Taklitçilik çare mi?
Bu soru hemen her seçim döneminde, CHP’nin bağlamında, karşımıza geldi. İmamoğlu’nun Karadeniz gezisi, o “garip fotoğraf” da bu soruyu anımsattı. Mart ayında, Political Science Research and Methods (Siyaset Bilimi Araştırmaları ve Yöntemleri - Cambridge University Press) dergisinde yayımlanan bir araştırma, 12 Batı ülkesinin 1970’lere kadar uzanan deneyimlerine baktıktan sonra bu soruya verdiği cevap olumsuz.
SAĞ YÜKSELİRKEN, ‘MERKEZ’...
Merkez sol’un (III. Yol) neoliberalizmi benimsemesinden sonra, ana akım partilerin arasındaki fark kaybolurken seçimlere katılım oranı düşmeye, seçmenin siyasete ilgisi, demokrasiye güveni azalmaya başladı.
Merkez sağ ve sol partilerin liderlikleri, aralarındaki farkları bulup seçmene sunmaya çabalarken birbirini izleyen finansal krizlerin, yoksullaşmanın ve “göçmen krizlerinin” etkileri altında, tüm merkez partilerini, yönetici “seçkinleri” hedef alan, medyada da “popülizm” olarak tanımlanan yeni bir akım şekillenmeye başladı. Bu akımın ilk önce Tunus ayaklanması, Tahrir Meydanı, “meydan işgalleri”, “Gezi olayı” gibi sol (özgürlükçü, kapitalizm karşıtı bir damarı da içeren) bir kanadı dikkat çekti. Sonra da ırkçı, milliyetçi, göçmenlere düşman, kadın ve LGBTQ haklarına karşı bir kanadı “süreç olarak faşizmin” ana damarı olarak gelişmeye başladı.
Uzun süredir ana akım (merkez sağ ve merkez sol) partiler hemen her ülkede değişik derinlikte krizler yaşıyorlar. “Merkez sol” merkez sağın, merkez sağ yeni-faşizmin programını, siyaset tarzlarını, özellikle ırkçılık ve göçmenler sorunu, yasa ve kamu düzeni alanlarında taklit ederek ayakta kalmaya çalıştığı görülüyor. Ülkelerin siyasi ortamı da böylece sağa kaymaya devam ediyor. Ana akım partiler, krizlerini aşmaya çalışırken “süreç olarak faşizmin” değirmenine su taşıyorlar.
Popülizm olarak anılan akımın sol kanadı, bunun Syriza, Podemos, İngiltere’de Corbyn gibi örnekleri ise bu yeni sürece uyum sağlamakta, “süreç olarak faşizmin ilerleyişini durduracak” bir gücü inşa etmekte başarılı olamadılar.
GERİ TEPEN BİR POLİTİKA...
Genel olarak gözlemler, ana akım partilerin bu taklit politikalarının işe yaramadığını, aksine “yeni faşizmi” besleyen ideolojik kültürel ortamı desteklediğini gösteriyordu. Yukarıda değindiğim araştırmanın bulguları, bu gözlemleri, ayrıntılı biçimde destekliyor. Merkez sol, kutuplaşmadan, sağı taklit ederek kaçmaya çalışırken süreç olarak faşizm, kutuplaşmayı saflarını güçlendirmek için kullanıyor.
ABD’de Trump, İngiltere’de Brexit, Almanya’da 2018’de Bavaria Eyalet seçimleri, Fransa’da, ancak derme çatma bir ittifaka dayanarak kazanabilen Macron, yukarıdaki gözlemlere örnek oluşturuyorlar. Bu bağlamda, faşist Le Pen’in partisi örgüt, ideoloji ve kitle tabanı açısından tutarlı bir seçenek sunuyor. İspanya’da Vox, Portekiz’de Chega kutuplaşmadan yararlanarak güçleniyor.
Türkiye’de CHP’nin, kendi doğal tabanını birleştirmeye çalışmak yerine, siyasal İslamın tabanını kazanma çabaları bugüne kadar sonuç vermedi. Aksine CHP, kendi, cumhuriyetçi, halkçı, laik geleneğinden uzaklaştı, siyasal İslamın 20 yılda inşa ettiği düzeni, Kürt sorununun çözümsüzlüğünü veri kabul eden, yalızca yürütmenin biçimini değiştirmeyi düşünen bir siyasi çizgi izlemeye başladı. Bu sürecin son aşamasında ortaya çıkan İmamoğlu’nun Karadeniz gezisi ve ardından gelen eleştiriler karşısında takındığı tavır, onun, siyasal İslamın liderinin, eril otoriter tarzını da benimseyerek bu hep geri tepen süreci biraz daha ileri götürmeye niyetli olduğunu gösteriyor.
İmamoğlu, “merkez sol”dan gelen bir siyasetçi değil. O nedenle, “Acaba nereye kadar” sorusu korkutuyor.
***
Bir kez daha ‘Sığınmacılar ve göçmenler sorunu’ üzerine
Bu konuya ilk değindiğimde (16/08/2021) “Rejimin ülkeyi yangın yerine çevirme pahasına ayakta kalma manevraları… göçmenler ve sığınmacılar sorunu üzerinden devam ediyor” saptamasından sonra, kimi noktaları vurgulamaya çalışmıştım.
Örneğin, Türkiye’de, “göçmenler ve sığınmacılar” olgusunu, ırkçı-sömürgeci tarihe sahip emperyalist ülkelerdeki tepkileri, tartışmaları adeta şabloncu bir mantıkla yeniden üreterek değil, “somut durumun somut-bağlamına oturtulmuş tahlili” içinde, ulus, devlet ve “bağımlı ülke” gerçeğini hesaba katarak düşünmek gerekir. Dünya görüşü, hümanizma, demokrasi ve birey, özgürlükler gibi modernite ve uluslaşma sürecinin ürünü kavramları içermeyen AKP rejiminin sığınmacılar sorununu yaratmaya devam etmesinin arkasındaki mantığı anlamaya çalışmak gerekir. Bu sorun, Batı’ya karşı bir pazarlık aracı edinmek arzusunun yanı sıra, bir türlü boyun eğdiremediği cumhuriyetçi seküler bir kesime karşı silah olarak kullanılmak amacıyla üretilmiştir. “Sığınmacılar” salt biyolojik varlıklarına, niceliğe indirgenemezler. Karşımızda, kültürleri, siyasi eğilimleri, arzuları da göz önüne alarak düşünülmesi gereken bir sorun var.
Aradan geçen zaman içinde “sorunun” ve dinci-ırkçı faşizmin provokasyonlarının çapı daha da büyüdü. “Ana akım muhalefet” artık İslamcı “düzeni”, otoriter dili veri alıyor. Bu “kabullenmenin” yanına şimdi bir “mutabakat” eklendi: “Herkes”, özellikle hayat pahalılığından bunalan orta sınıflar, bu sorunu yaratan rejimi unutarak “Suriyeli düşmanlığı” ve kime yöneltildiği belirsiz bir “geri gönderin” talebi üzerinde birleşmeye, düzenin temsilcileri de bu talep ile oynamaya başladı. Süreç olarak faşizmin dinci ve ırkçı dinamikleri hızlandı.
Buna karşılık, “somut durumun somut tahlili” içinde, ulus devlet, “bağımlı ülke” ve “süreç olarak faşizm” gerçeğini hesaba katarak düşünmeyi başarabildiğimizi söyleyemiyorum. Teorik ve etik olarak “güvenli limanlarda” kalabilmek için sorunun karmaşıklığını yadsıma eğilimi, “Bunlar en çok sömürülen, en alttaki katmanı oluşturan sınıf kardeşlerimiz. Ortak sorunlar etrafında ortak mücadele ve dayanışmanın yollarını aramak gerekir” gibi “mükemmel” ve tam da “güzel ruha” yakışır bir formül hâlâ yaygın.
ORTAK SORUNLAR AMA…
Bu “mükemmel” saptama ne gelişmiş ülkelerde ne de Türkiye gibi ülkelerde, sol ile işçi sınıfının yerli ve göçmen tabakaları arasındaki ilişkilerin gelişmesine, bir ortak mücadele zemininin inşasına hizmet etti. “Ortak sorunlar” var ama taraflar bu “ortak sorunları”, aynı, dolayısıyla, ortak davranmalarına izin verecek biçimde algılamıyorlar. Bu algılama farkı da iki kesim arasındaki, kültürel (ayrıcalık, dil, tarih, etnisite, din, cinsellik anlayışı gibi...) farklılıklar aşılamadığından, bir ortak iletişim ve diyalog alanı yaratılarak ortadan kaldırılamıyor. Ne yazık ki akla uygun olan, “gerçek” olmayabiliyor.
Sol, dünyayı (karşısındaki sorunu), ona müdahale etmesine, değiştirmesine olanak verecek biçimde tanımlamayı bir türlü başaramıyor. Sol, “güvenli bir söylemin içinde” yaşamaya çalışırken, karşısına gelen savaşları, pratikte kaybetmeden önce, simgeselde (söylemde) kaybetmeye devam ediyor.
Diğer taraftan, verili “durum” içinde bazı sorunların çözümleri olmayabilir. Bu koşullarda, siyasi faaliyetin eksenini “durumu” yaratan “şeyin” merceğinden bakarak kurmaya çalışmak gerekir. Bu sorun neden var? Nasıl oluştu? Kim araçsallaştırıyor? Cevapların kesiştiği yerdeki “şey”den kurtulmak, bizi hızla söz konusu sorunun çözümünü bulmaya götürebilir. Ancak çözümü pratiğe geçirebilecek bir “güç” de oluşmaya başlamalıdır.
Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder