günah olduğundan mı?
Masanın altındaki şişede bundan daha fazlasının olduğu tartışmasızdır. Şişede dini yasaktan fazlası vardır.
İçki kültürünün tarihi dinlerden daha eskilere dayanıyor. Meyveyi mayalamayı, tanrıya ibadetten önce keşfettik. Pek çok dinde içki var haliyle, pek çoğunda ibadetin bir parçasıdır. İçki, içeni tanrıya yaklaştırır, arındırır, tanrı gibi yapar, yüceltir.
Arap kültürü de bundan azade değildir. “Hamr” var, üzümden yapılan şaraptır. Alışkanlık yaptığı için “akâr”, sarhoş ettiği için “müskir” denilmiştir. Müptelası olanlar “müdmin”dir, “mümin”e yakındır. Bundan başka hurma, arpa, buğday, mısır ve baldan üretilen içkiler vardır. Bu çeşitliliğe rağmen yetinmemiş, dışarıdan da almışlardır. Cahiliye devrinde Taif gibi bağcılığın yapıldığı merkezlerde üretilmekle birlikte Suriye, Irak ve Yemen’den içki getirilir, tüccarlar panayırlarda ve yol boylarındaki konaklama yerlerinde içki satarlardı. Arapçadaki içkiyle alâkalı kelimelerin bir kısmı ticarî ilişkiler sonucu Farsça, Yunanca ve Süryaniceden alınmıştı. Arapların gözünde Suriye şarap diyarıydı, Irak’ta içkisiyle tanınmış yerler vardı.
İslamiyet’in ilk yıllarında da bolca içilirdi. Medinelilerin kullandığı “fadih”, “Medine hurması”nın koruk veya olgunlaşmaya başlamışı ile yapılırdı. Bazen “sumasına” tat ve renk versin diye üzüm karıştırıldığı olurdu. “Mizr” Yemenlilerin arpa, mısır gibi tahıllardan elde ettikleri bir içki türüydü. “Rahik”, Arapların çok değer verdikleri kaliteli şaraptı. Bu kelime Kuran’da cennet ehlinin içeceklerinden biri olarak geçiyor. Cennet ehli “mührü misk” gibi güzel kokan “rahik” içecekti. Burada zikredilen “mühür” de mühimdir; Sonradan bir şey katılmaması, kalitenin korunması amacıyla içinde değerli içki bulunan kapların ağızları kapatıldıktan sonra özel bir çamurla sıvanır ve mühürlenirdi. Haliyle mührü açılmamış şaraplar daha pahalıydı. Araplar “tehammür” eden, mayalanan, her şeyden, bu arada deve sütünden de içki imal etmişlerdir. Başka türlüsünü düşünemeyiz.
Cahiliye döneminde “hammâre, hânût” veya “dikke” denilen meyhaneler, işret meclislerinin kurulduğu ve “kayne” adı verilen şarkıcı cariyelerin ud çalıp şarkı söylediği, dans ettiği mekânlardı. Yaygındı. Haliyle Cahiliye şiirinin en gözde temalarından biridir içki. Fakat ölçüyü kaçıranlar, ayyaşlar o dönemde de hoş görülmezdi. Kabile şairlerinin sarhoşken söyledikleri şiirlerin başka kabileleri öfkelendirip savaşa sebep olması tehlikesi her zaman vardı. Buna karşın İslâmiyet’ten önce içki içmeyen ve onu haram kabul eden “hanifler” de vardı. İçkinin haram ilan edilmesine kadar Arap, Yahudi ve Hıristiyan tüccarlar Medine’de içki satmaya devam ettiler. İçenler çoğunluktadır.
İçki yasaklanınca, İslam coğrafyasından kısa bir süre çekildi ve sonra geri döndü. Emeviler döneminde refah seviyesinin yükselmesi ve farklı kültürlerin etkisiyle içki yaygınlaştı. Emevi ve Abbasi hükümdarlarının çoğu içkiye düşkündü. Hatta bazıları sarhoş olup akla gelmedik çılgınlıklar yapmışlardı. İçki yasağı, “günah”, hep sözde kalmıştır.
Haliyle “kitap”ta da birbiriyle çelişen ifadeler vardır. Erken dönemde yasak yoktur, “Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerinden içkiler yapıyor, güzel rızık ediniyorsunuz. Bunda akıl erenler için ibret vardır” yollu teşvik bile vardır. Fakat arazlar da ortaya çıkmaktadır. Savaşlardan önce ölçüsüz içilen içkilerin bedeli ağır olmuştur. Müslümanlar içince birbirleriyle kavga etmekte, cihadı unutmaktadır. “Sana şarap ve kumarı sorarlar. De ki ikisinde de bazı faydalar vardır. Ama ikisinde de büyük günah vardır. Ama onların kötülüğü yararlarından daha büyüktür.” Yasağın son hali budur. Yasaklamak son çaredir. Ancak yasağa rağmen içene ceza yoktur, içiliyorsa niye olsun ki?
***
Peki, bu durumda bizdeki bu içki tabusunun sebebi nedir? Din midir? Onun açık emirleri midir?
İçkiye gelmeden önce pek çok yasak var dinde. Üstelik İslam dini ibadet açısından çok zahmetli bir din. Açık emirleri var, beş vakit namaz kılacaksın, oruç, tutacaksın, hacca gideceksin… İçki şişesini masanın altına taşıyanların bunların hiçbirine uyduğunu sanmıyorum. İçki içmemiş gibi görünmek veya içmemek ibadetin en yaygın biçimi fakat. Buna uyan Müslüman sayılmakta, hatta sualsiz cennete postalanmaktadır.
Ne yapacaklar cennette peki? İçki içecekler. Dünyada yasak olan öteki dünyada serbesttir. Fakat tabii, bol bol içecekler fakat sarhoş olup kendilerinden geçmeyeceklerdir. Demek ki yasağın gerekçesi sarhoş olup olmamaktadır. Sarhoş olunmadığı durumda içkide yasak ve sınır yoktur. Günah, içki içmeyi bilmeyenin boynundadır.
İçkinin taşrada özenle yasaklanması da bu nedenledir. Taşralı, tıpkı Bedevi gibi içmeyi bilmez. İçerse sınırı aşar, sarhoş olur, dağılır, kendine ve başkalarına zarar verir.
Demek ki yasağın temelinde bir kültür eksikliği var. İçkiyi ve içmeyi öğrenmek gerekir. İçki kültürü toplumsal kültürün önemli bir parçasıdır, uzun denemeler sonucu oluşur, kuşaktan kuşağa aktarılarak pekişir. Yasak veya günah olan içki değildir, içmeyi bilmemektir, cehalettir, taşralılıktır.
Bazen coğrafya bu tür incelmiş kültürlerin gelişmesine izin vermez. Hurma, iyi içki elde etmek için elverişsiz bir meyvedir. O zaman dışarıya bakmak, dışarıdan almak gerekir. Yolu mutlaka Şam’a ve Bağdat’a düşürmelidir, oralarda içenlerle ve içmeyi bilenlerle yarenlik etmelidir. Öğrenmenin, bilgiyi içselleştirmenin başka bir yolunu bilmiyoruz.
***
Sorun içkiden ibaret değil zaten. Bugün dinde yaşanan sorunların çoğunda da bu taşra ahlakına dönüşün etkisi var. İnanç Mekke ve Medine’de doğmuş, oranın örf ve adetlerinin etkisiyle şekillenmiştir. Başlangıçta bu iki küçük şehrin dışına çıkacağının umulmadığını biliyoruz. İki şehri ve üç beş bin kişiyi hedef olan inanç kabından taşıp yayılmaya başladığında evrime uğramaya da başlar. Şam’da, Bağdat’ta yeniden yeniden yorumlanır, saf taşralı inancın içine başka kültürlerin, başka inançların kokusu siner. Taşralı inanç böylece şehirli bir inanca dönüşmeye, büyük kalabalıklara, geniş coğrafyalara uyum sağlamaya başlar.
Ancak ne yazık ki dünyanın bir bütün olarak taşralılaştığı bir dönemden geçiyoruz. İnsanlık ailesinin en şanlı sayfalarına yazılı Rus sanatını Putin’e ait sanan bir Batı var karşımızda. Arap-İslam kültürü de bundan azade değil, yedinci yüzyılı “asrı saadet” sananlar çoğunlukta. Genel eğilim binbeşyüz yıllık evrimi reddedip o asrı saadet dönemine dönmek yönünde. Bu durumda yedinci yüzyılın vahşeti ve cehaleti de yeniden nüksetmiş oluyor. Çalmak, yağmalamak, öldürmek serbest, içki içmek külliyen yasak. Haliyle içki masasında mıntıka temizliği ile başlıyor yemek. Silahlar belde, içki şişeleri masa altında.
***
Günah mı değil mi bilemeyiz, olsa da olmasa da fark etmez zaten. Bildiğimiz şu; iyi müzik, iyi sanat, iyi kitap, iyi içki, iyi yemek insanı yüceltir, onaylar, eğitir. Ve biz, insanı yücelten şeyleri varlığı kuşkulu bir öteki dünyaya erteleyemeyiz; taşralılığa, ondan beslenen ve onu besleyen yobazlığa teslim olamayız. Hayatın bize sunduklarına kendi yorumumuzu, rengimizi, kültürümüzü katmaya mecburuz. Arayıp bulacağız, her şeyin iyisiyle insani bir ilişki kurmanın yolunu kuracağız, bulamadığımızı bulanlara soracağız.
Yani Mekke ve Medine ile olmaz bu işler. Şam’a uğrayacak yolunuz, Bağdat’ta konaklayacaksınız, Şiraz’da kutsal ateşin önünde şaraba vuracaksınız, evrime uğrayacak, insan olacaksınız.
Şişeyi masanın üstünde tutmakla başlayacak her şey!
Orhan Gökdemir / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder