Corbyn’den Melanchon’a
KISACA CORBYN
Corbyn (1949) tüm yaşamı boyunca sosyalist gruplarla, savaş, ırkçılık karşıtı, göçmenlerin haklarını savunan kampanyalarla dayanışma içinde oldu. Rakipleri bile Corbyn’in, dürüst, sosyalist kimliğinden taviz vermeyen “otantik” bir siyasetçi olduğunu kabul ediyordu.
İşçi Partisi’nde, 2015 yılında, sağcı adaylar arasından sıyrılarak başkan seçilen Corbyn, sosyalist fikirleriyle ülke politikasını ve partiyi canlandırdı. İP’nin üye sayısı yüzde 100 artarak 600 bine ulaştı. İP, Corbyn liderliğinde, 2017’i genel seçimlerinde, oylarını tarihinde görülmemiş oranda artırarak yüzde 40’ı yakaladı. Corbyn seçimleri kazanmadı ama sonuçlar egemen sınıflarda, İP’nin Blair’ci kanadında büyük panik yarattı. Corbyn’e karşı çok güçlü bir kampanya başladı.
Geçen hafta öğrendik ki, aslında kampanya daha önce başlamış. Seçimlerden önceki son “parti başkanları TV tartışmasının” ardından yapılan bir YouGov anketi Corbyn’in tartışmayı açık farkla kazandığını, Muhafazakâr Parti seçmeninin bile, Corbyn’in sosyal politikalarından etkilendiğini göstermiş. Ancak, şirketin Muhafazakâr Parti’den milletvekili, sahibi bu sonuçları açıklattırmamış. Bir sonraki seçimlerde İP hezimete uğradı, Corbyn parti başkanlığını daha sonra da parti üyeliğini kaybetti. Kısacası, bir sosyalist liderin hükümet kuracak noktaya ulaşmasına “kapitalist demokrasi” izin vermedi.
VE “PARADİGMA SORUNU”
Deneyimli bir sosyalist olan Melanchon’un, “Baş Eğmeyen Fransa” adlı grubun deneyimi farklı bir olasılığa işaret ediyor. Melanchon, 2017 seçimlerinden de farklı olarak bu kez başkanlık seçimlerinde 2. tura kalma şansını, solun geri kalanının oyunu alamadığı için kıl payı kaybetti, ama solun en çok oy alabilen siyasetçisi olduğunu kanıtladı. Bu durumu değerlendiren, Melanchon hem sosyalizme geçme projesini rafa kaldırdı, NATO’ya, ABD’ye ve Fransız “seçkinlerine” yönelik eleştirileri yumuşattı; işçi sınıfının ekonomik taleplerini, ekolojik sorunları öne çıkararak “klasik düzenlemeci bir sosyal demokrasi” projesini benimsedi; solu bir araya getirmek için, sol içi görüşmelerde daha uzlaşmacı siyaset izledi.
Fransa solu (SP, FKP, AntiKapitalist, Yeşiller vb.) meclis seçimlerine giderken “Yeni Ekoloji ve Toplumsal Halk Birliği” (NUPES) adı altında ve Melanchon’u desteklemek için bir araya geldi. Meclis seçimlerinin ilk turunda NUPES/Melanchon, Macron’un partisinden daha fazla oy aldı. Böylece Fransa’da sosyal demokratik sol yeniden canlanıyordu. Pazar günü Melanchon, meclis çoğunluğunu yakalayarak başbakan olmayı başaramasa bile, NUPES ana muhalefet partisi konumuna oturabilecek. Mecliste saflar, bir tarafta NUPES, karşı tarafta muhafazakârlar ve Le Pen’in faşist partisi olarak belirlenecek. Fransa’da siyasetin, yıllar sonra ilk kez sınıf tercihleri temelinde, düzen içi kutuplaşması, muhafazakâr yorumcuların da kabul ettiği gibi “demokrasiyi (toplumsal istikrarı-EY) güçlendirecek.”
Bugün, kapitalist sınıfların kimi kesimleriyle uzlaşarak hem halkın yaşam koşullarını iyileştirmeye hem de ekonomik kriz yönetmeye uygun politikalar geliştirmek olanaklıdır. Bu, sosyal demokrasinin paradigmasıdır ve yeterince oy alabilirse, hükümete olma şansı vardır!
Sosyalistlere gelince onların, “kapitalist demokrasi” içinde hükümet olma şansları yoktur! Onların, hem sosyal demokrasinin halktan yana önerilerini destekleyerek bu duruma uyum sağlamanın, hem de kapitalizmin ufkunun ötesine bakmanın, örgütsel ve programatik (kapitalizmin, yeni siyasi, ekonomik, teknolojik hallerine uygun taktik ve stratejik) yolunu acilen bulmaları gerekiyor.
***
‘Kötüden berbata doğru’
DÜNYA BANKASI KÖTÜMSER
DB’nin raporundaki öngörülere göre, dünya ekonomisinde büyüme bu yıl yüzde 2.1’ye, gelecek yıl da yüzde 1.5’e gerileyebilecek. Rapor, bu oranların gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde sırasıyla (yüzde olarak) 2.2-0.8 ve 2.2-2.6 gibi çok düşük düzeylerde gerçekleşebileceğini söylüyor.
Dünya ekonomisi için genel olarak kabul edilen resesyon sınırının yüzde 3 ya da yüzde 2.5 olduğunu düşününce DB’nin beklediği resesyonun çoktan başladığını söyleyebiliriz.
Bu resesyon sürecine giderek güçlenen bir enflasyon eşlik ediyor. Bildiğiniz gibi ABD merkez bankası (Fed) faizleri artırmaya, daraltıcı para politikaları izlemeye başladı. Bu yazı yazılırken Fed’in 0.75 puan gibi “dramatik bir artışa” gitmek üzere olduğu konuşuluyordu. Avrupa Merkez Bankası da Fed’in izinden gitmeye hazırlanıyor.
Bu durum 1978-82 dönemini anımsatıyor. O döneme bakınca yüksek faizlerin çevre ülkelerde tetiklediği borç krizlerine ek, bir şey daha görüyoruz. New York, Londra, olmak üzere önde gelen borsalar hızla gerileyerek “ayı piyasaları” olarak adlandırılan alana geçmişlerdi. “Ayı piyasaları” yaklaşık iki yıl sürmüş ve borsalar yüzde 30 dolayında değer kaybetmişler. Sonra 1980’lerin ortasına doğru enflasyon kontrol altın alınırken borsalar 1990’ların sonuna kadar güçlü bir artış eğilimi sergilemişler. 2000-2020 arasında, biri 2.5 ikincisi 1.5 yıl olmak üzere iki “ayı piyasaları” dönemi var. Pazartesi de Wall Street Journal ABD borsalarının bir kez daha “ayı piyasaları” alanına girdiğini yazıyordu.
BİRBİRİNİ BESLEYEN DİNAMİKLER
1970’lerin sonunda Fed faizleri hızla yükseltirken enflasyon gerilemeye başlamış. Merkez bankaları enflasyonla mücadeleye öncelik vermişler, faizler 2008’e kadar hep enflasyonun üzerinde seyretmiş. Sonra, finansal kriz içinde mali sermayeyi desteklemek öncelik kazanınca faizler hızla gerileyerek bu yıl yeniden artmaya başlayana kadar yüzde 1’in altında kalmış.
Önümüzdeki dönemde (iki yıl?) birbirini besleyecek bir seri karşıt eğilim etkili olacak. Yüksek faizler borç ödeme zorluklarını, tüketim daralması üzerinden de resesyonu besleyecek. Resesyon işsizlik artışını, borsaların düşme eğilimini besleyecek. Borsaların düşme eğilimi, sermaye erimesi ve servet kaybı üzerinden, işsizlik de yoksullaşma üzerinden tüketimin daralma eğilimini besleyecek.
Bu dinamikler gelişmekte olan ülkeleri de etkileyecek. Hızla artmaya başlayan kredi maliyetleri ve risk primleri borç krizi riskini artıracak. Merkez ülkelerdeki resesyon, gelişmekte olan ülkelerin ihracat pazarlarının daralması ve döviz gelirlerinin azalması anlamına geliyor.
Bunlara, pandeminin, Ukrayna savaşının, Çin’deki karantinaların tetiklediği, gıda, enerji, kimyasal gübre ve haşarat ilaçları fiyatlarındaki artışları, bu “karışımın” toplumsal dengeler üzerindeki etkilerini ekledik mi ekonomik ve siyasi boyutlu bir “mükemmel fırtına” ile karşılaşıyoruz.
Ancak bu mükemmel fırtına burada kalmayacak. Gelişmiş ülkelerin bankaları, parasal genişleme, düşük faiz döneminde, gelişmekte olan ülkelere verdikleri kredileri geri almakta zorlanacaklar ve finansal yapıları daha da zayıflayacak. ABD ve AB’de de borç krizi riski artıyor.
Financial Times’ın aktardığına göre, DB’nin ekonomik beklentiler analizi bölümü başkanı, “Yılbaşında işlerin kötüye gitmesini bekliyorduk... Şimdi kötüden berbata doğru gitmeye başladı” diyormuş.
Türkiye, işte bu “kötüden berbata” gidişin, “süreç olarak faşizmin” sertleşen rüzgârlarını bir kasırgaya dönüştürme riski altında yolunu bulmaya çalışacak.
Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder